Bir şeyi kabûl etmemek hakkın ise reddetmek hiç hakkın olmaz
Adem-i kabûl, kabul etmemek; kabûl-i adem ise o şeyi inkâr etmektir. Bize bir rivâyet geldiğinde o şeyin şâyet delîli varsa, onu kabûl etmek gerekir. Delîli yoksa, kabûl etmek gerekmez, o şeye şek ve tereddütle bakılır. Delîlin olmayışı, tereddütle bakmanın delîli olur. Ama delîlin olmayışından hareketle onu reddetmek doğru değildir. Çünkü delîlin olmayışından o şeyin olmayışı lâzım gelmez. Ona “yok” diyebilmek aksini isbâtı gerektirir. Sözgelimi bir kaptan “Okyanusta yeni bir ada buldum” dediğinde şâyet delîli varsa bize onu kabûl etmek düşer. Ama delîli olmadığında “Hayır, orada bir ada yoktur” deme hakkına sâhib olamayız. Ama delîli olmadığı cihetle de o habere şek ve tereddütle bakabiliriz. Misâldeki “Okyanustaki ada” ne ise, îmânî mes’elelerden olan melekler, âhiret gibi konular da odur.
Bedîüzzaman Lemaât eserinde bu hassas konuyu şöyle ele alır:
Ey tâlib-i hakîkat, sana olsa rivâyet,
Sana düşer kabûlü eğer varsa bürhânı.
Ey hakikate talip kişi! Sana bir durum rivayet edilse, o durumun kati bir delili varsa, sana onu kabul etmek düşer.
Yoksa adem-i kabûldür ki şekk u tereddüttür.
Adem-i delîl delîldir şu adem-i kabûle.
Kati bir delili yoksa senin hakkın kabul etmemektir. Adem-i kabul, o durumun sübutunda şübhe ve tereddüd etmek demektir, yoksa red ve inkar değildir. Adem-i kabulde tasdik etmemek ve hüküm vermemek vardır. Red ve inkâr ise bir hükümdür. Yani delilin olmaması kabul edilmemesinin delilidir. Delili olmayan bir şeyi kabul etmemiz gerekmez.
Lâkin kabûl-i adem hem reddir hem inkârdır.
Aksine isbât ister, menfi isbât edilmez
Butlân-ı zâtisiyle, ger müntefi olmazsa.
O şeyin yok olduğunu kabul etmek ise onu hem reddetmek hem de inkâr etmektir. Evvelki ise hükümsüzlüktür, bir iddia değildir.
Butlân-ı zâtî bir şeyin hadd-i zâtında bâtıl ve muhâl olmasıdır. Bunun mukabili “imkân-ı zâtîdir.” İmkân-ı zâtî bir şeyin zâtında mümkün olmasıdır. Eğer bir şey muhâl değilse, zâtında mümkün ise, ayrıca ihâta edilebilecek dar bir mekâna bakmıyorsa onun yokluğu isbat edilmez. Mesela “âhiret yoktur” denilemez. Zira Allah’ın mülkü ihâta edemeyeceğimiz kadar geniştir. Hattâ -faraza- mümkün olsa kâinatın tamâmı gezilse ve âhirete rastlanmasa yine “âhiret yoktur” denilemez. Zîrâ âhiret şu âlemin ölümünden sonraki âlemdir. Projesi yapılmış ama henüz inşa edilmemiş bir binâ, yok değil vardır, ama gözle görülmesi bilahare olacaktır. Dünü yaratan bugünü yarattığı gibi, dünyayı yaratan âhireti de yaratmaya elbette kadirdir. Ama şayet nefyedilen şey zâtında muhal ise, o vakit o nefiy ve inkâr isbat edilir. Faraza “yeryüzünde yuvarlak bir kare yoktur” diyen biri bunu isbat etmiş sayılır. Çünkü bir şey şayet kare ise o şeyin aynı zamanda yuvarlak olması düşünülemez. Burada nefyi isbat eden durum o şeyin butlân-ı zâtîsidir, yani zâtında bâtıl oluşudur.
Ger adem-i delîlse câiz adem-i kabûldür.
Ger delîl-i ademse, olur kabûl-i adem birbiriyle mültebis.
Hükümleri ayrıdır, bir şektir, bir inkârdır, inkâra hakkın yoktur.
Delîl olmadığında kabûl etmemek câizdir. Ama yokluğunun delîli varsa o şey kabûl edilmez. Ama nedense bunlar birbiriyle karıştırılabilmektedir. Hâlbuki bunların hükümleri ayrıdır. İddianın delîli olmadığında şek ve tereddüte hakkımız olur, ama olmadığının delîli varsa, bize düşen onu inkârdır.
Bazan matlûb vâhiddir, delâili kesirdir.
Biri hattâ onu da şüpheyle reddedilse,
Yine matlûb reddolmaz.
Delîlin Butlanından Medlûlün Butlanı
Bazan da şöyle olur: İspat edilmek istenen şeyin pek çok delîlleri olur. O delîllerden biri, hattâ birileri şüpheyle karşılanıp reddedilse bile, o delîlle ulaşılmak istenen matlûba zarar vermez. Mesela Kâbe kutsaldır, mübârektir. Çölün ortasında zemzem suyunun Kâbe’ye yakın bir yerde çıkması ve günümüzde de devâm etmesi gibi bunun çok delîlleri vardır. Biri onun kutsallığını ve mübârekliğini ifâde babında “Onun üstünden kuş uçmaz” diye delîl getirse, biz de Kâbe ziyâretimizde onun üstünden kuşlar uçtuğunu görsek, “Demek Kâbe kutsal ve mübârek değilmiş” deme hakkına sâhib olamayız. Zîrâ, Kelâm ilminde ifâde edildiği üzere, böyle durumlarda “Delîlin butlanından medlûlün butlanı lâzım gelmez.” Zîrâ, ilgili matlûbun delîlleri bir değil, onlarcadır.
Bazan netice-i hak delîli bâtıl olur, zihinde onunla durur.
Mâdem netice haktır, delîle ilişilmez.
Bâtıl Delîlle İsbât
Bir de şöyle bir durum vardır: Netice hak iken, ona getirilen delîl bâtıl olabilir. Böyle bâtıl bir delîl, hak neticeye zarar vermez. Mesela “Falan zât çok mübârektir, çünkü her gün yatsı abdestiyle sabah namâzını kılar” denilse, daha sonra da bu zâtın yatsı namâzından sonra aslında uyuduğu anlaşılsa o zâtın mübârekiyetine halel gelmez. Zîrâ onun mübârek biri olmasının ölçüsü yatsı abdestiyle sabah namâzı kılması değildir ve olmamalıdır. Ama yanlış bir delîlle o zâtı mübârek tanıyan kimse, kanâatinde isâbetlidir. Çünkü o zât gerçekten mübârektir. Problem olan durum, bu mübârekiyetin yanlış yerde aranmış olmasıdır.