Şahs-ı manevi

Afife ARTIK

Risale-i Nur’un yolu Veraset-i Nübüvvet mesleği olduğu için ne kadar kabiliyetimiz olduğundan daha fazla önemlidir o kabiliyeti şahs-ı manevi havuzuna katıp katmadığımız.

Yirmi Dördüncü Söz’deki raşha, katre ve zühre misalini okuyunca insan hemen kendine bakma ihtiyacı duyuyor acaba zühre gibi nefsim kesafet mi peyda etmiş, yoksa katre gibi kamere mi takılmışım ya da doğrudan güneşe safi bir ayine olan reşha gibi miyim? Bu tefekkür beni pek açmadı geçtim şu tefekküre:

Evet ben zühre gibi olabilirim ama yolum reşha yoludur. Eğer tam bir sadakat ile bu yolda gitmeyi başarırsam ve Nurlardan nurunu aldığı için nurlu görünen kamer misallere takılmamayı da başarabilirsem nefsim ne kadar müflis ve adi de olsa; insan-ı kamil ismine layık olan bu şahs-ı manevinin bir uzvu olabilirim.

Nasıl ki kainatta her hangi bir ferde bakarken nev’i ile beraber bakmayı ikinci şuadan öğrendim; kendime bakarken de tek olarak bakmayayım öyle ise. Kendime insan nevinin bir ferdi ve şahs-ı manevinin bir uzvu olarak bakabilirsem birden vücut dairem genişliyor. Yetimlikten ve gurbetten ve tek kalmaktan kurtuluyorum. Daha geniş bir anlam kazanıyorum. Anlamlı bir bütünün, o bütün içinde bir değer ifade eden bir parçası oluyorum.

Bu nazar tek başıma ne kadar anlamım olduğu ve ne kıymetim olduğunu daha önemsiz hale getiriyor. (elbette Allah canibinden kendine bakınca işin rengi başka da olabilir) Sadece kendini merkeze koyarak hareket etmekten kurtarıyor. Zaman cemaat zamanıdır diyor Üstadım. Bir ferd ne kadar harika da olsa cemaat karşısında aciz kalır, mukabele edemez. Küfür ve dalalet fırkaları da cemaat halinde taarruz ediyorlar. Öyle ise kim olursa olsun ve büyük velayet sahibi de olsa cemaat içinde olmak durumunda bu asırda. Eğer fazileti ziyade ise, o fazileti cemaate teşmil edecek. Şahsî fazilet olarak kalmayıp cemaatin tümüne mâl olacak.

Kendi kemalatı için çalışmaktansa cemaate ait küçük bir meseleye himmetini sarf etmek daha kıymetli. Cemaate ait bir küçük iş, şahsi büyük ve önemli işlere tefevvuk ediyor. Öyle ise kendimize yatırım yapmaktan daha ziyade şahs-ı maneviye yatırım yapmak gerek. Kendimize cemaat içinde bir mevki aramak değil cemaat içinde tesanüdü muhafaza için ne yapmak gerektiğine bakmak gerek.

Üstada kulak verelim: “Evvel ahir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.” Bunları yerine getirmek Nurların hakikatini hayatında yaşamak manasını taşıyor. Kainattaki tesanüd hakikatini gören insan bu tesanüd hakikatini yaşamaya ne kadar muhtaç olduğumuzu ve var olmak için bu kanuna tabi olmak lüzumunu anlıyor. Bu kanuna muhalefet etmenin ise kainatı kızdırmak ve adetullah kanunlarına muhalif hareket etmek olduğunu idrak ediyor. Mesela hayvanlar ile bitkiler arasında tesanüd olmasa dünyada hayatın olmayacağı da açık.

Küre-i arzın var olmasının (var olmak asla mevcut kelimesi ile aynı anlamı taşımıyor. ‘mevcut’ kelimesi vücuda çıkarılan anlamı taşımakla bir yaratıcıyı vurgularken ‘var olmak’, bir var edeni çağrıştıracak hiçbir atıf taşımıyor, adeta ‘kendi kendine oldu’ hükmüne hizmet ediyor ) temelinde “teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk” fiilleri var. Bu fiillerin tecellisi ile küre-i arzı ademden vücuda çıkarıyor Allah-u Rahman. Kendi vücudumuza ve organlarımız arasındaki alış-verişe baktığımızda da bu hakikatler görünüyor. Öyle ise bir şahs-ı manevide de aynı hakikatler hükmediyor olmalı.

İhlas Risalesinde ruh, kalbin ayıbını görmez, dil kulağa rekabet etmez diyor. Demek şahs-ı manevinin uzuvları aynı bedene ait olduklarından birbirinin zararına iş görmezler. Velev ki böyle yapsalar o vücudun hayatı söner…

Öyle ise her birimiz dahil olduğumuz şahs-ı manevinin bir uzvu olduğumuzun bilinci ile hareket etmeliyiz ki şahs-ı manevi zarar görmesin ve biz de o şahs-ı manevinin bir uzvu olarak kalabilelim. Kendi elimizle kendi başımızı kesmeyelim…

Elbette mü’min olarak dahil olduğumuz en büyük şahs-ı manevi bütün mü’minlerin teşkil ettikleri şahsı manevidir ki; Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam “mü’minler bir binanın, birbirine geçip birbirine kuvvet veren, tuğlaları gibidir.” Buyurmuş. İhlas Risalesinde iç içe üç daire görüyoruz; birinci daire tüm mü’minlerin dahil olduğu ve uhuvvet sırrı ile bağlı olduğumuz daire, ikinci daire ittihad-ı maksat ile bağlı olduğumuz meslek dairemiz (Risale-i Nur mesleği, tarikat mesleği gibi), üçüncü daire de ittifak-ı vazife ile bağlı olduğumuz en dar dairemiz ki, omuz omuza hizmet ettiğimiz dairedeki kardeşlerimiz. En dar dairede omuz omuza hizmet ettiğimiz kardeşlerimizle bu üç cihetle de biriz, beraberiz.

Bu üç daire birbirini besleyip kuvvet veren daireler. Ve öyle de olmalılar. Mesela en dar dairede omuz omuza hizmet ettiğim kardeşlerimle olan hizmet beni aynı meslekteki tüm kardeşlerimle ve nihayet tüm mü’minler ile bağlıyor olmalı. Eğer dar dairedeki hizmetim beni mesleğimiz bir olan kardeşlerimle ve nihayet tüm mü’minler ile olan bağlarımı kuvvetlendirmiyorsa orada bir sıkıntı var demektir. Mesela dar dairedeki hizmetim bende “en doğrusunu biz yapıyoruz bizim gayrımız yanlış yapıyor” noktasına beni getirmişse yani Risalelerin dili ile; “tek hak benim mesleğimdir” diyorsam tüm mü’münler dahil olduğu o büyük şahs-ı maneviden kendimi koparıyorum demektir. Elbette herkes “en güzel benim mesleğimdir” diyebilir öyle de demesi gerek ki o meslekte devam etsin. Yoksa daha güzel gördüğü mesleğe geçmesi gerekir. Ama ‘tek güzel benim mesleğimdir’ diyemez.

Evet, ferdiyetimiz itibariyle reşha da olsak, katre de olsak, zühre de olsak mesleğimiz Veraset-i Nübüvvet sırrı ile reşha yolu. Öyle ise kardeşlerimizin meziyetlerini kendimizde tasavvur edip onlunla şakirane iftihar ederek ve enaniyetimizi o şahsı manevi havuzunda eriterek ve dahil olduğumuz daireleri gözeterek, kendi namımıza ve hususi çıkarlarımıza göre değil şahs-ı manevinin çıkarına göre hareket etmemiz elzemdir. Umumî hukuk söz konusu olduğunda şahsî hukuku feda etmek erdemdir. Bazen de öyle olur ki en dar dairedeki maslahatın zıddına hareket etmek gerekir ki geniş daire zarar görmesin. Yani umum mü’minlerin zararına ise, cemaatime ve mesleğime ait maslahatı feda etmek gerekir ki sırr-ı uhuvvet kendini göstersin. Bu, elbette maslahatlar cihetine bakıyor farzların ve sünnetlerin muhafazası her maslahata racihtir. Bütün mü’minlerin evvel vazifesi farz ve sünneti muhafaza etmektir. Farz ve sünnetle çatışan bir maslahat esasen maslahat olamaz.

Ezcümle; hiçbir maslahat “mü’minler ancak kardeştir” hükmünün önüne geçemez. Ve geçmemeli. Hiç bir gaye de mü’minlerin kardeşliğini muhafaza etmek gayesinden daha elzem değildir…

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.