Şahsi hukuk ile umumi hukuku ayırt etmek

Afife ARTIK

Kastamonu Lahika Düsturları-32

Duaların en ziyade makbul olduğu vakitlerden biri şüphesiz Ramazan ayıdır. Bir duanın külliyet kesb etmesi, pek çok kişinin daimi bir surette dua etmeleri de duanın kabule karin olmasının sebeplerindendir.

Kastamonu Lahikasının 19. Mektubunda İslam'ın şeairine dehşetli taarruzların olduğu bir vakitte hem Ramazan’da hem de pek kesretli ve mahzunane olarak daimi yapılan duaların aşikâre kabulleri görülmemesinin sebeplerinden biri üzerinde duruluyor. Ehl-i Sünnet’in selameti ve kurtuluşu için daimi bir surette yapılan duaların aşikare kabulleri görülmüyor çünkü öyle bir hal var ki bu umumi musibetin devamına ve hatta şiddetlenmesine sebeb oluyor. Peki kadere fetva vererek “biz buna müstehakız” demek manasına gelen bu dehşetli hata nedir?

Bir insan kendisine karşı yapılan bir haksızlığı, bir zulmü affedebilir ama umumun hukukuna karşı işlenen bir suçu affedemez. Affetse zulme taraftar ve ortak olur. “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin…”[i] emirine muhalefet etmiş olur. Kişinin kendisine karşı işlenen bir suçu affetmesi fazilet iken umuma karşı işlenen bir suçu affetmesi ise hıyanettir.

Kastamonu Lahikasındaki bu mektubun yazıldığı hengamda şeaire (ezan, tesettür gibi ) ciddi bir saldırı var. Şeairi tamamen ortadan kaldırmak niyetiyle sistemli ve komiteci bir çalışma yürütülüyor. Şeair umum âlem-i İslamı ilgilendirdiğinden bu saldırı umumi hukuka tecavüz mahiyetinde. Bir mü’minin kendine karşı işlenen suçu affetme salahiyeti vardır ama şeaire karşı işlenen suçu affetmesi söz konusu olamaz. Affederse bütün Müslümanların hakkına tecavüz etmiş olur.

“Binler Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir.” [ii]

Bazı safdil Müslümanlar dünyevî menfaatler ve şeaire saldıranların dünya hayatıyla ilgili bir iyilikleri için onları affediyor ve onlara taraftarlık gösteriyorlar. Böylece aslında azınlıkta olan müfsid ve muharribler ekseriyet teşkil ederek ekseriyetin hatasına terettüb eden musibetin de devamına sebeb oluyorlar. Onların taraftarlığı yüzünden ehl-i dalalet ve tuğyan kuvvet kazanıp ehl-i İmanı mağlub ediyor.

Bu noktada safdilane bir şekilde, İslam'a zarar veren canileri affetmemek, onlara taraftar olmamak ciddi bir düstur olarak karşımıza çıkıyor. Bazı ehl-i imanın İslama karşı dehşetli suç işleyenleri affetmeleri, dünya hayatına ait menfaatlerini gözetmekten veya korkudan veyahut da tama’dan kaynaklanıyor. Bu davranışlarıyla dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmiş oluyorlar. Halbuki ahiret hayatını dünya hayatına her daim tercih etmek esastır. Ancak kat’i bir zaruret varsa (can tehlikesi gibi) muvakkaten dünya hayatı ahirete tercih edilebilir. Heva ve heves ile, küçük bir menfaat ile veya hafif bir korku ile dünyayı ahirete tercih etmeye şer’an izin yoktur.

Kastamonu Lahikasında, dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmeye dair pek çok mektublar var. Bediüzzaman, bu durumu şiddetli bir hastalık olarak tarif eder:

“…âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı âhirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı ve musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî mü'minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatâda bulunuyorlar.”[iii]

Şahsına karşı işlenen suçları affetmek, Allah’ın dinine karşı, umuma karşı işlenen suçlara ise asla müsamaha göstermemek peygamberlerin ve Allah dostlarının mümeyyiz vasıflarındandır. Peygamberlerin hayatında buna dair pek çok hâdiseler yaşanmıştır. Peygamberimiz Aleyhissalatü vesselam Mekkeli müşriklerin kendi şahsına karşı zulümleri için onlardan intikam almamış aksine Mekke’nin Fethinde onlara eman vermiştir. Yusuf Aleyhisselam’ın kendisini kuyuya atan kardeşlerini affetmesi de yine şahsi hukuk noktasında affediciliğin misallerindendir. Allah’ın dinine karşı işlenen suçlar ise umuma taalluk ettiklerinden, peygamberler bu konuda asla müsamaha göstermemişlerdir. Zira hukuk-u umumiye bir nevi hukukullah hükmündedir.

Umumî hukuku korumak adına Peygamberimizin (asm) ne derece hassas olduğunu gösteren bir rivayet:

“Hz. Peygamber, toplumun hakları söz konusu olduğunda suçlu kim olursa olsun onu bağışlamaz, bu hususta kimsenin aracılığını kabul etmez, suçlu kendi çocuğu dahi olsa onu cezalandıracağını söylerdi” (Buhârî, Fezâʾilü ashâbi’n-nebî 18).

Peygamber ahlâkı ile tahalluk etmiş olan Bediüzzaman Said Nursî de kendisine yapılan dehşetli zulümler için intikam almamakla beraber Nur Talebelerine de kendisinin intikamını almamalarını vasiyet etmiştir. Şahsına yapılan zulümlerin şiddeti, Bediüzzaman’ın affediciliğinin enginliği hakkında fikir verir. Esasen onun şahsına yapılan zulümler tamamen dine düşmanlıktan neş’et ettiği için umumî hukuka karşı işlenmiş suçlardır. Nitekim bazı hadiselerde kendisine zulmedenlerin başına gelen feci akıbet için Bediüzzaman “ben affettim ama anlaşıldı ki Kur’an affetmemiş” demektedir. Kendisinin hizmeti sırf Kur’an namına olduğundan ve hizmeti için ona taarruz edildiğinden bu taarruz doğrudan doğruya Kur’ana yapılmış gibidir ve Cenab-ı Hakk’ın “onu biz indirdik ve biz koruyacağız”[iv] vaadinin şümulüne dahildir.

Lahika mektublarında şahsî hukuk noktasında affedici olmaya dair pek çok parçalar vardır. Bediüzzaman talebelere, Kur’an hizmetinin azameti ve ehemmiyeti için her zaman şahsî kusurların affedilmesini salık vermiştir. Şahsî hukuk noktasındaki feragatin umumî hukukun muhafazası için önemini vurgulamıştır. Bunun pek çok misallerinden ikisi : “Risale-i Nur'un hatırı için Risale-i Nur şakirtlerinin mabeynindeki tefanî, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturuyla bu iki kardeşim, dünyevî ve cüz'î ve hissî şeyleri medâr-ı münakaşa etmesinler.” [v]

“Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: ‘Biz, değil böyle cüz'î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risale-i Nur'un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait herşeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz.” [vi]

Bediüzzaman 31 Mart hadisesinde askerleri umumî hukuku muhafaza hakkında böyle uyarmıştı: “Ey asakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon İslâmın nâmusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhidi, bir cihette sizin itaatinize vabestedir. Sizin zabitleriniz bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle üç yüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz.” [vii]

Bediüzzaman, şahsına karşı haksızlık edenleri ifşâ etmez, isimlerini vermez ve affeder. Kendisinin gıybetini yapan ihtiyar şeyhin ismini vermediği gibi. Fakat umumi hukuka taalluk eden hususlarda durum böyle değildir: “Mûsâ Bekûf ise, ziyade teceddüde taraftar ve asrîliğe mümâşâtkâr efkârıyla çok yanlış gidiyor. Bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış tevillerle tahrif ediyor..” [viii]

Umumî hukukun ihlali konusunda emsali kesretle vuku bulan bir misal:

“İ'lem ey hitabet-i umumiye sıfatıyla gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeâir-i İslâmiyeye zıt ve muhalif olan herzelerle İslâmiyeti lekelendirmeye kat'iyen hakkın yoktur. Seni kim tevkil etmiştir? Fetvâyı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına, İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalâletini neşir ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme! Dalâletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü'minînin kabul etmediği bir şeyin gazeteyle ilânı, milleti dalâlete dâvettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin, belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!” [ix]

Netice olarak; şahsî hukukta müsamaha, umumî hukukta ise salabet ve taviz vermemek Kastamonu Lahikasında zikredilen önemli bir düstur olarak karşımıza çıkıyor.

[i] Hud Suresi 11. Âyet

[ii] Kastamonu Lahikası s. 96

[iii] Tarihçe-i Hayat s.381 (erisale)

[iv] Hicr Suresi 9. Âyet

[v] Emirdağ Lahikası 1 s.126 (erisale)

[vi] Kastamonu Lahikası s.289 (erisale)

[vii] İlk Dönem Eselleri s. 394 Divan-ı Harb-i Örfî (erisale)

[viii] Lemalar s. 433

[ix] Mesnevi-i Nuriye s. 117

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.