'Risale-i Nur’u süt gibi sunmalıyız'-ÖZEL

Muhsin Demirel röportajının dördüncü ve son bölümünden ilginç hatıra ve anektodlar...

Nurettin Huyut'un Muhsin Demirel ile yaptığı röportaj-4 

HATTAT HAMİT’E OSMANLICA RİSALE-İ NURLARIN BİR KISMINI YAZDIRMAK NASİP OLDU

Müsaade ederseniz konuyu biraz değiştirmek istiyorum. Sizin sanırım Hattat Hamit, Cemil Meriç ile görüşmeniz ve buluşmanız var. Ayrıca, Köprü Dergisinde editörlük yapmışsınız biraz da bu çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Ben Hattat Hamit’e 1971 yılında gittim. Çocuk yaşlardaydım, eskiden risaleleri herkes yazardı. Hattı Kur’an’la İslam yazısıyla herkes yazardı. Risale-i Nur talebesi olmanın bir rüknüydü, özelliğiydi. Altmışlı yılların ortalarından itibaren yazı yazma işi kalkmaya başladı daha sonra bitti zaten. Keşke devam etseydi. Bir iki gurup devam ettiriyor ama keşke herkes yazmaya da devam etseydi. O zaman babam da risale yazardı o nedenle ben de merak ediyordum. Daha ilkokula yeni gidiyorum. “Ben de yazacağım” dedim. Netice de bir düzenek de bize kuruldu. Biz de o tarihte epey sayıda risale yazdık.

O zaman Halim Efendi vardı Hamit Hocanın talebesi, Babam ondan ders almak için Fırıncı abi ile konuşmuştu duyunca “ben de geleceğim” dedim. Fakat bugün yarın derken Halim Efendi vefat etti, yıl 1964 idi. Dolayısıyla babam Halim hocaya gidip ders alamadı. Tabii ben de alamadım. Halim Hoca’ya Fırıncı abi gider, Timur abi gider. O zaman Sözleri ve Mektubat’ı yazdırdılar.  Ardından tevafuklu Kuran yazdırmak istiyorlardı ki, Halim Hoca bir trafik kazasında vefat etti. O nedenle Hamit Hocaya tevafuklu Kuran yazma hadisesi oradan başladı. Hamit Hoca Tevafuklu Kuranı 65 yılından 71 yılının ortalarına kadar 6,5 yılda yazmış. Biz de liseden mezun olduğumuzda Halim Efendi vefat etmiş olduğu için hat dersi alamadık bu itibarla içimizde ukde gibi kaldı. O nedenle Hamit Hoca ile temas kurduk. Ona gitmeye başladık. Fırıncı abi de o zaman tevafuklu Kur’an’ın baskıya hazırlanması için birkaç arkadaşı İsmail Yazıcı, Habip Akbulut, fakiri münasip gördü o nedenle tevafuklu Kur’an’ın basıma hazırlanması hizmetinde bulunduk. 4,5 sene sürmüştür onun baskıya hazırlanması filme alınması çalışmaları.

Cemil Meriç Hoca ile de 74 yılında tanıştım. Yani, Hamit Hocaya giderken bir yandan da Cemil Hocaya gittik. Biraz okumuş yazmışlığımız var, edebiyatla, fikirle meşgul olduğumuzdan yazı da yazıyorduk. Cemil Hocayı böyle bir ortamda tanıdık. İlk gittiğimizden bir müddet sonra Necmettin Şahiner abi Aydınlar Konuşuyor diye bir anket çalışması yapıyordu, Üstad hakkında. O da fikir beyan etmiş, müspet veya menfi herkese gidip röportaj yapıyordu. Muayyen sorular tespit etmiş gidip onların cevaplarını alıyordu. Cemil Hocaya da bir şekilde gitti.

Benim ikinci defa gidişim onunla oldu. Yıl 1975’in başları.. Cemil Hoca Risale-i Nurla ilgilenmek istediğini söyledi. Müspet ilk cümlesini o gidişimizde söylemişti. Kim yazacak dedi. Ben hemen masanın başına geçtim “ben yazarım” dedim. “Bediüzzaman’ı tanımamak benim ve Türk aydınının yüz karasıdır. İkiyüz yıldır Türk tefekkür semasında düşünen tek tefekkür Bediüzzaman’dır” dedi. Böyle konuşmaya başladı daha sonra biraz düzeltti yani yumuşattı ifadelerini. Ama ilk şekli böyleydi.

Risale-i Nurla ilgilenmek istediğini belirtince biz bir külliyat götürdük. “Evladım” dedi “Külliyat getirdiniz ama herkes bunu okuyamaz, dili dönmez. Bana yardımcı olacak bir arkadaş olamaz mı?” Ben de hemen atıldım “ben yardım ederim” dedim. “O zaman ben sizi ararım, zamanımı ayarlayayım ondan sonra ararım” dedi. Bir müddet sonra telefon etti “buyurun gelin” diye, gittik. Gidiş o gidiş. Haftada iki gün üç gün Cemil Hocaya gittim. Bir ayağım Hamit Hocada, bir ayağım Cemil Hocada. Bu arada 77 yılında bir de Köprü Dergisini çıkardık. Bir ayağımız köprüde bir ayağımız risalelerin basıldığı yerde Nurtan Matbaasında orada bazen geceliyoruz... Bir ayağımız dershanede kalıyor. Ben hizmetin şoförlüğünü yapıyorum aynı zamanda bu kadar şeyi alt alta koyunca 24 saat veya 24 saatler yetmiyordu. Ama bu nasıl olmuş bugün ben hayret ediyorum. Şimdi bakıyorum tasavvur gücümü aşıyor. Ama yani essahtan yaşadık biz bu durumu.

Hattat Hamit’e Kur’an’ı yazdırmak için mi gidiyorsunuz?

Yok Kur’an’ı baskıya hazırladıktan sonra daha önce bahsettiğim gibi Sözler ile Mektubat’ı Halim Hoca yazmıştı. Lem’alar, Mesnevi-i Nuriye, İşaratul İ’caz ve Şualar’ın yazılmasını ve geriye kalanların mütebakisini Hamit Hocaya bu fakir yazdırdı. Ayet ve hadisleri, Arabî ibareleri vs. Bir hayli yekûn tutuyor öyle göründüğü gibi değil.

Kitaplar basılacak Arabi ibareler düzgün yazılsın diye yazdırıyoruz. Hoca kuşe kağıda yazıyordu biz de oradan filme alıyorduk. Sonra Cevşen-ül Kebir, Hizbül Envarul Hakaikun Nuriyeyi yazdırdık, bugün sözlerin bastığı kitaplar.

Hocaya yazı yazdırmak uzun bir maceradır. Üç sayfa yazı yazdırmak kolay bir iş değil. Hoca yaşlı olduğu için aldığı parayı unutur. Aynı parayı birkaç defa vermek söz konusu oluyordu. Hocayla muhatap olmak zordur. Bana dediler “bunu yazdır.” Ama hocaya parayı da versen iş yaptırmak çok zor bir iştir. Hoca beni çok seviyor. O nedenle dediler “sen hocanın dilinden iyi anlıyorsun git bunlarla uğraş.” Ben de hocanın ahlakını bildiğim için o gün 30 bin Liraya anlaşırız ama bu 100 bin Liraya çıkar. Ona göre aradaki parayı ben yiyecek değilim bilmelisiniz. “Tamam” dediler “sen yeterki yazdır.” Ben de “tamam” dedim “mesele yok.” Hakikatten de 30 bin Liraya anlaştığım iş 100 bin Liraya çıktı. Yani, aynı sayfanın parasını iki üç defa vermişiz.

Hocaya gidiyoruz. Hoca 80 küsur yaşında, aldığını unutur, “hamuleli gel evlat” derdi. Yani cebin paralı olsun. O günlerde ben de Dede Efendinin ferafeza ayini var, şimdiki gibi cd veya kaset yok. O zamanlar Kıbrıs Barış Harekatı yapılmış, bende bir tane büyük sesli bir tane küçük sesli radyo vardı ikisini açıp araya mikrofonu koyarak stereo kayıt yapıyordum. Hasan Mutlucan’ın kahramanlık türküleri yayınlanıyordu. Bu aradan Çinuçen Tanrıkoru’nun bir konferansı verilmişti tarih içinde Türk Musikisi adlı çok örnekli konferans onları kaydettim. Zekai Efendinin bestesini ve birkaç bunlara benzer bir takım müzikleri kaydetmiştim.

Bir ara Habip’le gittik, o günkü Cemal Cümbüş amca Mehterbaşı, askeri müzede her gün 3 ile 4 arası Mehter çalıyor. Biz evine gittik. Galip sokakta Galatasaray’da, Hastun Galip sokakta Galatasaray Kulübünün bulunduğu meşhur sokak, vardık teyze çıktı. Teyzeye dedik ki, “hoca evde mi?” “Yok” dedi “Tepebaşında Kanuni Esasi Kıraathanesinde” gittik. Cemal amca orda Kanuni Esasi Kıraathanesi muazzam bir yer, şimdi yoktur tabi yıkılmıştır. Yani devenin boynuna binsen bir ampul asman mümkün değil tavanı o kadar yüksek derin, acayip bir yer. Orada Cemal hocayı bulduk, canını seveyim, sakalını yiyeyim, bıyığını seveyim, diyerek işimizi yaptırmak istiyoruz, pala bıyıktı.

Cemal amcaya yaptırmak istediğimiz şey: Bizim vereceğimiz repertuara göre mehtere “yallah” diyecek. Kabul etti, yazmıştık işte, “gafil ne bilir aşk ile şevkü vegayı”, “genç Osman geliyor” “şu kopan fırtına” gibi marşları türküleri sıralayıp verdik ve bu sıraya göre çalsınlar. Cemal Amca bizi kırmadı ve bu dediklerimizi çaldırdı. Bizim kocaman bir teyibimiz vardı. Rahmetli birader Urfa Mevlidine gittiğinde Kilis’e gitmiş almıştı. Üç dört tane bant var. Hamit hocaya gidiyorum Hamit hoca musikiden çok iyi anlıyor. Hoca böyle behluç bir halde duruyor. Öyle yarı baygın oksijensizlikten, şevksizlikten biz tabi koyuyoruz Hasan Mutlucanı, efendim diyor baritan bir ses diyor hoca cezbeye geliyor usul vurmaya başlıyor, iki sayfayı yazıyor. (gülüşmeler) Ondan sonra hocanın oksijeni bitiyor. Bu defa biz hocayı alıyoruz götürüyoruz Emirgan senin, Çamlıca benim, boğazda karadenizin oksijenini alınca hocaya can geliyor, iki sayfa daha yazıyor. Kitaplar öyle öyle yazıldı. Onun daha uzun tafsilatlı hatırası vardır ama şimdi burada bunu anlatmak zor olur.

Tevafuklu Kur’an ne zaman ve nasıl basıldı?

Tevafuklu Kur’an’ı biz yazdırmadık Fırıncı ağabeyler yazdırmıştı. 1964’ten 71’e kadar 6,5 yılda yazdırmışlardı. Biz baskıya hazırlama işini yaptık Hamit Hoca ile. Bu da dört yıl sürdü. Rahmetli Tahir abinin bulunduğu Edesa Aptmanının yedinci katında. Şimdi düşünebiliyor musun? 80 küsur yaşındaki adamı 7 katlı apartmana çıkarıyorsun. Merdivenlerle, yorgun bir insan ikimiz kolunda Fırıncı abi ile veya İsmail ile birlikte dört beş kişilik bir ekibiz.

Cağaloğlu’ndan alıp getirmek bir alem. Ben şoförlük yapıyorum Cağaloğlu’nda Babıali yokuşunda durmak yasak, ben orada duruyorum başlangıçta ehliyetim de yoktu Tahir abinin duasıyla sürüyordum. Yaşım tutmuyordu. Polis geliyor düdük çalıyor. Ankara caddesinde durmak imkânsız, Fırıncı abi ile İsmail abi, Hamit Hocayı almaya gitmişler, ben orada bekliyorum. Polisi ben lafa tutuyorum. Bidakka memur bey, bir hususu arz edebilir miyim? Ben daha bıyığım terlememiş biri olduğum halde 70 yaşındaki biri gibi söylüyorum. “Buyurun efendim” diyor. “Efendim bu handa Osmanlıdan kalan büyük Üstadımız Hattat Hamit Bey, kendisi çok yaşlıdır, arkadaşlar almaya gitti birkaç dakika istirham etsek, lütfeder misin?” diyerek adamı lafa tutuyorum.

O arada olurdu olmazdı derken bir tarafında Fırıncı abi bir tarafta İsmail abi koluna girmiş hoca gözüküyor, fotürünü de giymiş. Hocanın fotürü de var, Hoca bazen takke giyer bazen fotür, Hoca ortada bastonu kolunda görününce artık bişey diyemiyor polis ayrıca birde hocanın elini öptürüyoruz. Ondan sonra arabaya bindiriyoruz, ayağını yerden çekemiyor, ayağını ayrıca bindiriyoruz, bunu götürüyoruz Mustafa Paşaya orada yedi katlı apartmana çıkaracağız.

Daha birinci katta hoca, “Fırıncı, bu merdiven aynı Sultanahmet’in minaresi gibi. Bak ne anlatacağım” deyip Sultanahmet’in eski imamı Hafız Sadettin Kaynakla macerasını anlatıyor. Sadettin Kaynak’ın Leyla şarkıları var ya o hususta hocanın hatıraları var. Onlardan anlatıyor. Eski adam veya Neyzen Tevfik’ten anlatıyor. Onlar hocanın ahbapları. Bunları anlatıncaya kadar ancak bir kat çıkıyoruz. İkinci kata çıkınca bu defa Fırıncı abi başlıyor anlatmaya o da ona benzer hikâyeler yaşamış onu anlatıyor. Kah Kah Kih kih gülüyoruz. Üçüncü kata gelince İsmail abi anlatması gerekiyor. O bişey anlatıyor. Dördüncü katta benim anlatmam lazım bizim ilmimiz yetmiyor biz gidip Habip’le sahaflardan fıkra kitapları alıyorduk gece tahsil ediyoruz. Çünkü orada hocaya anlatmamız lazım. Bir fıkra da ben anlatıyorum. Beşinci kata çıkmış oluyoruz. Altıncı katta Habip anlatıyor, yedinci katta hoca bitane daha anlatıyor yedinci kata çıkmış oluyoruz ve içeri sokuyoruz. Tahiri abinin oraya, böyle böyle yazdırdık. Tabi Tahiri abinin oraya giriyor Tahiri abi ciddiyetin, vakarın sembolü bir adam. Biz hocayı gaza getirmek için kah kah kih kih içeri girerdik Tahiri abi tabi bizi anlayışla karşılardı. Yedirir içirir sever. Bütün bu Kur’an hizmeti bu ortamlarda böyle oldu. Mecbursun yani ne yapacaksın.

Yaşına rağmen yazabiliyordu demek. Elleri titremeden falan…

Sen ne diyorsun hoca vefatından bir hafta evveline kadar daima yazmış.

Daha sonra siz DPT’ye geçtiniz?

Evet 1980’den sonra ben Devlet Planlamaya geçtim o günden bugüne buradayım.

Hattat Hamit’ten aldığınız dersi devam ettiriyorsunuz.

Buraya geçtim ama bir müddet geçince buradaki arkadaşlar benim biraz istirahat etmemi istediler Fazla iş vermiyorlar. (kızak görev verdiklerini kastediyor) Dolayısıyla bütün mesaimi hemen hemen bu sanatın, bu medeniyetin, bir takım güzelliklerin ortaya çıkması için sarf ediyorum. Yaptığım iş gene milli bir iştir. Vatani bir iştir. Burada boş durmuyorum DPT’nin üst kademe yöneticilerinden az çalışmıyorum. Hatta birkaç tanesinin çalıştığı kadar çalışıyorum. Günde 10 saatten aşağı düşmüyor, hatta bazen onbeş saat çalıştığım oluyor.

Bildiğim kadarıyla bir tevafuklu Kur’an da siz yazmışsınız.

Evet yazdım ama yazıda geldiğim nokta: Bihayli ileri bir noktaya geldik o nedenle o yazdığımı neşretmedim. Başka yazdım bir iki tane onlar neşredilecek. Şimdi yeni bir taneye daha başladım üç cüz yazdım elli dokuz sayfa 60. sayfayı yazmam söz konusu

Tevafuklu Kur’an’ın yazılması ile ilgili olarak biraz bilgi verir misiniz?

Tevafuklu Kur’an’ı yazma işi özel bir iştir. Bilgi vermek isterim ama bugün olmaz. Çünkü bu konu öyle birkaç dakikada olacak bir konu değil geniş zaman lazım. Ama tabi benim ömrüm tevafuklu Kur’an bakmak, okumak, yazmak, üzerinde çalışmakla geçti. O konuları bir parça bilirim, essahtan bilirim.

TEVAFUKLU KUR’AN’I YAZMAYA DEVAM EDİYORUM

O konuyu başka bir röportaja bırakalım o zaman. Şu an başka ne tür çalışmalarınız var?

Üstad Hazretlerinin okuduğu duaları yazalım diye yola çıktık ama iş çok büyüdü. O da şuradan çıktı ben, 1997 yılında bir Kur’an yazabilir miyim? diye yola çıktım, birkaç cüz yazdım bir muhterem zat konuşurken bana dedi ki, “acelen var mı? Yani bu sipariş gibi bir şey mi? Yoksa ihtiyari bir iş mi?” ben dedim “ihtiyari bir şey.” “O zaman sen bu işte fazla acele etme. Birkaç küçük çalışma yap, yani kalemin biraz hareketlensin, ondan sonra Kur’an’ı yaz” dedi. “Yazmışken bu iş şaheser olsun” dedi açıkçası. Bu fikir benim hoşuma gitti.

Ne yazabiliriz, Hİzbulenvarulhakaikinnuriye; demin nasıl yazıldığını bir parça anlattım, dedim bu üstadın evradıdır, Hattat Hamid’in hatırasıdır. Ona bakarak yazalım. Neticede onu ve Cevşenülkebiri yazmaya başladık. Bir ara baktım ki, yüz sayfa olmuş. Tamamı zaten 200 sayfadır. “Yüzü yazan iki yüzü de yazar” dedim ve yazdım. Sonra Kaside-i Celcelutiyeyi “biri yazsa da okusak” derdik yıllarca, onu da yazdık başka birkaç şey daha yazdık, Risalelerde Üstadın okuduğu mevsuk, yani mesela İmam-ı Gazali’nin Hizbulmasununu yazdık, sonra Abdulkadiri Geylani’nin Manzume-i Esmaiyesini yazdık. Baktım Üstad bahsettiği İmam-ı Şafinin Mısırın Kahtugalasını defetmeye vesile olan duasını aradık bulduk onları yazdık.

Sonra dikkatimi çekerdi her bahsin sonunda veya ortasında bir kısım dua salavat gibi tesbih gibi dualar var bunları tek tek buldum çıkardım fotokopi ettim hepsini tabi bu çok zor bir iş öyle kolay değil, yüzlerce sayfa onları kesip alt alta koydum bunlardan suret çıkarıp üç dört arkadaşa verdim. “Bunları okuyun tekrarları atın, Bir de; özel duaları çıkarın” mesela o risaleyi yazan kişiye yapılan özel duaları çıkarın geriye kalanı da tasnif edin salâvatlar, dualar, tespihler, tahmitler gibi, bunları tasnif edin, işaretleyin” dedim.

Sonra arkadaşlarla oturduk kestik guruplaştırıp tasnif ettik. Sonra tespihleri çıkarıp dedim bunun hangisi bir numara olsun, arkadaşlar biliyor hangisi öncelikli diye. Bu bir olsun bu iki olsun bu üçüncü olsun otuz tespih varsa otuzunu da sıraladık tek tek. Bunları yazdım. Hepsini bir kitapta topladım. İsmini de Münacatunnuriye koydum. Bu, Risale-i Nurun münacatı oldu. Ve 29. Arabî lem’adaki silsileye göre bunu tanzim ettim. İşte bu kitap o kitap bu şekilde bastırdık (masasının üzerinde bulunan bir kitabı gösteriyor) Bundan sonra mecmuatül ahzabı keşfettim.

Bunun dışında kitap haline gelen başka çalışmanız var mı?

Basılmaya hazır hale gelmiş bir kitap daha var. Bu basılanın ikinci cildi gibi. Dua bahsine devam etmek istiyorum. İş büyüdü bu defa üstadın okuduğu tüm duaları tespit ettik. Üstad o duaları onbeş günde bir tekrar ediyor. Kendi tertip ettiği hizbulhakaikinnuriye, 29. Arabi lema, hizbi mesnevi gibi

RİSALE-İ NURDAKİ DUALARI BİR KİTAPTA TOPLADIM

Yani, Üstadın okuduğu ama yazmadığı talebelerine vermediği dualar…

Bir kısmını yazdırmış, hususi defterlerinde var. Bazılarını kitaplardan okuyor. Ama bunların toplamı üçbin sayfa gibi bir hacim. Bunun tümünü onbeş günde bir okuyor. Bunun içinde ne var. Bunun içinde bütün turuku kutbiyye zatlarının evratları, sahabelerin salâvatları, Kur’an’daki virtler, Peygamber Efendimizin (asm) duaları, virtleri, eimmei erbaanın, müçtehidini izamın bütün tarihten gelen duaları. Ben bunların hepsini topladım, ayrıca ehli beyt imamlarının, yani ehli beyt silsilesinden gelen imamların dualarını hepsini buldum yüzde yüzüne ulaştım diyemem ama yüzde doksanından fazlasına ulaştım diyebilirim. Çünkü ne kadar tamamladım desende bir yerlerden bişeyler çıkıyor. Bunların tamamı şu anda 6–7 bin sayfa şimdi bunları yazmakla meşgulüm. İslam tarihinin dua külliyatı her biri 500’er sayfalık 12 ciltlik bir külliyat.

ŞİMDİ DE İSLAM TARİHİNDE YAŞAMIŞ BÜYÜK ZATLARIN DUALARINI TOPLUYORUM

Bunlar duaların en makbul olanları

Ne diyorsun? Bunların her biri kutbu azam falan oluyor. Mesela İmam Zeynelabidinin, Muhammed Bakırın, bunlar kutbu azamdan da ileri insanlar, kutbu azamlar bunların yanında talebe olacak insanlar. Abdulkadiri Geylani Kutbuazam, gavsıazam, ferdiferiti devran, mesela Ebulhaseni Şazeli, Muhyiddini Arabi, Şahı Nakşibent gibi zatlar bunlar. Bunlar İslam tarihinin en makbul en muhterem mümessilleri, bu zatlar aynı zamanda belagatin de, edebiyatın da en yüksek temsilcileri.

Ve dua dediğimiz şey; ben senden, sen benden, şeyh müridinden, mürit şeyhinden bazı şeyleri saklar, Cenab-ı Hak’tan neyi saklayacaksınız. Sansürsüz olarak bu büyük zatlar Cenab-ı Hak’la konuşmuşlar. Konuşur gibi hitap ediyorlar, yalvarıyorlar, bu saf en saf İslam tefekkürü hiçbir şey karışmamış, saf ve temiz, İslam tefekkürü bu beni çok heyecanlandırıyor aslında bir de bunların mealini yapmayı düşünüyoruz. Altı yedin bin sayfa bir o kadar da meali 12-13 bin sayfa 15 bin sayfalık bir külliyat üzerinde çalışıyoruz. Bu çok büyük bir şey zannediyorum dünya çapında değilde tarih çapında bir büyüklüğü var. Bu çapta bir çalışma yapılmamış.

Bu çalışmaları tek başınıza mı yapıyorsunuz? Yardımcınız yok mu?

Yok. Yardımcımız Allah (cc) daha doğrusu bugüne kadar böyle bir şeyi anlattığım zaman kavrayacak veya ehemmiyetini anlayacak ve bunun gereğini yapacak birisine rastlamadım açıkçası.

YAPTIĞIM BU İŞLERİ ENSTİTÜLER, FAKÜLTELER YAPMALI

Ücretli olarak çalıştırabileceğiniz biri yok mu?

Yok her şey var ama o yok. Yani, bende para yok. Rahmetli Ceylan abi derdi “her şey tamam ama para yok” (Gülüşmeler) Ne yapacaksın. Bu bahsettiğim husus aslında bir Enstitünün ve yahutta bir fakültenin, biraz da maddi kaynaklarla desteklenmiş bir kurum bu işi yapmalı. Ben bunları bir kısım insanlara anlattığımda bana “biz cevşenle ilgilenemiyoruz sen bunları nerden çıkarıyorsun” diyen insanlar oluyor. Ben de “Cevşeni bırak bunu oku demiyorum ki, kardeşim” diyorum. Ben başka bir şeyin peşindeyim, bir medeniyetin peşindeyim, ikincisi bu benim tarihi mesuliyetim bu benim mukaddes mesuliyetim. Bu benim Risale-i Nurdan aldığım terbiyenin bir neticesidir. Şöyle düşünüyorum. Nur talebeleri bir medeniyetin temsilcileri, temsilcisi olduğundan, bunun ağırlığını, mesuliyetini, omuzlarında taşımak mecburiyetindedirler.

Bir de şöyle bir şey var Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde var. İşte “Bir Nurcu çıkacak bu risalenin kalan kısmını tamamlayacak, bu kitabı ikmal edecek” diye sizin bu çalışmanız o tamamlanması gereken eserlerden biri olmasın.

Keşke öyle olsa bu yazdıklarım Üstadın işaret buyurduğu risalelerden biri olsa, keşke o ben olsam. Yani, şu olursun veya olmazsın? O önemli değil önemli olan o duruma hazırlıklı olmak lazım, ruhen, fikren, vicdanen hazır olmak lazım. O ciddiyette olursan o iltifata mazhar olursun. Bu niyetle olmaz zaten, çalışırsın o netice ortaya çıkar. Ona mazhar olursun. Benim anlattığım petrol misali var ya işte o, yani Üstadın tefekkür mekanizmasını öğrenmek lazım, tefekkür ederken hangi malzemeleri, hangi mekanizmalar içinde kullandığını, nasıl bir akıl yürüttüğünü, nasıl bir fikir yürüttüğünü bu mekanizmaları bulmak lazım, bunu bütün samimiyetimle söylüyorum, Üstadın tefekkür sistemini çıkarmak mecburiyetindeyiz.

Bunun şablonunu çıkarmak durumundayız. Bize düşen bu, bunu yaptığımız zaman o dediğimiz insanlar çıkar. Yani Bediüzzaman gibi tefekkür edebilen bir insan onu yapar. Onun tefekkür tekniğini bilen biri yani onu nasıl çıkarıyor, nasıl geliştiriyor, nasıl yazıyor, yani bu çiçekten bu bal nasıl yapılıyor? Bu malzemeden bu lezzet nasıl doğuyor? Anlatabiliyor muyum? Bu dönüşümü yapan, bu ottan bu süt nasıl çıkıyor. Bu mekanizmayı keşfedersen sen de süt yaparsın.

Kuru bir iddia ile olmaz bu. Benim anlatmak istediğim kuş yavrusuna kay veriyor ya, dönüştürmüyor, biz bugün Risale-i Nur’u dönüştürmüyoruz alıyoruz bunu tekrar ediyoruz. Ama bilginin öğrenildikten hazmedilmesi diye bir mesele var. İşte bu süttür. Üstad buna “alimi mürşt koyun olmalı kuş olmamalı” diyor. İşte bu bizim vazifemiz. Ha yaparız yapamayız önemli olan böyle bir gayretin içinde olmamız lazım. Koyun yavrusuna süt veriyor.

Süt endüstriyel bir şey aslında. Yani sadece o yavrusunu büyütmüyor. Artı sütten dünyayı doyuruyor, yaptığın dönüşümle dünya kadar ürün çıkıyor. Sisteme girdiği zaman bir taraftan süt, bir taraftan peynir, bir taraftan kaymak, sonra o peynir Urfa lokantalarında künefe oluyor. O sütten gıda sektörü karşılıklı zincirleme ile binlerce ürün çıkıyor. Ama kuşun ürettiğinden ne çıkıyor. O sadece aldığını veriyor. O da bir şey… İşte biz kuşun yavrusunu beslemesi gibi Risale-i Nur’dan istifade edip onu ifade ediyoruz. Eğer bu dönüşümü yapabilsek o zaman o dediğimiz eserler ortaya çıkar. Çok mühim bir şeyden bahsediyoruz. Yani oradan aldığın bilgiyi şahsiyetinle ciddiyetinle vesairenle hazmettikten sonra yeniden ifade etmendir. Çok farklı bir şekilde ifade etmektir bu kâinatı değiştirir. İşte, Üstadın dediği Nur talebesi odur.

Özetle bir metot meselesinden bahsediyorum ben. Bu metotları ortaya çıkarıp kitaplaştırmak benim yapabileceğim bir iş değil. Aslında bu işin metodolojisi üzerinde yoğunlaşmak lazım yani, ürün elde etmek değil önce fabrikayı inşa etmek durumundasın. Fabrikanın dizaynını yaptıktan, faal hale getirdikten sonra buradan petrol girer oradan mazot çıkar, ama bu fabrikayı yapmadan o mazot çıkmıyor. Bunun metodolojisini, fizibilitesini, projesini yapmak lazım. Bu gibi konular üzerine kafa yormak lazım. Bu sadece benim meselem değil. Ben sadece bu kadar düşünebiliyorum. Belki birkaç adım ötesini daha düşünebilirim bu konuda bir takım fikirler üretebilirim. Ama bu cihanşümul bir hadise beni de aşıyor. Ben bunu birkaç mecliste anlattım bana “biz Risale-i Nuru okuyoruz anlatıyoruz. Sen neden bahsediyorsun?” dediler. Adamın mevzudan haberi yok.

Benim sormak istediğim sorulardan birinin de böylece cevabını vermiş oldunuz. Sorum şöyleydi 20 sene geriye gidebilseniz tekrar bu hayatı yaşarken ne yapmak isterdiniz? diye soracaktım ama siz zaten cevabını vermiş oldunuz. Bunları yapmak istediğiniz açık.

Evet yapmak istediğim şeyler bunlar ben her zaman bunları düşündüm ve yapmak istedim. Ama hep yalnız kaldım. Yani böyle şeyleri anlattığım zaman insanlar iyi gözle bakmıyor. Ya cünun geçirmiş veya sapıtmış veya biz zaten yapıyoruz diyor. Geçen bir mecliste anlattım. “Ya kardeşim biz zaten bunu yapıyoruz”, “Risale-i Nuru okuyoruz ve anlatıyoruz. Sen ne anlatıyorsun bu kadar ilave ediyorsun” diyor. (gülüşmeler) Ben farklı temel bir şeyden bahsediyorum. Farklı bir şeyden bahsettiğimizin farkını fark ettiremedik.

Ama bu bir cehttir, ben zannediyorum ki, ileride bunu yapanlar çıkacak, belki bugün de vardır benim bilemediğim, herkesi biliyorum diye bir şey yok. Üstad bir nurcu gelecek bunu yazacak derken buna Türk demiyor, Arap, Laz demiyor bu kişi Mozambikli de olabilir. Malezyalı da olabilir. Koreli olamaz mı? Arjantinli olamaz mı? Zenci olamaz mı? Çinli olamaz mı? Allahın ne kulları var, bu kişi veya kişiler nerde? Bilemiyoruz o fıtratlar… Yani, bizim yapacağımız iş bu fıtratlara zemin hazır etmek. Nasıl ki, bu odaya gaz doluyor doluyor haberin yok biri geliyor sigara yakacağım diye kibriti çakınca bum… Bu iş böyle bir yere kadar doluyor ondan sonra bir küçük kıvılcımla patlıyor. Bu çok güzel bir şey. Hayatta başarılı oldun veya olmadın? Ayrı bir dava, ama en önemlisi kafan bu gibi meselelerle sürekli meşgul Risale-i Nurun hakkaniyetini Risale-i Nurun ulviyetini, kutsiyetini bütün dünyaya neşir ve ilan etmek, işte bizim böyle bir meselemiz var. Bu bizim görevimiz. Bunu nasıl yaparız. Yatıyorsun bunu düşünüyorsun kalkıyorsun bunu düşünüyorsun bu önemli, yani niyetiniz önemli…

Evet ama geriye baktığınızda bu alanda bir şeyler yaptığınız da görülüyor.

Nerde yaptık canım yapmaya çalıştık.

Ama bir şeyler ortaya çıkmış.

Evet, kitapsız demesinler diye bir şeyler yazdık (Gülüşmeler) İşte bu beni ilgilendiriyor. Bu gibi şeylerle ilgilenenler de beni ilgilendiriyor.

Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz. Ama aslında böyle bir röportajla olmaz daha sizde çok hatıralar var onları da inşallah başka buluşmamızla tamamlarız

İnşallah.

Röportaj Haberleri