Risâle-i Nur’da Günah Psikolojisi

Bediüzzaman Said Nursî’nin, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamber kıssalarına bakış açısı bize günah psikolojisinde de yol göstereceğini düşünüyorum

İMAN-İBADET İLİŞKİSİ

İmanla ibadet arasında doğrudan ilişki vardır. Bunu Bediüzzaman şöyle ifade eder: “Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir.” İbadet, Allah’ın emirlerini yapmak ve yasaklarından (nehiyler) sakınmaktan ibarettir. Vicdanî ve aklî olan imanî hükümlerin ibadetle terbiye ve takviye edilmediği takdirde, eserlerinin ve tesirlerinin zayıf kalacağını belirten Said Nursî, örnek olarak İslâm dünyasının şu andaki durumunu şahit gösterir.

İbadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, dünya ve ahiret işlerini tanzime de sebeptir. Yaratıcıyla kul arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir bağ ibadettir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin, Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan peygamber kıssalarına bakış açısı bize günah psikolojisinde de yol göstereceğini düşünüyorum. Onlardan birisi de Eyyüb (a.s.) kıssasıdır. Kur’ân’da anlatılan kıssaların elbette pek çok hikmetleri vardır. Peygamberlerin münâcatları bize örnek teşkil etmekte ve yol göstermektedir. Kur’ân’da geçen duâ ve münacatlar günlük hayatımızda en çok başvurduklarımız duâ ve münacatlardan değil mi? Said Nursî, Eyyüb (a.s.) münacatından hareketle bizlere de “Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin” gibi söylemeyi tavsiye etmektedir.

Bediüzzaman’a göre, Hz. Eyyüb’ün (a.s.) görünüşteki yara hastalıklarının karşılığı, bizim manevî, ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hz. Eyyüb’den daha çok yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hz. Eyyüb’ın (a.s.) yaraları, onun kısacık dünya hayatını tehdit ediyordu. Bizim mânevî yaralarımız, pek uzun olan ebedi hayatımızı tehdit ediyor. Bizim âciz bir kul olarak Eyyüb’ün (a.s.) münâcâtına o hazretten bin defa daha fazla ihtiyacımız yok mu?

Bizi, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan meydana gelen vesveseler, şüpheler-Allah korusun-iman mahalli olan kalbin içine girip imanı zedelemekte ve imanın tercümanı olan lisanın ruhanî zevkine ilişmektedir. Sonuçta bizi Allah’ı zikirden nefretkârâne uzaklaştırıp susturmuyorlar mı?

GÜNAHTAN KÜFRE GİDEN YOL

Said Nursî’ye göre, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, iman nurunu çıkarıncaya kadar katılaştırmaktadır. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.

Koskoca çam ağacının özellikleri çam tohumunda saklı değil midir? Öyle de günahlar içinde de küfürlerin tohumları saklıdır. Günahtan küfre giden yolculuğa bir bakalım: Günahların özelliğinde, özellikle devam ederse, orada küfür tohumu bulunur. Günaha devam eden kişide alışkanlık başlar ve o günaha karşı ülfet peyda eder. İşlediği günahlar sıradan bir hareket halini alır (sıradanlaşır). Sonra o günaha âşık ve müptelâ olur. Günahı severek ve isteyerek işlemeye başlar. Zamanla günahın arkasına düşerek geri dönülemeyecek bir yola girer. Günahı günah olarak görmemeye başlar. Sonra o günahın azabı gerektirmediğini temenniye başlar. Bu durum böylece devam ettikçe günahı inkâr eder ve o kimsede küfür tohumu yeşillenir. Bir süre sonra etrafa dal-budak salmaya başlar. Bir gün gelir ki, günah iyice şişer, kalbde imana yer kalmaz. Kalbde küfür yerleşir, iman çıkar. En sonunda kişinin işlediği günahlar azabın ve cehennemin inkârına sebep olur.

Günlük hayatımızda bunun örnekleri pek çoktur. Halbuki iman bir bütündür. İman kalesinde meydana gelecek bir delik, imanın çökmesine sebep olacaktır. Zübeyir Gündüzalp’ın dediği gibi, “İnsan, saray gibi bir binâdır. Temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan bir şeceredir. Kökü esâsât-ı imâniyedir.”

İmandan küfre giden yollara bir kaç örnekle açıklık getirmeye çalışalım:

GÜNAH İŞLEYEN KİMSE MELEKLERİN VARLIĞINDAN RAHATSIZ OLUR MU?

Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının görmesinden çok utanır. O zaman, kendisini gören meleklerin ve ruhanî varlıkların vücudu günah işleyen kimseye çok ağır gelir. Utanmaktan dolayı, o günahın günah olmadığını iddia etmeye başlar. İşlediği günahlarını gören meleklerin varlığını inkâr etmek ister. Hattâ utanmanın şiddetinden, ahiret gününün gelmeyeceğini temenni eder. Şayet hesap gününü inkâr eden küçük bir vehim bulursa, ona sıkı sıkıya sarılır ve o vehmi kocaman bir delil sayar. Küçük bir işaret ile melekleri inkâr etmek arzu eder. Melekleri inkâr edince, imanı gitmiş olmaz mı?

GÜNAHTAN CEHENNEMİN İNKÂRINA YOLCULUK

Cehennem azâbını netice veren büyük bir günahı işleyen bir adam düşünün. O adam, Cehennemin tehditlerini işittikçe, bütün ruhuyla Cehennemin yokluğunu arzu etmez mi? Cehennemin yokluğuna küçük bir işaret ve bir şüphe bulsa, o adamda cehennemin inkârına cesaret gelmez mi? Sonuçta cehennemi inkâr edince, ahiret gününü inkâr çıkmaz mı? Bu durumda o adam imandan çıkmış olmaz mı?

NAMAZINI TERK EDEN KİŞİ ALLAH’I NASIL İNKÂR EDER?

Farz namazlarını kılmayan ve kulluk vazifesini yerine getirmeyen bir adam düşünün. O adam da herhangi bir işinde çalışan bir kişi olsun. Her gün mesaisine geç gitse veya âmirlerinin verdiği emri yerine getirmese ne olur? Bundan dolayı o adam, küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olur mu?

Peki o adamın, Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah’ın mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, ona büyük bir sıkıntı vermez mi?

O sıkıntıdan kulluk vazifesinin olmamasını arzu eder mi? Mânen, “Keşke o kulluk vazifesi bulunmasaydı!” der mi?

Bu arzudan, mânevî bir Allah düşmanlığını ima eden bir inkâr arzusu uyanır mı?

Bir şüphe, Allah’ın varlığına dair kalbe gelse, kesin bir delil gibi ona yapışmaya meyleder mi? Böylece o adama büyük bir felâket kapısı açılır mı?

Yukarıdaki sorulara hayır diyebilir misiniz? Diyemezsiniz. Peki sonuç ne olur? Önümüze Allah’ı inkâra giden yol açılmaz mı? Allah’ı inkâr eden kişinin durumunu siz düşünün. Halbuki inkâr vasıtasıyla, gayet küçük bir sıkıntı kulluk vazifesinden gelmeye karşılık, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sonuçta sineğin ısırmasından kaçar, yılanın ısırmasını kabul eder.

Yukarıda anlattığımız örnekler şu âyetin sırrını ne güzel açıklamaktadır: “Doğrusu onların kazandığı günahlar, birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır.”

GÜNAHLARI KÜÇÜK GÖRMEK

Umumî âlemlerin merkezi güneş olduğu gibi, hususî âlemlerin merkezi de şahıstır. Her hususî âlemin anahtarı o âlemin sahibinde olup lâtifeleriyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin saflığı, güzelliği ve çirkinliği, aydınlığı ve karanlığı, merkezleri olan şahıslara tâbidir. Aynada görülen bir bahçe, hareket, değişiklik ve diğer durumlarında aynaya tâbi olduğu gibi, her şahsın âlemi de, merkezi olan o şahsa tâbidir. Kişi cisminin küçüklüğüne bakıp da günahları küçük görmemeli. Kendisine karşı günah işlenen zatın büyüklüğüne bakılmalı. Çünkü, kalbin katılığından bir zerre, şahsî âlemin bütün yıldızlarını karanlığa tutturur.

ALLAH’I BİR DEYİP ORTAK KOŞMAK (ŞİRK)

Bir insan düşünün. “Bir Allah var” diyor. Fakat bütün mülkünü sebeplere ve tabiata taksim ediyor ve onlara dayandırıyor. Haşa! Hadsiz ortakları hükmünde sebepleri esas tanıyor. Halbuki her şeyin yanında Allah’ın hazır irade ve ilmini bilmiyor. Şiddetli emirlerini tanımıyor ve sıfatlarını bilmiyor. Gönderdiği elçilerini ve peygamberlerini de bilmiyor. Bu durumda olan bir kimsede elbette hiçbir cihette Allah’a imân hakikatinin tam olmadığını gösterir. O kimse belki de küfr-ü mutlaktaki manevî Cehennemin dünyevî tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri söylemektedir.

Allah’a iman (Allah’ı bilmek): Bütün kâinatı kuşatan rububiyetine ve atomlardan yıldızlara kadar az-çok, küçük-büyük her şey O’nun tasarrufu altında, kudret ve iradesiyle olduğuna kesinlikle imân etmektir. Aynı zamanda O’nun mülkünde hiçbir ortağı olmadığına, “Lâ ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) kudsi kelimesine ve hakikatlerine imân etmek ve kalben de tasdik etmektir.

İNKÂR ETMEMEKLE İMAN ETMEK AYNI MIDIR?

Bediüzzaman, “İnkâr etmemek başkadır, imân etmek bütün bütün başkadır” der. Çünkü, kâinatta hiçbir şuur sahibi, kâinatın bütün atomları kadar şahitleri bulunan Allah’ı inkâr edemez. Etse, bütün kâinat onu yalanlayacağı için susar, ilgisiz kalır. Fakat Allah’a imân etmek, Kur’ân-ı Azimüşşanın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sıfatlarıyla, isimleriyle, bütün kâinatın şehadetine dayanarak kalben tasdik etmekle olur. Aynı zamanda elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak, günah ve emre muhalefet ettiği zaman, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.”

GÜNAHLAR ÇOĞALIR MI?

Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazen büyür, yayılır, başkalarına da bulaşır, yüz olur. Bir tek sevap bazen bir kalmıyor. Belki binler dereceye yükselir. Günümüzde radyo ve televizyon ile işlenen günahların ve sevapların bir anda milyonlara çıkabildiği gibi.

Âhir zamanda bir şahsın hataları ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman “Eskide, acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi? Ve o ahir zamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?” diye sorar. Bu zamanda çeşitli sebeplerini sayarken radyonun tahribatına dikkat çeker. Günümüzde televizyon ve internet gibi medya unsurlarını da eklemek gerekir. Halbuki bunlar Allah’ın birer nimetleridir. Hava tabakasını bütün zerreleriyle şükür ve hamd ü senayla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten doğan beşer sefaheti o büyük nimeti şükrün aksine kullandığından, elbette tokat yiyecektir.

GÜNAHLARA SEVEREK GİRMEK

Bediüzzaman’a göre, Nefs-i emmârede şuursuz kör hissiyat bulunduğundan akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor. Bu acip asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmâre ittifak edip öyle kötülüklere, öyle günahlara severek giriyorlar. Bu durum kâinatı hiddete getiriyor.

NEFİS ŞEYTANDAN DERS ALIRSA!

Said Nursî, şeytandan ders alan nefsin insanda açtığı yaraları şöyle ifade eder: “Şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez. Görse de, yüz tevil ile tevil ettirir. “Tarafgirlikle bakan hiçbir kusuru göremez.” sırrıyla, nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için, ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiâze etmez, şeytana maskara olur.” Nefis avukat gibi kendini savunur. Ortaya kusursuz bir nefis çıkar. Halbuki baştan aşağıya kusurlarla doludur. Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerim’de nefse güvenilmeyeceğini ifade eden Hazret-i Yusuf’un (a.s.) sözünü de delil getirir:”Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse, o başka.”

GIYBET GÜNAH MIDIR?

Günlük hayatta en çok karşılaştığımız ve rahatlıkla işleyebildiğimiz günahlardan birisi de gıybettir. Gıybet (dedikodu) sözlükte: Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek, olarak açıklanır.

İnsanların savunma mekanizması “Biz olan şeyleri konuşuyoruz, kendisi burada da olsa söyleriz” şeklindedir. Halbuki olan şeylerin gıybeti olur. Bu durumu Bediüzzaman, “Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” âyetini tefsir ederken açıklar, “zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur.” der. Altı derece çirkin bir fiil olduğunu belirtir.

Yine Bediüzzaman gıybetin, “ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâh” olduğunu söyler. “İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip” kullanmayacağını ifade eder. Meşhur bir zat demiş: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silâhıdır.”

Said Nursî gıybete bir de tarif getirir: “Gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.”

Gıybet salih amellere zarar vermektedir. Ateşin odunu yediği gibi; gıybet dahi salih amelleri yer, bitirir.

Gıybet, birkaç maddede caiz olabilir:

1. Görevli bir adama hakkını almak maksadıyla şikâyet etmek.

2. İş yapmak isteyen bir adam seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: “Onunla iş yapma. Çünkü zarar göreceksin.”

3. Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için demek: “O topal adam filân yere gitti.” gibi.

4. Gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği günahlarla iftihar ediyor, zulmüyle lezzet alıyor, sıkılmayarak âşikâre bir surette işliyor.

Risale-i Nur Enstitüsü

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Nur Talebeleri Haberleri