Said Nursi'nin unutkanlığa karşı tavsiye ettiği yol

Bediüzzaman Said Nursi ve talebesi Hüsrev Altınbaşak'ın öneriler de yer alıyor

RİSALEHABER

Unutkanlık çağın hastalıklarından biri. Bir çok insanın şikayetlerinden biri olan unutkanlığa karşı en etkili ilaç Kur'an-ı Kerim'in ezberlenmesi. İrfan Mektebi'nde yer alan "İlim tahsilinde ezberin yeri ve önemi" başlıklı yazıda Bediüzzaman Said Nursi ve talebesi Hüsrev Altınbaşak'tan öneriler yer alıyor.

1. EZBER NEDİR?

Ezber, Farsça kökenli bir kelime olup, "kalpten, gönülden, göğüsten" demektir. Ezberleme (yürektenlik, kuşkusuzluk) ise bir bilginin "değişmez tek doğru" olarak benimsenmesi, öyle olduğuna ilişkin kalben duyulan güvenin akıl yoluyla irdelenmeyişidir. "Ezber", doğruluğuna dair ‘şüphe' duyulmaksızın bilginin aynen kabullenilmesidir. Akılda tutulan bilginin doğruluğuna dair ‘şüphe' yok ise bellenen bilgi ezber, şüphe var ise ezber değildir.

2. "EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE EZBERCİ OLMAMAK GEREKİR" CÜMLESİNİ NASIL ANLAMALIYIZ?

Eğitim ve öğretimde ‘ezberci' olmamak, kuşkucu, sorgulayıcı, araştırıcı olmak hep tavsiye edilir ve öğrenmenin olmazsa olmaz bir şartı olarak gösterilir. Halbuki kişiden kişiye, zamandan zamana, şarttan şarta değişen göreceli (izâfî) hükümler ile mutlak ve değişmez ve her yerde zamanda ve şartta daima geçerli ‘hakikat'ın (mutlak doğrunun) arasını farketmemiz ve ayırmamız gerekir. Evet öğrenmek istenilen şey her ne ise aklı ve anlamayı devre dışı bırakarak ezberlemek elbette tasvip edilecek birşey değildir. Fakat ezberin târifinde de geçtiği gibi, öğrenmek istediğimiz bilgi ‘değişmez tek doğru' yani hakikatin ta kendisi ise, onu aynen anlayarak ezberlemek neden gereksiz olsun? Hususen o bilgi, îman ve Kur'ân'a âit İlâhî bir hakikat ise tam bir teslimiyetle gönülden gelen bir arzu ile ihtiyacını da hissederek anlayarak yapılan bir ezber, o Kur'ânî hakikatin akılda, kalbde ve ruhda kökleşmesi için son derece önem arzetmektedir.

"Kelâmın (sözün) ulviyetine (yüceliğine), kuvvetine, hüsnüne, cemâline (güzelliğine) kuvvet veren ‘mütekellim' (söyleyen), ‘muhâtap', ‘maksat', ‘makam' olmak üzere dört şeydir. Ediplerin (edebiyaçıların) zannettikleri gibi yalnız ‘makam' değildir. Demek, bir kelâmın derece-i kuvvetini anlamak istediğin zaman, failine (söyleyene), muhâtabına, gâyesine, mevzuuna bak. Bunların dereceleri nisbetinde kelâmın derecesi anlaşılır." (Mesnevi-i Nûriye)

"Cumhur-u avâmı (halkın çoğunu), bürhandan (delilden) ziyâde, mehazdaki (kaynaktaki) kudsiyet imtisâle (itaate) sevk eder." (Hakikat Çekirdekleri)

Üstâd Bedîüzzaman'ın bu iki ifâdesinden şunu rahatlıkla anlayabiliriz ki bir sözün kuvvet derecesi, ‘kim söylüyor', ‘kime söylüyor', ‘hangi maksatla söylüyor', ‘ne söylüyor' gibi dört şeyle anlaşılır. Sözü söyleyen Allahu Teâlâ (Kur'ân), tefsîrini yapan Bedîüzzaman Hazretleri (Risâle-i Nur), muhâtab başta nefsimiz olmak üzere bütün beşeriyet, mevzu da şu Kur'ân ve îman adına dehşetli asırda Kur'ân ve îman hakikatleri ise, bu maksada hizmet eden Risâle-i Nurların anlayarak ve ihtiyacını hissederek ve tam bir ihlas ile ezberlenmesinin ne kadar lüzumlu ve ilmen ve ahlâken yetişmeye vesile olacağı âşikârdır. Çünkü, Risâle-i Nur, Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın hakikatlerinin çok kuvvetli ispatı, delili ve tefsiridir.

3. EZBERİN İLİM TAHSİLİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'in, her gün iki cüzünü ezberlemek suretiyle hıfzına niyet eder. Kur'ân'ın mühim bir kısmını bu şekilde ezberleyen Üstad, kalbine gelen iki sünûhâttan (kalbe doğan mânâlardan) dolayı Kur'ân'ı ezberlemeye ara verir. Birincisi, bu kadar süratle Kur'ân ezberi, Kur'ân'a hürmetsizliktir. İkincisi ki meselemiz olan ‘ezber meselesi'ne çok ciddi kuvvet veriyor. O da şudur; "Kur'ân hakâikının (hakikatlerinin) hıfzının daha ziyâde lüzûmu var." Onun için, Kur'ân hakikatlerinin anahtarı olacak ve şüphelere karşı muhâfaza ve mukâbele edecek hikmet ve fünûn-u İslâmiyeye dair kırk risâleyi iki senede hıfzına aldı. Hergün bir parça ezberden okumak sûretiyle, hepsini üç ayda ancak devrediyordu. Daha sonra Kur'ân ezberini kaldığı yerden devam ederek tamamlamıştır.

Îman ikiye ayrılır. Birincisi taklidî îman diğeri ise tahkikî îman. Taklidî îman, hiç araştırmadan, delile ihtiyaç duymadan, aklı devre dışı bırakarak etrafındaki insanları taklid ederek elde edilen bir îmandır. Cennet ve cehennem haktır, öldükten sonra tekrar dirileceğiz ve ebedî bir cennet yada cenehhem hayatı bizi bekliyor şeklinde ispat ve delil aramadan ‘işittim ve kabul ettim' tarzında bir itikaddır. Böyle bir îmanı şeytan sekerat anında çok kolay çalabilir. Tahkikî îman ise, araştırmaya, delile, isbata dayanan akıl ve mantık düsturlarıyla elde edilen bir îmandır.

Bu hususta Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri 26. Mektub 2. Mesele'de "Hem îman yalnız ilim ile değil; îmanda çok letaifin (ince latif duyguların) hisseleri var. Nasıl ki bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba (sinir ve damarlara), muhtelif bir surette inkısam edip (taksim edilip) tevzi olunuyor (dağıtılıyor). İlimle gelen mesail-i îmaniye (imânî meseleler) dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta (derecelere) göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ (bunlar gibi), letaif (ince latîf duygular) kendine göre birer hisse alır, masseder (emer). Eğer onların hissesi olmazsa noksandır." demekle aklı bir mideye benzetip akıl midesine gelen îmânî meselelerin bütün his ve duygulara dağıtıldığını ve oraları nurlandırdığını ifâde etmektedir.

Buradan şunu çok rahat çıkarabiliriz: Anlayarak yani aklederek yapılan îmânî ve Kur'ânî hakikatlere âit bir ezber, bütün his ve duygularımızı nurlandırıp, gıdalandırıyor. Nitekim Nur hizmetinde Üstad'ından aldığı bayrağı hakkıyla yeni ufuklarda dalgalandıran Ahmed Husrev Efendi de "Ezber, birikmiş bir hazinedir. Ezberle hakikatler bütün lâtifelere yerleşir, çıkmaz. Az da olsa ezber yapın!" diye hayatta iken yapmış olduğu sohbet ve derslerinde bu hakikatin hep altını çizmiştir.

Bedîüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nûr'un, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi kalpler ve gönüller üstünde husûle getirdiği tesirin sebebi olarak, ne dünyevî ne de uhrevî hiç bir şeye âlet olmadan, sadece rıza-yı İlâhî için bu eserlerin yazıldığını Emirdağ Lâhikası'nda bize anlatır. Madem ki Risâle-i Nûr böyle dehşetli bir zamanda şöyle bir tesiri Allah'ın izniyle vücuda getiriyor, öyleyse Risâlelerdeki îman ve Kur'ân hakikatlerinin her bir cümlesini ezberlemek kasdıyla defalarca anlayarak ve kabul ederek okuyanların akıl, kalp ve ruhlarının ne kadar feyizleneceği, nurlanacağı anlaşılır.

Ezber yapılan metnin eğer mânâsı bilinmezse, yani anlayarak ezber yapılmazsa, ezberden beklenen yukarıdaki faydalar kısmen kaybolur elde edilemez.

Mesela Onuncu Söz Risâlesi'nde geçen "Ebedî bir cemâl, zail bir müştâka râzı olmaz." cümlesi, âhiret âleminin ve cennetin varlığını ispat eden son derece veciz ve mükemmel bir hakikatin ifâdesidir. Bu cümleyi okuyan veya ezberleyen birisi eğer ‘cemâl', ‘zâil' ve ‘müştâk' kelimelerinin mânâlarını biliyorsa, o zaman "Madem ki Cenâb-ı Hakk'ın ebedî bir güzelliği var, öyleyse o ebedî güzelliğe iştiyak ve arzu duyanların da ebedî olması gerekir, fânilere rıza göstermez." şeklinde bu veciz ifâde ile îmânını artırıp ve ‘cennet'in varlık delillerinden birini mükemmel bir tarzda ders alıp zevk edebilir. Bu mânânın avlanmasıyla bütün his ve duygular da bu îman hakikatinden feyzini ve nasibini alacaktır. Fakat eğer bu üç kelimenin mânâları bilinmezse, zikrettiğimiz bu mükemmel îman hakikati büyük bir ihtimalle maalesef anlaşılmadığından kaçırılacaktır.

Aşağıya alacağımız Târihçe-i Hayat'tan ifâdelerden de anlaşılıyor ki Bedîüzzaman Hazretleri de ezbere çok ehemmiyet vermiştir.

"Bilâhare Siirt'e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı. Orada, hârika olarak, Kâmus-u Okyanus'u Bâbü's-Sin'e kadar hıfz etti. Ne fikre binaen Kâmus'u hıfz ettiği sorulduğunda, ‘Kâmus, her kelimenin kaç mânâya geldiğini yazıyor; Ben de bunun aksine olarak, her mânâya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir Kâmus vücuda getirmek merakına düştüm,' cevabında bulundu."

"Mirkat ismindeki kitabı, hâşiye ve şerh olmaksızın hıfz etmeye başladı. Bilâhare eline geçen mezkûr kitabın haşiye ve şerhi ile kendi nokta-i nazarını karşılaştırmış; bütün meseleler muvâfık olup, ancak üç kelime tevâfuk etmemiş. Bu tevcihleri de ulemanın tahsinine mazhar olarak kabul edilmiştir."

4. "UNUTKANLIK HASTALIĞI" VE EZBER

Bedîüzzaman Hazretleri'nin, aşağıya alacağımız ifâdeleri meselemize çok güzel ışık tutuyor kanaatindeyiz.

"Evet, masnuâtta (sanatlı varlıklarda) hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lafz-ı mücessem (cisimleşmiş bir kelime-söz) olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını (isimlerini) okutturmasın. Mâdem şu masnuât (sanatlı varlıklar) elfazdır (kelimelerdir), kelimât-ı kudrettir (kudretin kelimeleridir); mânâlarını oku, kalbine koy. Mânâsız kalan elfâzı, bilâperva (korkmadan) zevâlin (yokluğun) havasına at, arkalarından alâkadarâne (alâka ile) bakıp meşgul olma."

"Söz, mânânın elbisesidir. Lâfz, mânânın kalıbıdır." Yani mânâ gibi soyut ve mücerret bir hakikat, ancak ‘söz' elbisesiyle aklın anlayış sahasına girer, ‘lafızlar' (kelimeler) ile gözle görünür kalıplara dökülür. Lafızlar da sözler de mânâya hizmet eder, onun için vardır. Mânâ iç ve özse, söz ve lafız da kabuktur, elbisedir."

İlim tahsili kasdıyla ve hakikatleri kalp ve ruhumuza nakşetmek niyetiyle yapılan bir ezberin ardından velev ki mânâ ve hakikati omuzlayan ve yüklenen söz ve lafızlar unutulsa da bütün his ve duygulara yerleşen ve kökleşen o hakikatler ve mânâlar oralarda bâki kalır. Yani lafız ve söz unutulsa da mânâsı kalp ve ruhumuza miras kalır.

Ahmed Husrev Efendi talebelerine zaman zaman, "Ezber, birikmiş bir hazinedir. Ezberle hakikatler bütün lâtifelere yerleşir, çıkmaz. Az da olsa ezber yapın!" diyor ve "Efendim unutuyoruz, hâfızamızdan siliniyor efendim!" diyen talebelerine "Varsın silinsin, vakti gelince kendini gösterir kardeşim. Parmağınızla suya yazı yazdığınızda bile suda bir iz bırakırsınız; siz ezberinizi unutsanız bile mutlaka hâfızanızda bir izi kalır" der.

‘Tarihçe-i Hayat'tan aşağıda nakledeceğimiz ifâdeler Bedîüzzaman Hazretleri'nin ezberin önemi ve yapılan ezberi hâfızada tutulması noktasında nasıl bir yol takip ettiği hususunda bize bir fikir verir kanaatindeyiz.

"Molla Said, Bitlis'te iken on beş-on altı yaşlarında idi; henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmuştu. O zamana kadar bütün malûmatı "sünûhat"(kalbe gelen mânâlar) kabilinden olduğu için uzun uzadıya mütâlaaya lüzûm görmezdi. Fakat, o zaman sinn-i bülûğa vasıl olduğundan mı veyahut siyâsete karıştığından mı, her nedense, eski sünûhat yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Bunun üzerine her türlü fenne âit eserleri tetkike koyuldu. Bilhassa dîn-i İslâm'a vârid olan (gelen) şek ve şüpheleri reddetmek için Metali ve Mevâkıf nam eserler ile ulûm-u âliye (sarf, nahiv, mantık gibi âlet ilimleri gibi ilimlere) ve âliyeye (tefsir ve ilm-i kelâm gibi ilimlere) dair kırk kadar kitabı iki sene zarfında hıfz eyledi. Hatta, her gün okumak şartıyla, hıfz ettiği kitapların üç ayda bir kere devrine muvaffak oluyordu."

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Bediüzzaman Haberleri