Risale-i Nur'u neden anlamıyorlar?

Hüseyin ÇEŞİTCİOĞLU

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

[Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki, İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün cemiyet yoktur.]

Öncelikle tarihi arka planı hatırlamalıyız.

Tarihimizde ilim zenaatın bugünkü adıyla teknolojinin zirvesi Fatih dönemi olup sonra duraklama, gerileme dönemine girildi.

İlim ve zenaat gerilemesi 19.yüzyılın sonunda Osmanlı'da en dip/çukur noktaya erişti.

Bu vaziyetin somut göstergesi tren, otomatik tüfek ve hazır paket ilaçların yardımıyla Rusların, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya'yı işgal ettikten sonra 1878'de İstanbul Yeşilköy ve Erzurum'a dayanıp, Kars ve Batum'u işgal etmesidir.

19. yüzyılın sonuna doğru, din ilimleri yerlerde sürünürken, medrese, mektep ve tekke birbiriyle tam bir mücadele halindeydi.

Mektepler yeni olmakla beraber, evrim ve pozitivizm idealojisinin pençeleri altında inkarcılık saçıyordu.

İşte bu şartlarda üstad Nursi, 1907 Aralık ayında İstanbul'da bir ay gibi doğdu. Şekerci Han ve Fatih Cami merkezli olarak, "tüm ilimlerin kaynağı bir ve hedefi ortaktır" parolalı bir çoban ateşi yaktı.

1922'ye kadar, çağdaş iman hizmetinin temelini attı ve tanınmasını sağladı.

Sözler Külliyatı'na dayanan, vatan, millet, din esaslı büyük emelinin gövdesi, 1926 ile 1953 yıllarında inşa edildi ve Ağrı Dağı gibi yükseltildi ve imar edildi.

***

Madalyonun öbür yüzüne baktığımızda ise 1923'te atanan yeni TBMM ile en az bin yıllık medeniyet ve kültür hazinemiz, dil ve elifba merkezli devirimlerle depreme uğratıldı, inkar ve yokluk uçurumlarına yuvarlatıldı.

Özellikle 1924, geri dönüşsüz bir yol değiştirme ve dehşetli bir kırılma tarihinin başlangıcıdır.

Özellikle 29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilan edileceği akşam herkesin duyup işiteceği şekilde "Yarın cumhuriyet ilan edilecek fakat ihtimal ki bazı kelleler kopartılacak" sözünün anlamını irfan sahiplerinin ruhuna havale ediyoruz.

1924'te halifelik, şeyhülislamlık kaldırıldı, laiklik getirildi, ladini bir siyasetin temeli atıldı.

Artık medrese, tekke, zaviye gibi dini kurum ve yuvalar harabe, öcü ve haşarat muamelesine maruz bırakıldı.

İşte yeni Türkiye'de zamanın durdurulduğu ve kıyametin koptuğu an bu anlardı.

Bu kaos ve yeniden kuruluş döneminde bir Şeyh Edebali, bir Bitlisli İdris vardı, fakaat bir Osman Gazi, bir Yavuz Sultan Selim yoktu.

1. TBMM kendi ayaklarıyla, bu kurucu meclise gelen, manevi kurucu ve öncü lideri tanıyıp değerlendiremedi ve yakın tarih maceramız böyle kötü başladı.

Üstad Bediüzzaman, Mustafa Kemal ile 2 kere, yeni devletin temel taşlarını sağlam atma meselesini müzakere etti, tartıştı.

Lakin bu çabalar başarısızlık ve hayal kırıklığıyla sonuçlandı.

Külli irade ve İlahi kaderin hükmü galip geldi ve cüzi irade sustu.

Bin yıllık muhteşem çağlar, yüzyıllık şaşkınlık ve belirsizlik çağına dönüştü.

Ankara'nın siyasi ve askeri dahileri, bir kişi hariç her kişi ve yiğidi, ya öldürdü ya sürdü süründürdü, ya zindanlarda çürüttü ya da susturdu satın aldı.

Zaman, kahtı rical denen, adam kıtlığı, mücahid yokluğu dönemiydi.

Çünkü dahilerle ancak dahiler aşık atıp mücadele edebilirdi.

Hadisi Şerife göre Süfyan büyük bir alim ve kurucu takımı dahilerden oluştuğuna göre onu durduracak da ancak bir dini dahiler takımı, yani şahs-ı manevi gücü olmalıydı.

Bu takım var gibiydi ama aslında yoktu. Yani dava ve misyonunun gereğini yapmaktan uzaktı.

Çünkü ümit edilen bu zatlar başarısız bir siyasetin, mağlup bir devletin ve bitik bir ilim, irfan geleneğinin yetersiz ve yorgun elemanlarıydı.

Bu İslami dahiler ekibi yerine, tek kişilik bir takım olarak yalnız Bediüzzaman meydana çıkmıştı. O da tek başına bir takım olarak, yeni siyaseti yönlendiremeyip, geçici olarak mağlup sayıldı.

1920'lerde Ankara'da TBMM'de sahneye çıkan İslami mücahede takımında kimler vardı?

1920'deki TBMM'de milletvekilliğini kabul ederek zokayı yutan ve Mısır'a göçmek zorunda kalan rahmetli Mehmed Akif, medrese hocası ve işgal yıllarında İstanbul'da İngiliz işgalcilerle destansı mücadelesine rağmen paçayı kaptıran şehid İskilipli Atıf Hoca, seyyid İbrahim Arvasi, seyyid Taha Arvasi, Hasan Basri Çantay, Mehmed Vehbi Çelik, Filibeli Ahmed Hilmi, Mehmed Salih Yeşil, Rasih Kaplan, Şeyh Masum Efendi, Mehmed Rifat Börekçi, seyyid Abdulgani Ensari, vekil şehid Ali Şükrü Bey, vekil şehid Halit Paşa, Kazım Karabekir gibi dev adamlar birinci meclisin altın kadrosuydu.

Birinci Mecliste, Meşhur Abdulhakim Arvasi'nin biri kardeşi Taha, diğeri yakın akrabası İbrahim Arvasi milletvekili olarak bulunuyordu.

Kendisi de 1924'ten ölümüne yakın bir zamana kadar (1943), Eyüp'teki Kaşgari Dergahı halifeliğine atandı, oturması için Eyüp tepesinde bir köşk ve yardımcılar tahsis edildi.

Ayrıca Vefa Lisesi Din Dersi öğretmeni, Beyoğlu Ağa Camisi imamlığı ile İstanbul umum vaizliği görevlerini sürdürdü.

1936'da yaş haddinden emekli olacakken M.Kemal'in emriyle tüm görevleri ölünceye dek uzatıldı. 1943'e kadar vazifelerini sürdürdü.

İstanbullu ihtiyar hoca adıyla Risaleler'de adı çok yerde geçmektedir.

Muğla Rifat Börekçi, 1922'den/1924'e kadar Şeriye ve Evkaf Bakanı, 1924'ten 1941'e, yani ölene kadar Diyanet İşleri Başkanı yapılmıştır.

Dehşetli şeyh Şerafeddin Dağıstani, 1936'da ölene kadar Mustafa Kemal'e danışmanlık yapmış ve  özel araba ve şoför gönderilip, Yalova Kaplıcaları'nda ikisi, özel ve gizli istişareler yapmışlardır.

1935 Eskişehir Zindanlarında ise Nur talebelerini cezbederek çözme ve çökertme göreviyle görevlendirildi.

İşte bu çöküş ve kaos çağında üstad Bediüzzaman Said Nursi zamanın mücedidi ve mücahidi olarak tarih sahnesine yepyeni bir sistem ve son teknik bir yöntemle ortaya çıktı.

Rahmetli Cemil Meriç' in tarihi tesbitini hatırlamakta fayda var: "Tanzimattan beri bu memleket tek kahraman mücahid gördü o da Said Nurs'idir."

Üstadın yeni sistemi neydi kısaca bakalım.

Öncelikle ve özellikle Bediüzzaman dini inanç ve itikadı, akıl, mantık ve matematikle ispatlayarak ortaya çıktı.

İtikat, amel ve sevabı izah ve ispatta istatistik ve ihtimaliyatı kullanıp ispat ve ikna usulünü seçti ve başarılı da oldu.

Bu tarzın tarihi bir kökü, geleneği olsa da, üstadın metodu geliştirilmiş yepyeni bir tarz ve yöntemdi.

Bu usul ve üslupta, iman, İslam, ibadet, akıl, mantık, psikoloji, pedogoji, sosyoloji, sosyal psikoloji verileriyle izah ve ispat edilmeye başlandı.

Böylece tarihte ilk defa inanç ve akide mantık, hikmet, ihtimaliyat/olasılık, orantı ve marifetullaha dönüştü.

Yani iman ve ibadet haram, helal tümüyle ilim, mantık, muhakeme, psikoloji, pedagoji ve istatistik platformuna, bilgi, ispat ve delil sahasına taşındı.

20. yüzyıl çağ şartlarının, İslam'a dayattığı öldürme ve yok etme saldırısına, aynı dilden ve aynı mantıktan verilen hüccetli bir cevap, bir meydan okumaydı.

İşaratül İ'caz ve Muhakemat'ta yazılan; "İslamiyet her meselesini akla tesbit ettirmiştir. Fakaat o akıl âkıl olmalı." Yani akıllı akıl olmalı sözü bu meselenin kuşatıcı ve temel kanunu hükmündedir.

24 saatten bir saati namaza ayırmak, korkunun ihtimaliyat hesabını yapmak, siyaset, içtimaiyat konularını yüzdelik, bindelik oranlarla ortaya koymak, sonsuz cehennem hapsini, 24 sene adam öldürme cezası üzerinden makul ve mantıklı hale getirmek, ahirete imanı, sosyal psikoloji temelinde çocuk, genç, yaşlıların ahrete iman ihtiyacı ve topluma faydası şeklinde, makul ve mantıklı izahlar yapmak gibi sayısız olasılık, orantı, cebir, geometri, matematik hesapları üzerinden İslami algı yeniden sağlam ilmi veriler üzerinden kurgulandı ve inşa edildi.

İslami ve itikadi hemen her meselede üstad Nursi nedir, nasıl, neden ve niçin, ne kadar sorularını sordu ve cevaplarını kitaplarında yazdı.

İşte yukardaki tüm gerçekler ve izahlar ışığında mektep, medrese, tekke, şeyh, derviş, alim ve hocaların, Risale-i Nur'u anlama, dinleme imkan ve idrakları yoktu.

Bu sese ancak "ilmen ibtidaiyim" diyen, ümmi çocuk saflığındaki müminler kulak verip, idrak, izan, tefhim, algı  ve şuur edebilirlerdi ki, bunlar da Barla Sıddıklarıydı.

Yeni çağın yeni eğitim ve öğretimin yeni marifet ve yöntemin öğrencisi, bu gizemli, adeta yerden biten, melek çocuk karışımı her yaş ve meslekten tüllabunnur/nur talebeleriydi.

Yaşanmış bir hatırayla konumuzu bitiriyoruz.

15 Temmuz 2016 darbe saldırısından önceki günlerdeydi. Antalya Murat Paşa Camisi karşısında Çarşamba günleri Kur'an tefsir dersleri yapılıyordu. Bu derslere arif, alim, fazıl, takva seçkin bir cemaat katılıyordu.

Ayetleri okuyup tefsir eden hafız, 33 yıl müftülük yapan muhterem bir hocaefendiydi. Dinleyiciler de soru ve kısa izahlarla katkıda bulunuyordu.

Bir derste İblis'in Hz Adem'e secdesi izah edilirken hocamız şeytanın akıl yürüterek secde etmediğini izah etti. Aslında böylece aklın, akıl yürütmenin, mantığın İslam'da esaslı bir yeri olmadığının da altını çizdi. İslam ve iman meselesi temelde bir inanma ve teslim olmalıydı. Akıl yürütmek, mantık ileri sürmek gereksiz hatta zararlıydı. Şeytanın akıl yürüterek inkara gitmesi ise bu konunun izah ve ispatıydı.

Söz alıp son derece nazik biçimde ayette "ebâ v'estekbere/büyüklendi ve ayak diredi" ifadesi geçtiğini, başka ayetlerde de "kibirlenme, büyüklenme" biçiminde olduğunu, bu konuyu nasıl uzlaştırabileceğimizi sordum.

Hocamız umulmadık şekilde heyecanlanıp celallendi. Dinleyiciler buna çok şaşırdı ve hayret etti.

Müfessir müftümüz hızlı bir şekilde yandaki kütüphaneden ilgili ayeti tefsir eden, merhum Mehmed Vehbi Çelik tefsirinin ilgili cildini alıp göstermek istedi. Ama gergin ve kızgın olduğundan istediği cildi bulamadı. Yardımcı oldularsa da aradığını bulamadı.

Oysa ders tefsir konu hakikatın ortaya çıkmasıydı. Bu duruma cidden üzüldüm biraz da pişman oldum. Ders düzeni bozuldu ortam gerildi.

Dersten çıktık ve sokağa açılan kapıda hocamızla yanyana denk geldik. Ders arkadaşlarımız da vardı. Dönüp yüksek bir edayla:

-Sen bunları nerden biliyorsun, nerden okudun dedi.

-Risale-i Nur talebesi olduğumu söyledim.

-Risale-i Nur tefsir değil ki dedi.

-Nerden biliyorsunuz deyince iyice kızıp köpürdü, herkes biliyor bunu, ben ilk defa senden duydum tefsir olduğunu dedi.

-Dedim ki; hıristiyan bir genç ilk defa kiliseye gelmiş ve Hz. İsa'yı Yahudilerin öldürdüğünü öğrenmiş. Kiliseden çıkar çıkmaz ilk yaşlı Yahudi'nin yakasına yapışıp "bizim peygamberimizi niye öldürdünüz" demiş. O da "evlat bu dediğin 2 bin yıl önceydi" demiş. Hıristiyan genç ise "olsun ben daha yeni duydum" demiş dedim ve ekledim. "Muhteren hocam Risale-i Nur 90 yıldır tefsir amma siz daha yeni duyuyorsunuz" dedim ve ayrıldık.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (11)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.