Mutlak - Mukayyed, Âmm - Hâss

Prof. Dr. Şadi EREN

MUTLAK - MUKAYYED

Itlak, kelime manasıyla “salıverme, serbest bırakma” demektir. Bu kökten gelen mutlak, belirli olmayan bir ferdi veya fertleri gösteren ve herhangi bir sıfatla kayıtlanmış olmayan lafızdır. Mukayyed ise, herhangi bir sıfatla kayıtlanmış olan lafızdır. Mesela, “bir meyve istiyorum” dediğimizde, bu ifade mutlaktır, hemen her meyve bunun şümulüne girer. Ama “kırmızı bir elma istiyorum” dediğimizde bunu hem elma olmakla, hem de renginin kırmızı olmasıyla kayıtlamış oluruz.

Bediüzzaman, bir hadisle ilgili sorulan soruya cevap verirken, ilgili hadisin mutlak ifadesinin belli bir kayıtla anlaşılması gerektiğine dikkat çeker. Şöyle ki:

Sual: Sen bu zamanın hâdisâtına, fitne-i âhir zaman diyorsun. Hâlbuki hadiste varit olmuş ki: "Âhir zamanda Allah Allah denilmeyecek, sonra kıyamet kopacak."[1]

El-cevap: Evvela: Fitne-i âhir zamanın müddeti uzundur; biz bir faslındayız.

Sâniyen: Yerde Allah Allah denilmeyecekten murat; Allah'a iman kalkacak demek değildir. Belki Allah’ın namını değiştirecekler demektir. Nasıl ki yerde Allah Allah denilmezse kıyamet-i kübrâ kopacak. Bir memlekette de Allah Allah denilmezse bir nevi kıyamet kopmasına işarettir.[2]

Bediüzzaman, cevabına dipnot olarak “Ümmetimden bir taife kıyamet gününe kadar galibâne hak üzere olacaktır”[3] hadisini ilave eder ve bu hadisin diğer hadisi takyit ettiğini söyler.

ÂMM - HÂSS

Âmm, genel demektir. Kapsamına giren bütün fertleri herhangi bir ayırım ve özel anlatım olmaksızın içine alır. Hâss ise özel demektir. Terim olarak tek bir vaz‘ ile bir tek manaya veya sınırlı sayıdaki fertlere delâlet etmek üzere konulmuş lafzı ifade eder. “Herkes gelsin” dediğimizde âmm, “Ahmet gelsin” dediğimizde hâss (hususi - özel) bir ifadede bulunmuş oluruz.

Âmm bir ifade, bazı karinelerle tahsis edilir. Meselâ haccın insanlara farz olduğunu bildiren şu âyete bakalım:

“Ona bir yol bulabilenin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”[4]

Âyetteki “insanlar” lafzı âmm bir kelime olarak çocuk, deli, fakir… gibi haccedemeyecek durumda olanları da aslında içine alır. Ama bununla sadece mükellef olan kimselerin kastedildiği hususunda bir ihtilâf yoktur.

Bediüzzaman, bu kavramları yer yer eserlerinde kullanır. Mesela şöyle der:

“Âmm, bir hâssın intifasıyla müntefî değildir.”[5]

Mesela, “İnsan zarardadır” dediğimizde cins olarak bir değerlendirme vardır. Bundan, “genelde insanlar zarardadır” manası anlaşılır. Yoksa her insanın mutlaka zararda olması gerekmez. Dolayısıyla “falan da insan, ama zararda değil” gerekçesiyle üstteki hükme itiraz edilemez. Veya “meyve yedim” dedikten sonra, faraza elma yemediğimiz anlaşılsa, yalan söylemiş olmayız. Çünkü bu sözümüzün doğru olması için herhangi bir meyve yemiş olmamız yeterlidir.

Bediüzzaman’ın bu konuda nazara verdiği esaslardan biri de şudur:

“Âmm, hâssa delâlât-ı selâsenin hiçbirisiyle delâlet etmez.”[6]

Herhangi bir söz, durum veya hareket, belli bir anlam veya hükme üç şekilde delalet eder.

1- Delalet-i mutabıkıye: Bir lafzın (kelâmın) kastedilen mananın tamamına delaleti.

İnsan lafzının “hayvan-ı natık”a delaleti gibi.[7] Çünkü “düşünen bir canlı” olmak insanın en ayırt edici hassasıdır. Bu, “birebir” delalettir. Üçgen lafzının üç kenarla çevrilmiş şekle delâlet etmesi de böyle bir delalettir.

2- Delalet-i tazammuniye: Bir lafzın (kelâmın) kastedilen mananın bir cüz’üne delaleti.

“O bir insandır” dediğimizde “yani düşünür” manası vardır. Çünkü insan olmak, düşünmeyi tazammun eder.

3- Delalet-i iltizamîye: Bir lafzın (kelâmın) kastedilen mananın lazımına delaleti.

Tavan lafzının duvara, insan lafzının yazı yazma sanatına kabiliyetli kişiye delâlet etmesi gibi. Yazı yazmasını bilmeyen birisine “sen insan değil misin?” dediğimizde böyle bir delalet söz konusudur.

Bu üç delaleti, “birebir delalet, bir kısmına delalet ve çağrışım yoluyla delalet” şeklinde nitelendirmek de mümkündür.[8]

Genel bir ifadenin özel bir şeye üç delalet türünün hiçbiriyle delalet etmemesini şöyle anlayabiliriz: Meselâ, Cenab-ı Hak, Hazreti Âdem ve Havva’ya cennette bir ağacın meyvesini yasaklar.[9] Ağaç, âmm (genel) bir ifadedir, dolayısıyla bu ifadeden yola çıkarak yasak ağacın hangisi olduğunu bilemeyiz. Çünkü ağaç ifadesi incir ve elma gibi ağaç türlerinden hiçbirini bire bir göstermez, tazammun etmez, gerektirmez. Dolayısıyla bu yasak ağacın hangisi olduğunu ancak sahih bir rivayetle bilebiliriz. Şayet bu konuda sahih bir rivayet yoksa tevakkuf eder, herhangi bir hüküm bildirmeyiz.

[1] Bkz. Müslim, İman, 66

[2] Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 164

[3] Buharî, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebu Davud, Fiten: 1

[4] Âl-i İmrân 97

[5] Nursi, Asar-ı Bediiye, s. 208

[6] Nursi, Asar-ı Bediiye, s. 195

[7] “Hayvan-ı natık”, aslında “konuşan canlı” demektir. Ama konuşmak düşünmekle olduğundan bunu “düşünen canlı” şeklinde tercüme etmek daha isabetli görülmektedir.

[8] Bkz. M. Naci Bolay, Farabi ve İbn-i Sina'da Kavram Anlayışı, MEB Yayınları, İstanbul, 1990, s.68

[9] Bakara, 35

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.