Sayın cumhurbaşkanım, vusulsüzlüğümüz (netice alamayışımız) usulsüzlüğümüzdendir (metot yanlışlığımızdandır)

Habibi Nacar YILMAZ

Eğitim ve kültürde istediğimiz neticeyi alamadığımız, en üst düzeyde ifade edilerek, bunun bir nevi kabul edilmiş olduğunu anlıyoruz. Uzun yıllar hem de her seviyedeki eğitimde görev yapmış, öğrenciyle muhatap olmuş, halen de eğitimi ön planda tutan bir gönüllü kuruluşta görevi devam eden bir eğitim gönüllüsü olarak, bu konuda düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.

Evvela insanı eğitmek; çok zor ve titizlik, sabır, tahammül, yol yordam bilmeyi gerektiren, meyvesi uzun sürede alınabilecek bir terbiye işidir. Nasıl bir ekmeğe sahip olmak;  toprağın terbiye edilerek buğdaya dönmesine, buğdayın harmana ve sımsıcak fırına tahammülüne, bunlar da en az bir sene gibi uzun bir süreye bağlıysa, insan gibi geniş kabiliyetler ile donatılmış; ruh, akıl, kalp, vicdan taşıyan bir varlığın terbiyesi de uzun ve titiz bir emeğe; söz ve kelâmı da destekleyen bir hâl ve davranış eğitimine bağlıdır. Ve bununla mümkündür.

İnsan özellikle gençler, sözden çok öncü  durumundaki baba, anne, dayı, amca ya da öğretmen fark etmez; önündeki insanın yaptıklarına bakar. Tecrübeyle ve deneyle de sabittir ki insanın sadece dinlediklerinin çok azı, aklında kalmakta ve çoğu unutulmaktadır. Ama tatbikatı yapılanların büyük kısmı,  hem göze hem kulağa hitap ettiği için kalıcı olmaktadır.  İşte yaptıkları söylediklerini desteklemeyen bir kimse, hangi konumda olursa olsun, iyi bir örnek olamaz ve terbiyeciliği tesirli de olmaz. Tesiri olsa da bu uzun sürmez.  

Bunu hemen örneklendirelim. Okulun bahçesinde nöbetçi öğretmenken, "Yerdeki çöpü alır mısın?" dediğimiz bir öğrenci, sözümüze hiç aldırmamıştı. Başka bir gün, kimseye bir komut da vermeden yerdeki çöpleri toplamaya başladığımda; daha önce aldırmayan öğrenciler, etrafımızı sarmış ve işe koyulmuşlardı. Bir caddede yürürken önümdeki iki genç, yere kağıt atmıştı. Ben de gittim o kağıt  çöpü alarak, yandaki çöp kutusuna atmıştım. Çocuklar o kadar mahcup oldular ki beş dakika benden özür dilediler. Bunu sözle başabilir miydik? Başka bir yerde ve zamanda sözle denedim, sonuç hüsran oldu. Bunu, kendi nefsimizden de biliriz. Demek uygulama ile göstermek, sözden daha tesirli hem de kırıcı olmuyordu. Dindersi öğretmeninin sigara içtiği bir okulda, öğrencilerin bana gelip "Hocam siz sigara içmeyin, derseniz tutarız. Ama şu öğretmen derse, inat ederiz." itirafı neyin ispatıydı. İşte bizim gençlere rolmodel olacak eğitimcilere ihtiyacımız var. Öncelikle buraya bir eğilmemiz gerekiyor.

Eğitim, biraz da göze bakıp kalbe hitap işidir. Daha önemlisi, çok şey öğretmekten ziyade, az da olsa uygulamayla ve bizzat yaşayarak vermekle netice alınacak bir kutsal faaliyettir. Bir uygulamanın veya bilginin hatırda kalıp eğitici ve yönlendirici olması, onu verendeki etkisi ve uygulanmasına bağlıdır. Yani lisan-ı hâl,(söylediğini yaşamak) lisan-ı kalden(anlatmaktan) daha tesirlidir ve daha kalıcıdır. 

Eğitimdeki en büyük eksiğimiz, temsil noktasındaki eğitimcilerimizin azlığıdır. Yani öğrencinin eğitim kurumunda "Ben de şunun gibi olmak istiyorum." diyebileceği örnek insanların azlığıdır, ya da hiç olmamasıdır.  İsterseniz bunu mezunlara sorun. Onlar, kimi size parmakla gösterip gıpta ile anlatacak ve onları örnek yönleriyle unutamadıklarını, bu kendilerine örnek aldıklarını söyleyeceklerdir. Her zaman eksikligini çektiğimiz, anlattığını iyi bilip yaşayan ve daima öğrenci ile kalbî irtibat kurabilen, onlarla empati yapıp onlara değer veren eğitimcilerdir. Nereye giderseniz gidiniz, ancak bunların etkili olduğunu ve baş tacı edildiğini göreceksiniz. İstenilen böyle egitimciler yetiştiremediğiniz ve egitimi, kültürü sadece sloganlar ve yüksek okul yurtlarında şimdi yapıldığı gibi, sadece bol boyalı afişlere, sloganlara, göstermelik ve kağıt üzerindeki faaliyetlere bıraktığınız sürece, istediğiniz seviyeye gelmeniz veya hallettik demeniz  mümkün değildir. Slogan insana bir heyecan verebilir, insanı bir süreliğine reaksiyoner yapabilir. Ama  bunun narkozu kısa sürer, devam etmez. Etmiyor da görüyoruz.

Gönüllere girip kafaları eğiterek, gencin sorularına muknî cevaplar vermek şarttır. Onu bekleyen tehlikelere karşı, herkesin idmanlı olması gerekir. 

Dindar nesil nasıl yetişir ya da yetişecek? Aileden çok okulla, medya ile muhatap olan ve yıkıcı soru ve neşriyatın etkisindeki bir gencin kafasında biriken tozları silip onu ikna etmedikten sonra; yüzeysel bilgilerle onun mâneviyatını ayakta tutamazsınız. Belli bir süre tutsanız dahi, esen bir yel ya da fırtınada yıkılacaktır.Lisede mânevî dünyası uyanık ve hassas bir insan, universitede her türlü hücum ve bir sürü yanlış yönlenmiş arkadaşın soru ve telkinleri karşısında çoğu zaman bocalayacak; yüzlerce örnekte gördugümüz gibi, 
bir müddet sonra tanınmaz hale gelecektir. Onun için, eğitim uzun bir zamana, titiz bir takibe yayılan bir emektir, diyoruz. Bu sadece devlete bırakılacak ya da sadece onun cözeceği bir problem de değildir. Devletin itimadını da kazanmış sivil toplumun da bu işe gönül vermesi şarttır. 

Fakat ne yazık ki  hem kanunî  hem de brokratik birçok engelle karşılaşıyoruz . Bu konuda en az sayın cumhurbaşkanımız kadar hassas olmayan, sadece işi göstermelik bir iki faaliyetle yürütenlerin de varlığını biliyoruz.
 
Evet, küçük çevrede bir nevi  kafeste olan genç, üniversitenin çok serbest ve kontrolsüz ortamında adeta tüm mânevî değerleri zeleleyen ya da örseleyen saldırılara açık bir çevreye salınmaktadır. Onun bu daha yeni buluştuğu bu çevrede diri kalması, mânevi olarak yaşayabilmesi, akıl ve kalbinin doyması ve sorularına tatminkâr cevaplar  bulmasına bağlıdır. Peki bugün bütün bunlara karşı, insan kişiliğinin de şekillendiği bu devrede, üniversite gençliğine mâneviyat adına ne verilmektedir? Yakînen biliyorum ve işin takipçisiyim. 28 konuda açılması istenen kursların, üniversite yurtlarında saz kursuna yeterli kayıtların olduğunu, diyanetten giden görevlilerin de göstermelik odalarda vakit doldurduğunu, bir iki fıkıh konusunun tartışıldığını gördük. Halbuki gençliğin daha can alıcı noktalarda eğitime ihtiyacı olduğu ortadadır. Yurtların yeniden gözden geçirilerek, mânevi hizmetlerde STK'lardan da destek alınarak eğitime geçilmesi şarttır.

Aynı durum spor il ve ilçe müdürlüklerinde de mevcuttur. Kaç defa müracat edip cüzi bir iki çok verimli uygulama yaptığımız gençlik merkezlerinin ısrarlı taleplerimize cevap bile vermediklerini gördük.  Bu ilgisizlikle, gençler mânevî eğitimi nasıl alacak ve sadece nota dayalı, gönüllülük esası olmayan yaklaşımlarla  dindar nesil nasıl yetişecektir?

Şimdi asıl can alıcı noktaya geliyoruz. Eğitimin genel yapısında, neden ve niçin sorularına cevap verilmeden yüzeysel ve ezbere dayanan bilgiler, sadece günü kurtarır. Hem pozitif hem de sosyal bilimlerde çözümleyici ve işin arka planını kavratıcı, öğrenciyle iletişimi kolaylaştıran belki de onu işin öznesi haline getiren tekniklerin geliştirilmesi, uygulanması ve müfredatın da buna göre geliştirilmesi can alıcı noktadır. 

Özellikle fen derslerindeki müfredatın köklü bir değişim ve yeni bir bakış açısına göre şekillenmesi, hayatî bir önem arz etmektedir. Fizik dersinde, kâinattaki düzgün ve sarsılmadan olan işleyişin şuursuz doğa kanunlarının işidir diye  öğretildiği için, bütün icraatın bu ilimsiz kanunlarda olduğunu zanneden,  biyolojide evrimi bir bilim diye okuyan öğrenci, din dersine yahut da bir fıkıh dersine hangi zihin, yaklaşım ve kanaatle  gelebilecektir? Bu ikilemi öğrenci nereye kadar taşıyabilecektir? Bu mesele birtakım gürültü ve çıgırtkanlıklara bakılmadan kökten halledilmelidir.

Bütün fen bilimleri ilâhî bir sanat olan kâinat kitabını incelemektedir ve bize kâinatın sahibini  tanıtmaktadır. Bir biyoloji ya da fizik âlimi yanılabilir, yanlış söyleyebilir; ama biyoloji ve fizik ilmi yalan ve yanlış söylemez. Onun için, Said Nursi tâ 1940'lı yıllarının başında kendisine "Bize Allah'ı tanıtır mısınız, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar?" diye soran öğrencilere: "Sizin okuduğunuz  fenlerden her biri mütemadiyen Allah'ı anlatıyor, muallimleri değil ,onları dinleyiniz." demiştir. Çünkü fen ilimlerinin anlatıp bize tanıttığı kanunlar ve sanat incelikleri  o kanunu tanzim edip koyanı ve o sanatı yapanı bizi tanıtmaktadır.  Bu muazzam bir tespit ve tavsiyedir. Hem öğrencinin kafasındaki  ikilemi kaldırmak hem de bu hakikati doğru bir şekilde anlatmak için müfredatın ciddi bir ayıklanmaya  tâbi tutulması ve tevhidî bir bakışla  yeniden tanzim edilmesi şarttır.

Siz hangi okula dinî dersleri ağırlıklı olarak koyarsanız koyun; gencin aklındaki bu ikilemi kaldırıp onun soracağı  "neden ve niçin" sorularına cevap veremezseniz, istediğiniz sonucu alamazsınız. Buna sadece din derslerinden basit bir misal verebiliriz . Namazın nasıl kılındığını,okunacak sure ve duaları öğretip sıkı bir sınavdan geçirdiğimiz talebeye; bu namazın mahiyetini ,kime karşı ve niçin kıldığımızı, Onun varlığını, birliğini ,sıfatlarını öğretip kavratmadıkça diğer verdiklerinizin bir kalıcılığı olmuyor. 

Yıllardır materyalist anlayışın kıskacındaki eğitimin muhatapları, ne zamana kadar İlâhî boyayla boyanmış, asrın gerçekleriyle de donanmış, müfredat ve kitaplarını bekleyecekler?   
Evet dostlar, maarifi nurlu ve faydalı yapmanın yolu, fikirlerin Hakîm-i Zulcelâl hesabına çevrilmesinden geçer. O zaman, her şey ruhlu ve aydınlık olur.

Selam ve dua ile.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (8)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.