Said Nursi Risale-i Nur’da zayıf hadis kullandı mı?

Bediüzzaman Risalelerde zayıf hadisleri neden kullanıyor? Bilgi verir misiniz?

Doç. Dr. Bayram Demir

Said Nursi’nin zayıf hadisle amel konusundaki görüşü, İslam âlimlerinin umumunun görüşüyle örtüşür. Ahkâm ve itikad sahasında zayıf hadisle amel geçerli olmamakla beraber, diğer sahalarda zayıf hadis göz ardı edilemez. Diğerleri gibi Said Nursi de hadisin zayıf veya sahih olmasının izafiliğine dikkat çekmiştir. Nursi, bazı hadislerin zayıf hatta mevzu olduğunun iddia edilmesinin onların doğru olarak anlaşılamadığından kaynaklandığı görüşündedir. Nitekim o, özellikle bu tür rivayetlerin anlaşılmasıyla alakalı bir metodoloji ortaya koymuştur.

SAİD NURSİ’NİN ZAYIF HADİSE YAKLAŞIMI

Bu başlık altında Bediüzzaman’ın eserlerinde yer alan ve hakkında zayıf iddiası bulunan hadisler tek tek ele alınıp değerlendirilme yoluna gidilmeyecektir. Daha çok onun zayıf hadise yaklaşımını gösteren prensip hükmündeki yaklaşımlarına yer verilecektir. Zaman zaman düstur hükmündeki bu yaklaşımı ortaya konulurken, bazı hadisler ve konular bağlamındaki değerlendirmeleri de söz konusu edilecektir.

Bediüzzaman’ın ifadelerinden zayıf hadisi fezail ve menakıbta delil kabul eden genel görüşten ayrılmadığı görülür. Nitekim Mehdi ile alakalı rivayetlere yapılan itirazlara cevap verirken bahsedilen değerlendirmeye rastlamaktayız. Mehdi ile alakalı Risale-i Nur eserlerinde yer alan hadislere yapılan itirazlardan birisi şu şekildedir: “Bunların zayıf ve muztarip olduğunda ittifak vardır. İmam-ı Şâfiî değil mevzuu, mürseli de kabul etmediği halde, Said Şâfiî iken bunları kavl etmesinin hikmeti anlaşılamamıştır.”

Görüldüğü üzere Mehdiyle alakalı hadislere Said Nursi’nin yer vermesine itiraz iki noktadan temellendirilmektedir. Birisi bu hadislerin zayıflığı ve muztarip olmasında ittifak bulunduğudur. Diğeri ise Said Nursi’nin Şafii mezhebinden olmasına rağmen İmam Şafii’ye aykırı olarak zayıf hadisleri delil kabul etmiş olmasıdır.

Nursi bu iki iddiaya şu şekilde cevap vermektedir:

“İttifak olmadığına bin seneden beri ehl-i hadîs ve ümmetçe bu hakikatın devamı kat’î bir delildir. Bu da hatâ içinde bir hatâdır. Hem İmam-ı Şâfiî mürsel ve zayıf hadîsleri ahkâm-ı şer’iyede hüküm çıkarmak için hüccet tutmuyor. Yoksa -hâşâ- ümmetçe kabul edilen hakikatli hadîsleri ahkâmda değil, fezâil-i a’mâlde ve hâdisât-ı İslâmiyede hüccetlerini ve delâletlerini kabul etmiştir.”

Şafii kaynaklarına bakıldığında farklı görüşler olsa da zayıf hadisle amel hususunda genel olarak Said Nursi’nin belirttiği şekilde olduğu görülmektedir. Mürsel hadislerle alakalı da kısaca bilgi vermek gerekirse, Ebu Hanife ve Malik, mürsel hadisi kayıtsız şartsız kabul eder ve onu müsned hadis derecesinde görürler. Onlara göre takdim, ravilerin kuvvetine bağlıdır. Hatta bu iki müçtehit, tebe-i tabiinin mürselini de delil olarak kullanırlar. İmam Şafii ise, mürsel hadisi kabul ederken birtakım şartlar ileri sürmektedir.

Daha önce de vurgulandığı üzere Mehdi ile alakalı Risale-i Nur'da yer verilen hadislere iki yönden itiraz edilmekteydi. Bunlardan birincisi bu hadislerin zayıf ve muzdarip olduğunda ittifak olduğu iddiasıdır. Nursi bu iddianın doğru olmadığını iki sebebe dayandırmaktadır. İkinci sebep, önce dile getirilecek olursa o da İslam ümmetinin Mehdi anlayışını devam ettirmiş olmasıdır.

Said Nursi’nin de belirttiği üzere Mehdi ile alakalı hadislerin zayıflığında ittifak edilmiş olsaydı,İslam alimleri arasında Mehdinin kabulüyle alakalı görüşlerin olmaması gerekirdi. Oysa İsmail Hakkı İzmirli’nin de belirttiği üzere, konu geçmişten beri tartışmalıdır. İzmirli, konunun tartışmalı olduğuna temas etse de konunun başında “Mehdi meselesi her asırda bütün Müslümanlar arasında yaygın olarak bilinen bir konudur”, demektedir. Günümüzde de Mehdi ile alakalı rivayetleri kabul edenler ve etmeyenler vardır.

Hadis ilmi ve tekniği açısından söz konusu hadislerin bütününün zayıf olmadığını ve bu konuda bir ittifak olmadığını ortaya koyan en mühim husus Diyanet İslam Ansiklopedisi “Mehdi” maddesinde de yer verildiği üzere Mâlik b. Enes, Buhârî ve Müslim gibi titiz davranan hadis âlimleri mehdî kelimesinin geçtiği rivayetlere yer vermezken, Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Hâkim ve Taberânî gibi muhaddisler eserlerinde bu tür rivayetleri nakletmiş olmalarıdır. Örnek kabilinden vermek gerekirse Tirmizi, Kitabu’l-Fiten başlığı altında Mehdi ile alakalı rivayetlerin yer aldığı babta bu konuya yer vermiştir. Bab altında iki hadise yer vermiş, bu iki hadisle alakalı olarak da “hasen, sahih” değerlendirmesinde bulunmuştur.

Mehdi ile alakalı rivayetleri kabul etmeyenlerin bu retlerinin temelinde sadece hadislerin senetleri ile alakalı zayıflık iddiası söz konusu değildir. Konunun makul bir zemine oturtulamaması da yatmaktadır. Aslında Nursi’nin “Yoksa -hâşâ- ümmetçe kabul edilen hakikatli hadîsleri…” ifadesi konunun bu yönüne cevap hükmündedir. Yani Nursi’ye göre Mehdi ile alakalı hadisler, konuyla alakalı birtakım gerçekleri ifade etmektedir.

Buraya kadar konu Mehdi ile alakalı hadisler açısından ele alınmış olsa da aslında genel olarak hadisin zayıflığı ve hatta mevzu addedilmesi gibi konuların hadisin senedinin yanında onların doğru anlaşılmasıyla da alakası bulunmaktadır. Hatta sened itibarıyla sahih hadislerle bile amel edip etmemedeki farklı fikirlerin temelinde bazen bu durum yatmaktadır. Aslında Mecellenin külli kaideleri içinde de yer aldığı üzere esas olan “Kelamın i’mali ihmalinden evladır.” prensibidir. Yani bir söze bir mana verilebiliyor ve yorum yapılabiliyorsa, öncelik buna verilmelidir. Yoksa onu yok saymaya değil. İşte Nursi buradan hareketle hadisleri yorumlamakla alakalı bir metodoloji ortaya koymuştur.

On iki asıl şeklinde ortaya koyduğu metodoloji ile alakalı şu ifadeleri bu asılların onun nazarındaki yerini ortaya koyması açısından mühimdir:

“Sevr ve hût’a dair sorduğun sualin bazı risalelerde cevabı vardır. O nevi suallere göre cevap, Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında 'On İki Asıl' namıyla on iki kaide-i mühimme beyan edilmiştir. O kaideler ehâdis-i Nebeviyeye dair muhtelif tevilâta dair birer mihenktirler ve ehâdise gelen evhâmı def edecek mühim esaslardır.”

“Kıyâmet alâmetlerinden ve âhir zaman vukuâtından ve bâzı amâlin fazîlet ve sevaplarından bahseden ehâdîs-i şerîfe güzelce anlaşılmadığından, akıllarına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onların bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmânı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar gitmişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız, 'On İki Asıl'ı beyân ederiz.”

Yine Nursi’nin on iki asıl içinde yer alan şu ifadeleri de bahsedilen metodolojinin sebeplerinden kabul edilebilir:

“Netice-i Kelâm: Ey insafsız ve dikkatsiz ve imânı zayıf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam! Şu 'On Asıl'ı nazara al. Sonra sen, hilâf-ı hakikat ve katî muhâlif-i vâki’ gördüğün bir rivâyeti bahane ederek, ehâdîs-i şerifeye ve dolayısıyla Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mertebe-i ismetine halel verecek îtiraz parmağını uzatma! Zîrâ, evvelâ o 'On Asıl'ın on dairesi seni inkârdan vazgeçirir. 'Hakiki bir kusur varsa, bize âittir.' derler, hadîse râcî olamaz. 'Eğer hakiki değilse senin sû-i fehmine âittir.' derler."

"Elhâsıl, inkâr ve redde gitmek için, şu 'On Asıl'ı tekzib ve iptal etmek lâzım gelir. Şimdi insafın varsa, bu on usûlü kemâl-i dikkatle düşündükten sonra, o aklın hilâf-ı hakikat gördüğü bir hadîsin inkârına kalkışma. 'Ya bir tefsiri, ya bir tevili, ya bir tâbiri vardır.' de, ilişme.”

Onuncu aslın sonundaki bu değerlendirme aslında bütün asıllar açısından bir değerlendirme kabul edilebilir. Said Nursi’nin sert bir üslup kullanıyor olması belki de onun hadisleri zayıf, mevzu şeklindeki değerlendirmeler ve buna bağlı olarak da birçok hadise menfi yaklaşmada aceleci olunmasına yönelik bir tepkidir.

Bu izahlardan sonra Nursi’nin hadisleri anlama meselesine yönelik ortaya koymuş olduğu düsturlar ve kıstaslar zaman zaman değerlendirmeler de yaparak şu şekilde verebiliriz:

Nursi birinci asılda Mehdi ve Süfyan gibi çok meselelerde ihtilafların olması ve bu konudaki rivayetlerin farklılıklar ve zıt hükümler ihtiva etmesini imtihan hikmetine bağlar. Zira onun anlatımına göre;

“Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi, ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyle ise, ileride herkese göz ile görülecek vukuâtı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhûl kalsın, ne de bedihî olup, herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyârı elinden almayacak. Zîrâ, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i Kıyâmet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zâyi olur.”

İkinci asılda kanaatimizce mühim bir konuya parmak basılmaktadır. O da İslam’la alakası kurulacak konuların ve bunların ihtiva hükümlerin, bilgilerin her birisinin gerek ayetlerle gerekse hadislerle alakası kurulurken aynı seviyede olmak zorunda olmadığıdır. O bu meseleyi şöyle dillendirmektedir:

“Mesâil-i İslâmiyenin tabakàtı vardır; biri bürhan-ı katî istese, diğeri bir zann-ı gàlibî ile iktifâ eder, başkası yalnız bir kabul-ü teslimî ve reddetmemek ister. Öyle ise, esâsât-ı imâniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuât-ı zamâniyenin herbirinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir bürhan-ı katî istenilmez. Belki, yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir.”

Nursi’nin bir konunun İslam açısından değerlendirilmesi ile alakalı olarak yukarıdaki ifadelerini meselenin anlaşılmasına yardımcı olacağı kanaatiyle delilden, onların ifade ettikleri şey olarak farklı bir anlatımla ele almak da mümkündür. Öncelikle şunu belirtmekte fayda vardır. Bir meseleyi ortaya koyan nakli delillerin iki yönü vardır ki, bu da onların ortaya koyduğu meseleye kuvvet kazandırırlar. Bunlardan birisi delilin sahibine aidiyeti ki buna nassın sübutu da denilmektedir. Diğeri ise delilin yani nassın konuyu ifade etmedeki netliği, buna da nassın delaleti denilir. Kur’an ve Sünnet nasları yani ayetler ve hadisler bu konuda farklılıklar gösterirler. Bu farklılıklar da onlardan elde edilen hükümlere yansır. Mesela Hanefiler, bir fiilin yapılmasını kesin ve bağlayıcı tarzda gösteren delil kat’i ise buna farz, zanni ise vacip demektedirler. Farzı inkâr kişiyi dinden çıkarır, tekfir sebebi olur. Vacibi inkârı ise kişiyi dinden çıkarmaz.

Görüldüğü üzere bir meselenin imani bir mesele diğer ifadeyle inkârı kişiyi küfre sokan bir mesele olabilmesi için onu ortaya koyan delilin veya burhanın kati olması gerekir. Bunun dışındakilerin ise böyle bir mecburiyeti yoktur. Hele ahkâmla alakalı olmayan tarihte meydana gelmiş veya geleceğinden bahseden nakillerde ise böyle bir mecburiyet yoktur. Mesela 19. yüzyılın II. yarısında Anadolu’ya gelen İngiliz asıllı W.J. Hamilton’un günlüğüne tarihi anlatımlarda yer verilir. Hamilton bir İngiliz olması sebebiyle taraflı olması ihtimali vardır. Ne kadar doğru bir insan olduğu da çok araştırılmış değildir. Hadis rivayetlerinde gerek raviyle alakalı gerekse metinle alakalı esaslar bu şahısla alakalı olarak pek gündeme getirilmez. Bütün bunlara rağmen onun anlattıklarına tamamen alakasız kalınmaz.

Buraya kadar anlatılanlardan Nursi’nin zayıf hadisleri meğazi ve istikbalde vuku bulacak hâdiseleri dikkate aldığını gördük. Onun aynı zamanda doğru anlaşılmadığından birçok rivayete zayıf veya mevzu denilmesinden de rahatsız olduğu anlaşılmaktadır. Ama bütün bunlar onun her rivayeti de olduğu gibi kabul ettiği manasına gelmemektedir. Zira bazı rivayetlerde yer alan ve izahı mümkün olmayan hususlarla alakalı tespitte de bulunmaktadır. Onun bu yaklaşımını doğrunun içine karışmış yanlışı ayıklama fiili olarak değerlendirmek mümkündür. Üçüncü, dördüncü ve beşinci asıllar bu şekilde hadis metninden olmayıp, sonrakiler tarafından hadis metninden zannedilen ifadelerin hadis metninden ayıklanmasına yöneliktir.

Nitekim o, üçüncü asılda bazı rivayetlerdeki hakikate zıt bilgilerin kaynağının Sahabe döneminde Müslüman olan Yahudi ve Hıristiyan âlimler olduğuna temas etmektedir. Bu kişilerin eski bilgilerinin kendileriyle beraber Müslüman olmasından bahseder. Böylece hakikate aykırı eski malumatların İslamiyet’in malı olarak tevehhüm edildiği tesbitinde bulunur.

Nursi’nin yaklaşımında geçerli olan, bu şekildeki bilgilerle irtibatlandırılan rivayetleri reddetmek yerine, bu yanlış malumatların tespit edilip bu kısmın reddedilmesidir.

Dördüncü asılda ise hadis metninden olmayan, hadis ravilerinin bazı sözleri ve istinbat ettikleri manaların hadis metninden zannedildiğine dikkat çekilmektedir. Hâlbuki insan hatasız olmadığı için, hakikate aykırı bazı sözleri ve yorumları olabiliyor. Hadisin aslından olmayan bu fazlalıklar hadisten zannedilerek hadisin zayıflığına hükmedilebiliyor. Nursi’nin umumi olarak hadisleri değerlendirme tekniğine bakıldığında ona göre yapılması gerekenin, bu fazlalıkları tespit edip, metnin hadis olan kısmını anlamlandırmaya çalışmak olduğu söylenebilir.

Nursi’nin Beşinci asılda belirttiği üzere aslında hadis metninden olmayıp daha sonra hadis metninden zannedilen diğer bir mesele de, ilhama mazhar olan bazı hadisçilerin anladığı manaların hadis metninden zannedilmiş olabilmesidir. Oysa bazı arızalar sebebiyle ilham-ı evliyada hata ve hakikate aykırılık olabilir.

Altıncı ve Yedinci asıllarda direkt hadis metinlerini anlamayla alakalı bir probleme parmak basılmakta ve çözümü dile getirilmektedir. Altıncı asılda hadislerde geçen atasözü ve deyimlere yer verilmektedir. Nursi’ye göre hadislerde geçen atasözü ve deyimlerin hakiki manalarında hata olabilir. Buradaki hata insanların bu deyimleri bu şekilde kullanmaları ve sonraki nesillere aktarmalarından kaynaklanır. Zaten doğru olan da onların hakiki manalarını dikkate almak değildir. Doğru olan, ne maksatla kullandıklarını tespit etmeye çalışmak ve hadisleri bu şekilde yorunlamaktır.

Fıkıh usulünde yer aldığı üzere bir kelime, kendisi için konulduğu manada kullanılıp kullanılmaması yönünden hakikat, mecaz, sarih ve kinaye kısımlarına ayrılmaktadır. Bir kelimeye ait bu mana türlerinden hangisinin kastedildiğini tespit mühim bir meseledir. Mecelle’nin 60. maddesinde belirtildiği üzere, hakiki manayı anlamak mümkün olmadığında kelimenin mecazi manasına gidileceği bir kaide ve düstur olarak kabul edilmektedir. Ancak Nursi’nin de yedinci asılda belirttiği üzere, her zaman rivayetlerde yer alan kelimelerin anlaşılmasında söz konusu kaidenin başarıyla uygulandığı söylenemez. Nitekim onun da belirttiği gibi “Pek çok teşbih ve temsiller bulunuyor ki, mürûr-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkkî ediliyor. Hataya düşer.”

Gerçekten hadislerde yer alan teşbih ve temsillerin birer teşbih ve temsil olduğunun farkına varılmayıp hakiki manaları verilmeye çalışılırsa, hakikate zıt manalar ortaya çıkacaktır. Bu da hadisin akla aykırı olduğu, dolayısıyla zayıf ve mevzu iddialarına kapı açacaktır. Said Nursi Yedinci asılda mevzu ile alakalı iki rivayeti misal olarak vermekte ve bunlarda yer alan teşbih ve temsillerden hareketle o iki rivayeti yorumlamaktadır. Söz konusu rivayetlerden birisi; “Arz, sevr ve hût üzerindedir.” hadisidir. Diğeri ise; “Bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti ki: 'Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, tâ ancak bu dakika cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.'" şeklindeki Allah Rasulü’nün (s.a.v) ifadesidir.

Sekizinci asılda naslarda kıyametin vaktinin kesin olarak belirtilmemesinin ve yakın olarak ifade edilmesinin, her asırda hemen hemen alametlerinin çıkmış olduğu kanaatinin oluşmasının, özellikle de sahabenin bu yöndeki bakışlarının nasıl değerlendirilmesi gerekeceği üzerinde durulmuştur. Diğer taraftan Deccal ile alakalı rivayetlerin bir kısmının dünyanın farklı yerlerindeki gece gündüzün uzunluklarıyla, özellikle kuzey kutbuyla, bazılarının ise tren ve televizyon gibi teknolojik gelişmelerle bağlantılı olduğu yönünde yorumlar yapmaktadır. Bu açıklamalar gösteriyor ki, özellikle Mehdi ve Deccal gibi meselelerdeki rivayetler İslam’ın bütün dönemleriyle alakalı olduğu ve bütün bu dönemlere yönelik maksat ve hikmetler ihtiva ettiği için, alakalı rivayetleri yorumlarken bu durumlar dikkate alınmalıdır. Bu tür rivayetlerin her asırdaki Müslümanları uyarmak ve uyanık tutmak gibi bir gayesi olması sebebiyle, Allah Rasulü tarafından her asra hitap edecek şekilde kapalı olarak ifade edilmişlerdir. Sekizinci asılda Ye’cüc, Me’cüc ve sedle alakalı naslara yönelik itirazlara cevaplar verilmektedir. Bu cevaplarda, çekirge felaketlerinin aniden ortaya çıkması gibi toplumlar içinde potansiyel varlığını sürdüren sosyolojik hâdiselerin de aniden gelişip ortaya çıkabileceğine dikkat çekilmektedir.

Dokuzuncu asılda "Dünyanın Cenâb-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler." rivayeti ile amellerin faziletlerine yönelik hadislerin anlaşılması üzerinde durulmaktadır. Özellikle birinci rivayetle alakalı olduğunu söyleyebileceğimiz değerlendirmesinde Nursi şöyle demektedir: “Mesâil-i imâniyeden bir kısmın netâici, şu mukayyed ve dar âleme bakar, diğer bir kısmı geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar.” Nursi’ye göre varlık âlemi ve alakalı naslar değerlendirilirken konunun dünya ve ahiret bağlantıları çok doğru anlaşılmalıdır. Meselenin bu yönü anlaşılmadan alakalı nasları doğru anlamak mümkün olamayacaktır.

Bu asılda, bazı sürelerin Kur’an-ı Kerim’le kıyaslanması şeklindeki rivayetlerin anlaşılmasına yönelik değerlendirmelerde bulunulmaktadır. Amellerin fazilet ve sevaplarıyla alakalı hadis-i şeriflerin bir kısmı, bazı amellerin yapılmasına bazılarından da sakındırılmasına uygun bir tesir kazandırmak için belağatlı bir anlatım metoduyla gelmiştir, denilmektedir. Bunlardaki belağata dikkat etmeyen veya buradaki belağatı anlamamış olanlar diyebileceğimiz bazı kişiler, bu riyavetlerin gerçek manalar ihtiva etmediği, tam tersine abartı olduğu kanaatine varmışlardır.

Nursi’nin bakış açısına göre, bu rivayetlerde mübalağa ve ölçüsüzlük söz konusu değildir. Tam tersine ona göre tohumlar ve onlardan ortaya çıkan sümbüller örnekleriyle de açıkladığı gibi, Kur’an harflerinin her bir harfinin normal olarak bir sevabı bulunmakta, değişik bir takım şart ve durumlara bağlı olarak bu sevap kat kat olabilmektedir. Dolayısıyla Kur’an’ın harflerinin her birisinin normal sevabı bir nevi hadislerce bir ölçü haline getirilmiş. Buradan hareketle belirli şart ve durumlarda bu sevabın nasıl kat kat olabileceği yönünde zihinlerde bir hesaplama sistemi oluşturulmuştur. Alakalı yerdeki izahı üzere değerlendirildiğinde bu rivayetlerin ince, güzel ve aynı zamanda gerçek manaları taşıdıkları anlaşılır. Bu rivayetlerde geçen sevaplarla alakalı miktarların, mübalağalı ve ölçüsüz olmadığı görülür.

Onuncu asılda "Kim iki rekât namazı filân vakitte kılsa, bir hac kadardır." misalinde olduğu gibi, belirli zamanlarda yapılan ibadetlerin sevaplarıyla alakalı yaklaşım tarzının nasıl olması gerektiği üzerinde durulmaktadır. Nursi, bu neviden olan rivayetlerin imkân itibarıyla umumilik ifade ettiğini, gerçekleşme itibarıyla ise herkesi kapsamadığını şöyle dile getirmektedir:

“İşte iki rekât namaz bâzı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattir. Her bir iki rekât namazda bu mânâ külliyet ile mümkündür. Demek şu nev’deki rivâyetler, vukuu bilfiil dâimî ve küllî değil. Zîrâ, kabulün mâdem şartları vardır; külliyet ve dâimîlikten çıkar. Belki, ya bilfiil muvakkattır, mutlaktır veyahut mümkinedir, külliyedir. Demek şu nevi ehâdisteki külliyet ise, imkân itibariyledir.”

Akla, hadislerde bu şekilde bir ifade tarzının neden kullanıldığı, sorusu gelebilir. Aslında daha önce de bazı yerlerde belirtildiği üzere,, kısa bir cevap vermek gerekirse mükellefleri teşvik etmektir diyebiliriz. Said Nursi, bu durumu kendi üslubuyla şöyle dile getirmektedir:

“Ekser tâife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’âl ve a’mâl-i beşeriyede bâzı hârika ferdler bulunur. O ferdler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medâr-ı fahrlarıdır; yoksa, medâr-ı şeâmetleridir. Hem, gizleniyorlar; âdetâ birer şahs-ı mânevî, birer gàye-i hayal hükmüne geçerler. Sâir ferdlerin her birisi o olmaya çalışır ve o olmak ihtimâli var. Demek o mükemmel hârika ferd, mutlak, mübhem bulunup, her yerde bulunması mümkün. Şu ibhâm itibâriyle, mantıkça kazıye-i mümkine sûretinde külliyetine hükmedilebilir. Yani, her bir amel şöyle bir netice verebilmesi mümkündür.”

Nursi’nin ifadesince, istenilen şeylerde, bahsedildiği gibi bir üslub kullanıldığı gibi sakındırılması gerek hususlarda da aynı üslubun geçerliliğinden bahsedilebilir.

Onuncu asılda üzerinde durulan diğer bir husus, “Bunu kim okursa ona Musa ve Harun’un sevabı kadar verilir.” tarzındaki rivayetlerdir. Misallerle izah ettiği üzere, bu tür rivayetlerde kastedilen gerçekten Musa (a.s) ve Harun’a (a.s) ait sevaplarının hakikatteki miktarının tamamı değildir. Teşvikin muhatabı olan kişinin zihin ve hayal dünyasında hayal ettiği Musa ve Harun aleyhimüsselama ait miktarın verileceğidir. Sevap ve faziletin nur âleminden olduğuna vurgu yapan Nursi, nur âleminde bir alemin, bir zerreye sığışabileceğini belirtir. Onun ifadesiyle, nasıl ki bir zerrecik bir şişede, gökteki yıldızlarla beraber görünebilir. Öyle de, halis bir niyyet ile şeffaflık kazanan bir zikir veya ayet içinde gökler büyüklüğünde nurani sevap ve fazilet yerleşebilir.

On Birinci asılda Kur’an-ı Hakim’in müteşabihatı olduğu gibi hadislerin de müteşabih ifadeler ihtiva edenleri olduğu belirtilmektedir. Müteşabih olan ifadeler tevil edilebiliyorsa tevil edilir, edilemiyorsa reddedilmez, teslim olunur. Ayetlerde müteşabih olduğu gibi hadislerde de müteşabih olduğu dikkate alınmaz ise, mana verilemeyen hadislerin zayıf veya mevzu olduğu şeklinde yanlış neticelere gitmek ihtimali vardır. Elbette bu tevillerin doğru yapılabilmesi için de Nursi’nin uyuyan adam ile uyanık adam misalinde olduğu gibi, farklı bir disiplin olan felsefenin ölçüleri esas alınmamalıdır. Yine söz konusu tevilleri yapanın da kalben uyanık olması gerekir. Zira Nursi’nin ifadesince: “İşte bu nevmâlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe elbette hakàik-ı nübüvvete mihenk olamazlar.”

On İkinci asılda Kur’an ve Sünnet kaynaklı ilimlerin bakış açısıyla felsefenin bakış açılarının farklı olduğu, dolayısıyla felsefenin bakış açısı ve değer ölçüleriyle İslami ve imanî meseleleri değerlendirmenin doğru bir yaklaşım tarzı olmayacağına vurgu yapılır. Nursi’ye göre nübüvvetin, tevhidin ve imanın bakış yönü vahdet, ahiret ve ulûhiyet olduğu için hakikatleri bu doğrultuda görür, değerlendirir. Felsefeciler ve felsefe ise kesrete, sebeplere ve tabiata bakar, değerlendirmesini bu doğrultuda yapar. Görüldüğü üzere bakış noktaları birbirinden farklıdır. Aynı zamanda maksat yönünden de aralarında tam bir örtüşme söz konusu değildir. Felsefecilerin en büyük maksadı, imanla alakalı ilimleri ifade eden usulu’d-din ve kelamla meşgul olan alimler açısından belki de dikkate alınmayacak kadar küçük ve ehemmiyetsizdir.

Said Nursi’ye göre felsefeciler, mevcudatın mahiyetinin ayrıntılarında, özelliklerini inceliklerinde çok ileri gitmişlerdir. Ancak onlar, ilahi ve uhrevi yüksek ilimlerde sıradan bir müminden geridirler. Bu sırrı anlamayanlar, hakikatleri araştırıp bulan İslam alimlerini, felsefecilere nisbeten geri zannediyorlar. Nursi’nin kendi ifadesince “halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i Nübüvvet ile makàsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler?”

Bu son asılda belirtildiği üzere, ilmi disiplinlerin kendi maksatları, yaklaşım tarzları, kaide ve prensipleri dikkate alınmaz ise hata yapılmış olur. Bilim dallarının bazı ortak konularının olması bu gerçeği değiştirmez. Kur’an ve Sünnet’e dayalı olarak gelişmiş, bu iki kaynaktan kaide ve yaklaşım tarzlarını çıkarmış olan ilim dallarının kriterleriyle değil de felsefe ve yeni gelişen akımlar esas alınarak naslar değerlendirilecek olursa, söz konusu yorum ve yaklaşımlar bizleri hatalı neticelere götürebilecektir. Elbette diğer bilim dallarından istifade edilebilir. Ancak Nursi’nin de vurguladığı üzere asıl olan Kur’an ve Sünnet’in kendi temel gayesi ve yaklaşımıdır.

Zayıf hadisle amelle alakalı metodoloji kapsamında kabul edilebilecek prensiplerden birisi de Nursi’nin ifade ettiği üzere, “Kavi ile ittifak eden, kavileşir” kaidesidir. Said Nursi, On Dokuzuncu Mektupta, Allah Rasulü’nün (s.a.v) yiyecek maddeleriyle alakalı gösterdiği ve onun nübüvvetine delalet eden on hâdiseye yer vermektedir. “Mu’cizât-ı Nebeviyenin bereket-i taam hususunda olan kısmından birkaç kati ve mânen mütevatir misaline işaret edeceğiz” cümlesiyle başlayan on misalin akabinde şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Bir Nükte-i Mühimme: Malûmdur ki, zayıf şeyler içtimâ ettikçe kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte, on beş envâ-ı mu’cizâttan yalnız bereket kısmındaki mu’cizâtı ve o kısmın on beş kısmından ancak bir kısmını, on beş misalle gösterdik. Her bir misal, tek başıyla nübüvveti ispat eder bir derecede kuvvetliydi. Farz-ı muhal olarak, bunların bir kısmını kuvvetsiz saysak da yine kuvvetsiz diyemeyiz. Çünkü, kavî ile ittifak eden kavîleşir...”

Fukahanın zayıf hadisle amel etmeleri hususunda söylenenlerle birlikte burada anlatılanlar birlikte düşünüldüğünde belki de “kavi ile ittifak eden, kavileşir” şeklinde dile getirilmemiş olsa da fukahanın da bu yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir.

Netice

Makalemizde aynı manada kullandığımız, Allah Rasulü’nün (s.a.v) söz, fiil ve tasdik etmelerinden ibaret olan hadis ve sünnet, İslam’la irtibatlandırılan bütün ilim dallarında çeşitli seviyelerde tesir icra etmiştir. Aynı zamanda hayatımızdaki yeri itibarıyla da vazgeçilmez bir yer teşkil eden hadisle alakalı karşılaşılan ve belki de en önemlisi diyebileceğimiz üç hususu bir cümleyle ifade etmek gerekirse, hadisin sıhhati, anlaşılması ve tatbiki diğer ifadeyle hadisle ameldir. Bu üç konunun birbiriyle sıkı bir irtibatı olduğu da bir gerçektir.

Hadisin zayıf olarak kabulü, sened ve ravilerin değerlendirilmesinden kaynaklandığı gibi, senedin metninin diğer naslarla çatıştığı ve makul bir zemine oturmadığı kanaatinden de kaynaklanmaktadır. Bütün bu hususlardaki değerlendirmelerin de az veya çok izafilik/değişkenlik içerdiği durumlarda olabilmektedir. Said Nursi’nin de bu değişkenliğe dikkat çektiğini görmekteyiz.

Nursi’nin özellikle dikkat çekici olan yönünün metin yönünden diğer naslarla ve akılla çeliştiği ileri sürülen ve bu sebeple itiraz konusu olmuş hadisleri doğru anlamaya yönelik bir metodoloji geliştirmiş olmasıdır. Söz konusu metodolojiyi de bizzat bahsedilen sebeplerden dolayı itiraza uğramış hadisler üzerinde uygulamıştır. Onun, söz konusu hadislerin değerlendirilmesine Risale-i Nur külliyatının değişik yerlerinde temas ettiği görülse de bu metodoloji özellikle Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında on iki asıl şeklinde ortaya konulmaya çalışılmıştır.

Said Nursi’nin metodolojisinde, imkân nispetinde hadislerle amelin esas alındığı görülse de her rivayeti de olduğu gibi kabul diye bir yaklaşım tarzı yoktur. O, hadislerin içine karışmış, aslında hadisin metninden olmayan ifadelerin ayıklanması yönündeki bir yaklaşıma da metodolojisinde yer vermiştir.

Zayıf hadisle amel konusunda farklı görüşler olsa da ağırlıklı, hatta bazılarının ifadesince ittifak edildiği söylenen husus ahkâm konusunda delil olmadığı, bununla beraber Hz. Peygamber’in hayatını ve şahsiyetini, tebliğ faaliyetlerini, siyasî ve askerî mücadelelerini konu alan bilim dalı manasında meğazi ve siyer konusunda müracaat edilen bir kaynak olabileceğidir. Aynı şekilde aslı Kur’an ve Sünnet’in sahih naslarında bulunan, fakat ayrıntı hükmündeki hususlarda da teşvik veya sakındırma niteliğinde delil olabilmektedirler. Said Nursi’nin yaklaşımı da bu doğrultudadır. Aslında genel olarak yukarıdakilerin içinde değerlendirilebilecek, olan ancak Nursi’nin dikkat çektiği diğer bir husus da ileride meydana gelecek hâdiseler hakkında da imanı icap ettiren bir zorunluluk olmaksızın, bir kanaat ve kabul niteliğinde zayıf hadislere müracaat edilebilir.

Bütün bunların ötesinde belirli bir hadisin bahsedildiği üzere zayıf olup olmamasıyla alakalı onu değerlendirenler açısından farklılıklar bir tarafa, İslam hukukçularının zaman zaman zayıf hadisi destekleyici bir delil olarak kullandığı da söylenebilir. Said Nursi’nin "Kuvvetli ile zayıf kuvvetlenir." sözünü de bu doğrultuda değerlendirmek mümkündür.

Sorularla Risale

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Bediüzzaman Haberleri