Fıkıh İlmi ve Füruat

Prof. Dr. Şadi EREN

Fıkıh; kelime olarak “bir şeyi idrak etmek, künhüne vakıf olmak, derinlemesine anlamak” demektir. Şu âyet, “fıkıh” kökünden türeyen “tefakkuh” kelimesiyle dinde derinlemesine bilgi sahibi olmaya teşvik eder:

“Mü’minlerin hep birden sefere çıkmaları uygun değildir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup, din konusunda tefakkuhta bulunmak (köklü bilgi sahibi olmak) ve kavimlerine döndüklerinde onları uyarmak için seferber olsun.”[1]

Yani İslam ümmeti içinde bir topluluk, dini derinlemesine anlamayı kendine bir vazife edinmeli ve bunu başkalarıyla da paylaşmalıdır.

Hz. Peygamber, İbn Abbas’a şöyle dua etmiştir:

“Allahım, onu dinde fakîh (anlayışlı) kıl ve ona Kur'anın tevilini öğret.”[2]

Istılahî anlamda ise Fıkıh; insan ile Allah, insan ile insan, insan ile devlet ve devletlerarası münasebetlerin İslam merkezli ele alındığı ilimdir. Bu mana, “Fıkıh, kişinin ameli meselelerde leh ve aleyhinde olanları bilmesidir” şeklinde de ifade edilir. Kişinin lehinde olanları bilmesi, haklarını bilmeyi, aleyhinde olanları bilmesi ise sorumluluklarını bilmeyi anlatır. Mecellenin birinci maddesinde Fıkıh ilmi “MesâiI-i şer'iyye-i ameliyyeyi bilmektir” yani “amelle ilgili dinî meseleleri bilmektir” şeklinde tarif edilir. Dinin akide / inanç yönü vardır, bunu Kelam ilmi ele alır. İnsanın amelleriyle ilgili yönünü ise Fıkıh ilmi ele almaktadır.

Günümüzde Fıkıh adıyla araştırmalar yapıldığı gibi, İslam Hukuku adıyla da bu alanda çalışmalar yapılmaktadır. Fıkıh Usulü ise, bunun metodunu ve altyapısını ortaya koyar. Tefsir, Hadis, Tarih gibi hemen her ilmin esasları, öncelikli olarak “Usul” adıyla ele alınır, sonraki merhalelerde ilgili ilmin konularına girilir.

FÜRUAT

Füruat, esasa ait olmayan hükümlere denir. Bunlar, temel ve değişmez hükümlerin dışında kalan ayrıntılardır. Temel hükümler ise, bütün hak dinlerde aynıdır; değişmez, nesholmaz. Meselâ, imanın rükünleri bütün hak dinlerde aynıdır ve bunların hepsinde ibadet vardır. İbadetin şekli, vakti, kıblenin yönü gibi füruatta ise değişiklikler olabilmektedir.

Füru’ kelimesi, usulün mukabili olarak kullanılır. Bir anlamı da “kökler” demek olan usul, bir ağacın köklerine, füru’ ise onun dallarına benzer. Aslında çoğul olan “Füru’” kelimesinin çoğulu “füruat” olarak kullanılır. Mesela beş vakit namaz dinin usulündendir. Mezheplerde gördüğümüz namaz kılmada bazı farklılıklar ise füruattandır. Bu farklılık, rivayet farklılığı veya aynı rivayeti farklı yorumlamak gibi durumlardan kaynaklanmıştır. Mesela namazda teşehhüt için oturmak dinin usulündendir ve bütün mezheplerde vardır. Ama teşehhütte bulunurken şehadet parmağının ne kadar kaldırılacağı fürüuattandır, mezheplere göre farklılık arzetmektedir. Hanefîler “eşhedü en la ilahe illallah” derken parmaklarını kaldırırlar ve indirirler. Şafiler ise, selam verinceye kadar şehadet parmaklarını kaldırmaya devam ederler.

Fatiha Sûresinde “Bizi sırat-ı müstakime hidayet et”[3] diye dua ederiz. Sırat-ı müstakim, “dosdoğru yolu” ifade eder. Nisa Sûresinde ise, dosdoğru yolda olanların “Allah’ın nimetine mazhar kıldığı nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihler” olduğu anlatılır.[4] Bu durumda, “Peygamberlerin meslekleri farklı farklı, ibadetleri ise muhteliftir. Onlara nasıl tabi olacağız?” şeklinde bir soru hatıra gelir. Bediüzzaman böyle bir soruya usul ve füruat kavramlarını nazara vererek şöyle cevap verir:

“Tâbi olmak, füruatta değil inanç esaslarında ve hükümlerdedir. Çünkü bunlar zamanın değişmesiyle değişen füruattan farklı olarak devamlı ve sabittirler. Nasıl ki dört mevsim ve insan ömrünün devreleri ilaçlarda ve elbiselerde etkili olur, bir vakit deva olan bir şey, başka vakitte dert getirebilir. Aynen öyle de nev-i beşerin ömür devreleri, ruhlara deva ve kalplere gıda olan hükümlerin füruatındaki farklılığa tesir eder.”[5]

Yani, bir Müslüman önceki peygamberlerin davetine de tabi olur, onların tebliğlerinden istifade eder. Ama fürüata ait hükümler zamanın ve toplumların şartlarına göre değiştiğinden, böyle meselelerde onlara tabi olmak söz konusu olmayabilir. Mesela Yahudilerde Cumartesi çalışma yasağı vardır. Bu, onlara has fer’î hükümlerden biridir ve bizleri bağlayıcı bir hüküm değildir.

Bediüzzaman, dinî meselelerin füruatından ziyade usul meseleleriyle meşgul olmuştur. “İki Ramazan için bir kefaret kâfidir midir?” yani "kişi, bilerek birden fazla orucu bozmuş ise hepsine ikişer ay oruç kefareti gerekir mi?" sorusuna cevap verdikten sonra şöyle der:

“Aziz kardeşim! Fıkh-ul ekber olan esasat-ı imaniye ile meşgul olduğumuz için, nakle ve ehl-i içtihadın medarikine ve meâhizine bakan dekaik-i mesail-i fer'iyeye zihnim şimdilik ciddî müteveccih olamıyor. Zaten yanımda da kitaplar olmadığı gibi, vaktim de yoktur ki müracaat edeyim. Hem ulema-yı İslâm o kadar tedkikat-ı sâibe yapmışlar ki, füruata dair tedkikat-ı amîkaya ihtiyaçları kalmamış. Eğer hakikî ihtiyaç hissetseydim, böyle füruata dair müçtehidînin derin me'hazlerine gidip, bazı beyanatta bulunacaktım. Belki de daha o nevi hakaika meşguliyet zamanları gelmemiş. Her ne ise…”[6]

Bediüzzaman’ın iman esasları hakkında “en büyük fıkıh” anlamında “Fıkh-ul ekber” demesinde İmam Azamın “Fıkh-ul Ekber” isimli eserine bir telmih vardır. İmam Azam denildiğinde Fıkıh ilmi hatıra gelmekle beraber, O Kelam ilmi alanında da eser telif etmiş ve buna “Fıkh-ul Ekber” adını vermiştir. Bediüzzaman’ın üstteki ifadelerinde başlıca şu noktalar dikkati çekmektedir:

-En büyük Fıkıh, iman esaslarıdır.

-O, asıl meşguliyet olarak mesaisini imanî konulara tahsis etmiştir.

-Zaten İslam âlimleri dinin füruatıyla ilgili meseleleri derin araştırmalarıyla ve isabetli yorumlarıyla halletmişlerdir.

Bediüzzaman, bir başka ifadesinde kendi öncelikli alanını şöyle belirler:

“Dâhilde tarafgirâne adâvet ve münakaşalara vesile olan fürûatı değil, belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslam’ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur'ân'ın hakaik-i imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim.”[7]

Bediüzzaman’ın burada füruatı nazara verirken “Dâhilde tarafgirâne adâvet ve münakaşalara vesile olan” demesi dikkat çekici bir durumdur. Şöyle ki: Dinin füruatına dair meseleler mezheplerin alanıdır. Aslında farklı mezheplerin olması hem bir realite hem de bir rahmettir. Dinin bu tür meseleleri farklı yorumlara açıktır ve herkesi tek bir görüşte birleşmeye çağırmak boşuna bir gayrettir. Ancak bir kısım mezhep mensupları kendi mezheplerini âdeta din yerine ikame edip zaman zaman düşmanlığa kadar varan problemler çıkarmışlardır. Mezhep taassubuna bir de inat eklendiğinde, bitmeyen münakaşalar yapılmaktadır. Mesela seferilik konusu bunlardan biridir. Sefer halinde iken dört rekâtlı namazlar iki rekât olarak kılınmakta veya kılınabilmekte, bazı mezheplerde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazları cemedilerek beraberce kılınabilmektedir. Ancak ayrıntılara dalındığında konunun hayli teferruatı vardır.

[1] Bkz. Tevbe, 122

[2] Buhâri, Vudû, 10; Müslim, Fedailu's-Sahâbe, 138

[3] Fatiha, 6

[4] Nisa, 69

[5] Nursi, İşaratu’l- İ’caz, (Arabi) Sözler Yayınevi, İst. 1994, s. 34

[6] Nursi, Barla Lahikası, s. 352

[7] Nursi, Barla Lahikası, s. 8

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.