İslam Dini, müntesiplerini tahkik ehli olmaya sevkeder. Mesela şu âyete bakalım:
“Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın.”[1]
Tefsir ve Hadis kitapları sahih bir şekilde bize nakledilen rivayetlerle doludur. Ama bunlarda -az da olsa- akl-ı selimle değerlendirildiğinde kabul edemeyeceğimiz rivayetler de bulunur. Taberi, İbn Kesir, Süyûti gibi pek çok müfessir, tefsir ettikleri âyetle ilgili neler rivayet edilmişse kitaplarına almakta bir beis görmemişlerdir. Muhtemelen böyle yapmaları, o konuda öteden beri gelen rivayet kültürünü korumaya yönelikti. Yaptıkları, “Bununla ilgili şu rivayet de var” şeklinde gelecek nesillere bu mirası nakletme gayreti idi. Fakat bu, bütün rivayetleri aynen kabul ettikleri anlamına gelmez. Zira rivayetler arasında birbiriyle çelişen ifadeler de bulunmaktadır. Dolayısıyla, "falan müfessir bunu tefsirine aldığına göre, bu mana doğrudur" şeklinde bir genelleme yanıltıcı olacaktır.
Misal olarak şu rivayete bakalım:
“İnsanoğlunun iki vadi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü ister. Onun karnını topraktan başka bir şey doyurmaz.”[2]
Bu rivayetlerde İbn Abbas’ın, “Bu ifade Kur’an’dan mı değil mi, bilemiyorum” ve Ubeyy Bin Kâb’ın “Tekasür Sûresi ininceye kadar biz bunu Kur’an’dan sayardık” sözlerine de yer verilir. Zerkani, bunun Ebu Musa Eş’ariden “Kur'andan bir âyet olarak” nakledildiğini anlatır.
Bu rivayeti değerlendirmede şu noktalara dikkat çekmek isteriz:
-Bu rivayet, hikmetli bir kelamdır ve güzel bir manadır. Ama her hikmetli kelamın ve güzel mananın âyet olması gerekmez.
-Muhtemelen Hz. Peygamberin bu sözü bazılarınca âyet olarak telakki edilmiştir.
-Ümmetin icmaıyla, Allah’ın vahiy ile indirdiği Kur'an şu an elimizde olandan ibarettir. Bu konuda böylesi şaz görüşlere itibar edilmez.
-Rivayetleri hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeden toptan kabul etmek mahzurlu olduğu gibi, zayıf rivayetleri gerekçe göstererek toptan reddetmek de daha ziyade mahzurludur.
Bediüzzaman’ın aşağıdaki ifadeleri, hadislerin sıhhatini bilmenin ve ona göre değerlendirmenin önemini gayet net olarak ortaya koymaktadır:
“Tergîb veya terhib için avâm-perestâne terviç ve teşvikle bazı ehâdis-i mevzuayı İbn-i Abbas gibi zatlara isnad etmek, büyük bir cehalettir. Evet, hak müstağnîdir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i kulûba ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’ân olan ehâdis-i sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevârih-i sahihaya kanaat ederiz.”[3]
Dindenmiş gibi gösterilip aslında dinden olmayan rivayetler, din düşmanları tarafından dini bozmak için uydurulur. Ama dine taraftar bazı saf gönüllü insanlar da uydurma rivayetlerde bulunabilmişlerdir. Bediüzzaman üstteki metinde bunlardan iki tanesine dikkat çeker: Terğib ve terhib.
Terğib, rağbet uyandırmak; terhib ise korkutmak anlamına gelir. Bazı saf gönüllü kimseler, insanların salih amellerde gevşekliğini görünce abartılı rivayetlerle terğib etmişler, kötü amellerden sakındırmak için de bunların cezasını çok çok abartarak terhibde bulunmuşlardır. Hâlbuki hak ve hakikatin böyle şeylere ihtiyacı yoktur. Hiçbir ilave yapılmadan, bunların kendi ışıkları kalpleri aydınlatmaya yeterlidir.
Peygamber Efendimiz veda haccında yüz yirmi bin sahabeye ve bütün insanlığa veda hutbesini irad ettiğinde, Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi:
“Bugün dininizi kemale erdirdim. Size olan nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm’ı seçtim.”[4]
Bir şey kemalini bulduktan sonra, ona yapılacak eklemeler veya çıkarmalar o kemale zarar verir.
Bediüzzaman’ın “Müfessir-i Kur’ân olan ehadîs-i sahiha bize kifayet eder” demesi de gayet manidardır. Yani sahih hadisler, Kur’ân’ı anlamamız noktasında bize yeter. Kur’ân’ın uydurma rivayetlerle açıklanması hem doğru değildir hem de buna bir ihtiyaç yoktur.