Said Nursî'nin değil, Mustafa Öztürk’ün çarpıtması

Şahin DOĞAN

Mustafa Öztürk Risale-i Nurlardaki ebced ve cifir kullanımı konulu bir yazısında Bediüzzaman Said Nursî'den iktibas yaparken araya akla seza bir not düşerek gûyâ Said Nursî'nin bir çarpıtmasını ortaya çıkarıyor kendince(!):

"…Bir zaman Benî-İsrail âlimlerinden bir kısmı [Doğrusu: Benî İsrail âlimleri değil, kafir Medine Yahudileri! Çarpıtmaya dikkat. Çarpıtmanın düzeyini görmek isteyenler lütfen eski tefsirlerde Al-i İmran suresinin baş tarafı ile Ruh ayetinin tefsirine bakıversinler. M.Öztürk] huzur-u Peygamberîde sûrelerin başlarındaki elif-lam-mim kef-ha-ayn-sad gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: 'Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır.' Onlara mukabil dedi: 'Az değil.' Sâir sûrelerin baslarındaki mukattaâtı okudu ve ferman etti: 'Daha var.' Onlar sustular…" (https://serdargunes.wordpress.com/2014/09/23/mustafa-ozturk-said-nursinin-sikke-i-tasdik-i-gaybisinden-birkac-cifirli-tevil/)

Said Nursî burada bazı Yahudi âlimlerin hesab-ı cifrî’yi kullanarak yaptıkları ‘bilimsel’ saldırılara karşı Hz. Peygamberin (as) aynen onların silahını kullanarak nasıl karşılık verdiğini anlatır. Öztürk, “Benî-İsrail âlimleri değil, kafir Medine Yahudileri” diyor. Ne demek bu? ‘Kafir Medine Yahudileri’ içerisinde âlim (bilgin) yok mu? Hem cifir gibi ince bir konuyu ‘avam kafir Yahudiler’in değil, ‘âlim kafir Yahudiler’in bilebileceğini/ilgileneceğini açıklamaya gerek yok sanırım.

“Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun” (Enbiya/7) ayet-i kerimesinde geçen “zikir ehli” ifadesinin “Benî-İsrail âlimleri” olduğu ve üstelik bunların kafir ve müşrik Yahudiler oldukları hususunda bütün müfessirler ve Öztürk de dahil bütün meal yazarları hemfikir olduğu üzere Ehl-i Kitap’a mensup bilginleri 'âlim' diye tesmiye etmekte herhangi bir beis görmüyor Kur’an-ı Kerim.

Âlim demek, ‘bilgili, bilgi sahibi, malumatlı kişi’ demek olduğuna göre ‘Yahudi âlim’, ‘Hıristiyan âlim’, ‘Müslüman âlim’ ve hatta ‘Budist âlim’ demek de herhangi bir sakınca yoktur. Acaba Said Nursi onlara ‘âlim’ demekle onların kafir ve müşrik oldukları gerçeğini görmezlikten geldiğini mi zannediyor sayın Öztürk? Eğer durum böyleyse bu su katılmamış bir cehaletten ve dahi kötü niyetten başka bir şey değil.    

Kaldı ki 'âlim' sözcüğünün 'ehl-i İslâm arasında ma'rûf ve mu'teber din bilgini' anlamına hasrı daha çok yenidir. Risale-i Nurların diğer yerlerinde de bu şekilde (müslim-gayr-i müslim bilgin, ilim ehli ve malumat sahibi anlamında) kullanıma rastlamak mümkündür. Mesela Bediüzzaman'ın mu'âsırı (çağdaşı) Ömer Nasuhi Bilmen'in kitabında "...nitekim Protestan âlimleri de bu hakîkati itiraf etmektedirler…" şeklinde bir ifadeye rastlamak çok zor değil. Bu hususla alakalı muhtelif kitaplarda geçen sayısız örnek sıralanabilir.

Şimdi, daha kırk-elli senelik bir anlam daralmasından veya kaymasından yola çıkarak Bediüzzaman merhumu “çarpıtma”yla itham etmek hem âdilce değil, hem dürüstçe değil. Üstelik günümüz dil alışkanlıklarıyla gerçekleşen anlam daralması ve kaymasından evvelki metinleri yargılamak ve mahkum etmek de Öztürk’ün çok sevdiği ve kullandığı tabirle söylersek apaçık bir anakronizm (tarihsel gerçekliği ıskalama) olsa gerek.

Öztürk’ün dediği gibi Al-i İmran suresinin baş tarafı ile Ruh ayetinin tefsirine bakıyoruz, çarpıtmanın düzeyini çok daha net bir biçimde okuyoruz. Ama Said Nursî'nin değil, Öztürk’ün çarpıtmasını. Çünkü bahse konu ayetlerin klasik tefsirlerinde Said Nursî'nin “Benî-İsrail âlimleri” tabirini yanlışlayacak veya yadsıyacak hiçbir ifade yok; bilakis bu tabiri destekleyen onlarca ifade bulabilmek mümkün. Olsa bile klasik tefsirlerde bolca aktarılan rivayet malzemesinden her müfessir kendi kanaatine uygun düşeni tercih etmekte serbesttir. Yani iş eninde sonunda gelip bir tercih meselesine dayanıyor.

Sözgelimi ruh ayeti olarak bilinen ayet-i kerime (İsra/85) ile ilgili klasik tefsirlerde “Ruh” tabirinin “canlılarda hayat kaynağı olan güç veya insanın manevi cevheri” anlamına geldiği yönünde onlarca rivayet varken Öztürk, bütün bunları değil de “Ruh” tabirinin “vahyin mahiyeti” olduğu yönündeki azınlıkta kalan rivayetleri daha ziyade tercihe şayan görür ve ilgili ayete öylece meal verir. (bkz: Kuran-ı Kerim Meali, Düşün y. s.398) Olabilir, hiçbir sorun yok çünkü rivayet malzemesinin seçiminden dolayı hiçbir yorumcuyu kınamaya ve itham etmeye hakkımız yok. Ama ‘ben yaparsam hoş, başkası yaparsa boş!’ yaklaşımı, her defasında ilmi dürüstlükten dem vuran bir akademisyene hiç mi hiç yakışmıyor.

Hasılı, ortada bir çarpıtma varsa eğer -ki bal gibi var- bu Said Nursî'nin değil, Mustafa Öztürk’ün çarpıtması. Mesele bundan ibaret.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (16)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.