Risale-i Nur mesleği ile tarikat mesleğinin farkları

Dkm Üniversite seminerlerinde “Tasavvuf, Tarikat ve Hakikat Mesleği” konusu işlendi.

Ömer Faruk Kaya’nın haberi
RİSALEHABER – Diyarbakır Kültür Merkezi Üniversite seminerlerinde geçtiğimiz hafta “Tasavvuf, Tarikat ve Hakikat Mesleği” başlığı Mehmet Türk tarafından sunuldu. Türk, konuyu şu alt başlıklar altında inceledi: “Tasavvuf ve Tarikat Nedir”, “Risale-i Nur’da Tasavvufî anlayış”, “Risale-i Nur Mesleğini Tarikat Mesleğinden Ayıran Farklar” ve “Zaman Tarikat Zamanı mı?”. Başlıkların içeriğine dair notlar şöyle:

1) TASAVVUF VE TARİKAT NEDİR?

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu kısımda tasavvuf ve tarikat kelimelerinin anlamlarına, kelime kökü olarak inceleme ve bu terimlerin tanımlarına yer verildi. “Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi'rac-ı Ahmedî'nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.”[1]

Tarikat, tasavvufun sistemleşmiş şeklidir. Tarîkatlar, hakikatlerin yollarıdır. Tarîkatlar, şeriatın birer delili, ab-ı hayat dağıtan bir kevser kaynağıdırlar. Asırlardır nice ehl-i iman, bu menba’dan içmiş, bu muazzam hazineden istifade etmiştir.

Tarîkat, hakîkate giden bir yol olmakla beraber, tek yol değildir. Bütün hak tarikatlar, esaslarını Kur’ân'dan almışlardır.

Tarikatlerin sistemli bir şekilde tarihte ortaya çıkışına ve yüksek tarikat kahramanlarına kısaca değinildilmesinin ardında Risale-i Nur’daki tasavvuf anlayışının incelendiği başlığa geçildi.

2) RİSALE-İ NUR’DA TASAVVUFÎ ANLAYIŞ

Bediüzzaman tasavvuf ve tarikata yapılan saldıralara karşı çıkarak. “Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi'rac-ı Ahmedî'nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.”[2] diye tanımlayarak müdafaa ettiği gibi şeriatı kışır ve kabuk zannedilmesinin büyük bir hata olacağını ifade ederek orta yolu göstermiştir. [3]

Tasavvufun lüzumuna değinirken "İnsan şu kainatın bir fihristi olduğundan, kalbi de binler âlemin manevî haritası hükmündedir. O zaviyeden kalbin yoktan var edicisi o kalbi işlettirmesini inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış, madem irade etmiş elbette o kalbi işlettirmek için en büyük vasıtası, velayet mertebelerinde ilahi zikir ile tarikat yolunda iman hakikatlerine teveccüh etmektir"[4] diyerek insan için kaçınılmaz bir yol olduğunu da belirtmiştir. Bu kalbî yol alma ve ruhani hareketin anahtarı ve vesilesinin ise ancak "İlahi zikir ve tefekkür" olacağını ve bunların güzelliklerinin anlatmakla bitmeyen şeyler olduğunu ve insana uhrevî faydalarla mükemmeliyet kazandıran bu vasıtadan uzak olmanın insana büyük zararlar açabileceğini de belirtir. Onu inkar edenlerin mühim bir yanılgı içinde olduklarını beyan ederken "Tarikat ve tasavvuf şeriatın bir delilidir. Çünkü onların içindeki bütün velayet ehli hakikatleri gözle gördüklerinden şeriatın bütün hükümlerini tasdik ederler.

Bu hakikati anlayamayan veya onların aldıkları feyzden mahrum olanlar ulaşamadıkları o nurları inkara sapmışlardır. Sebebi ise, tarikatın mensuplarının bazılarında gördükleri suistimalleri ve hataları umuma teşmil etmeleridir. Bunları bahane ederek bir nevi âb-ı hayat dağıtan o kevser menbaını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki bu hatalar ehil olmayanların işidir ve hatasız meslek ve meşrepler hemen hemen yok gibidir. Cenâb-ı Hakk ahirette sevap-günah dengesine bakar. Sevap kefesi ağır basan kulu makbul sayıp Cennete koyar. Hasenat ve günahın muvazenesi ise kemmiyete değil keyfiyete göredir. Bazan olur bir sevap binlerce günahı affettirir. Madem Cenâb-ı Hakk böyle adalet eder, o halde inkar manâsızdır" izahlarını getirerek tarikat ve tasavvuf erbabının ordan aldıkları zevkle ve evliyaya duydukları muhabbetle imanlarını muhafaza edeceklerini de ortaya koyar. Bu husustaki inkarcılara karşı da”İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlarıdır, söyleyiniz?"[5] diyerek onları susturur.

Bediüzzaman velayet mesleğinde (tarikat ve tasavvuf yolunda) ilerlemenin çok kolay, kısa, kıymetli ve geniş olduğunu, ancak bu kolaylık içerisinde özü yakalayamayan insanların çok müşkilatlara, uzun ve dar bir yola düşeceklerini de belirterek bu yolda ilerleyenlerin iki şekilde yürüyebileceklerini anlatır. Bu yollardan birincisinin "Seyr-i enfüsi, diğerinin ise seyr-i afaki" olduğunu belirtir. Getirdiği orijinal cevaplarla enfüsî ve afakî meşrepleri anlatırken "Enfüsi meşrebi nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enaniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra afâka girer, onu nurani görür. Çabucak o seyri bitirir, Enfüsi dairesinde gördüğü hakikati büyük bir ölçüde onda da görür. Bu yolda gitmenin en mühim esası enaniyeti kırmak, hevayı terketmek ve nefsi öldürmektir. Seyr-i afâki ise afâktan başlar, o büyük dairenin görünen yerlerinde esmanın ve sıfatın cilvelerini seyredip, sonra enfüsi daireye girer.

Küçük bir ölçüde kalb dairesinde o nurları müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalbin ayine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vasıl olur. İşte birinci meşrepte yol alan insanlar nefsi emmareyi öldürmeye muvaffak olamazlarsa, hevayı terkedip enaniyeti kıramazlarsa şükür makamından fahr makamına düşer. Fahirden de gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir cezbe ve cezbeden gelen bir nev'i sekir beraber bulunsa 'ŞATAHAT' namıyla haddinden çok fazla dâvalar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkalarının zararına sebeb olur, diyerek gelebilecek tehlikelere de dikkat çeker. Bu hale düşenlere ise tavsiye ettiği reçete "Şeriatın ölçülerini elinde tutmak ve usûl-ud-din ulemasının düsturlarını kendisine rehber kabul etmek ve İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani (ra) gibi muhakkik evliyaların talimatlarını tutmak" şeklindedir.

3) RİSALE-İ NUR MESLEĞİ İLE TARİKAT MESLEĞİNİN FARKLARI?

Risale-i Nur mesleğinin, tarikat mesleğinden farkını birkaç madde şeklinde takdim edelim. Birincisi, Risale-i Nur mesleği akrebiyette iken tarikat mesleği kurbiyettedir. Üstad Hazretleri bu iki mesleğin farkına şu şekilde işaret ediyor.

"Meselâ, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var: Birincisi, zamanın cereyanına tâbi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir. Fakat yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor. "[6] "Öyle de, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok merâtipten seyr ü sülûk suretiyle geçmektir. "[7]

Seyru süluk tasavvuf büyüklerinin belirlemiş olduğu bir takım usuller ve yollarla uzun ve meşakkatli bir zaman ve müddetten sonra kalbin olgunlaşıp Allah'a teveccüh etmesi ve marifet kazanmasıdır. Kalbin velayet kazanıp Allah'a yaklaşmasıdır. Bu meslek temsilde zamanın uzunca dolaşıp düne ulaşması ile tasvir ediliyor. Tarikat ve tasavvuf berzahı ile hakikatlere ulaşmak hem uzun, hem de meşakkatli ve risklidir.

Bir başka örnek ise Üstad Hazretlerinin verdiği tesbih örneğidir… Tarikat mesleği hakikate ulaşmak için uzun yolu geçmeleri gerekirken hakikat mesleği haikate imameyi atlar gibi ulaşırlar. Risale-i Nur mesleği Velayet-i Kübra olan sahabe mesleği iken, tarikat mesleği ise Velayet-i Suğra mesleğindedir. velayet-i Suğra: Ekseri olarak tarikat ve tasavvuf berzahı ile seyrü süluk eden müritlerin mazhar olduğu bir velayet mertebesidir. Halk arasında kerametleri ile meşhur evliyalar ekseriya bu sınıfa girerler. Burada salikin kesp ve gayreti esastır. Yani kesbi bir makamdır. Bu yüzden riski, sekir halleri ve şatahatı olan bir meslektir. Velayet-i Kübra: Akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan ve veraset-i nübüvvetten gelen gayet kısa, fakat yüksek olan ve tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçen velilik mesleği. Üstadımız bu manayı On Sekizinci Mektup'ta şöyle ifade eder: "Cadde-i kübrâ, elbette velayet-i kübra sahibleri olan Sahabe ve Asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve Eimme-i Müçtehidînin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur'anın birinci tabaka şâkirdleridir. " Yani, Allah’ın kula yakınlığından inkişaf eden külli ve feyizli bir meslektir. Risale-i Nur mesleği de bu sınıftandır. Tamamen Vehbi bir meslektir.

Bediüzzaman Hazretleri, Beşinci Mektupta, İmam-ı Rabbani Hazretlerinin bu mânâyı teyid eden şu ifadelerini naklediyor: “Silsile-i Nakşi’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmâmı Rabbani (RA) Mektûbâtında demiş ki: “Hakaik-ı îmâniyeden bir mes’elenin inkişâfını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmâta tercih ederim.” Hem demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velâyet-i vusta, biri velâyet-i kübrâdır. Velâyet-i kübrâ ise; verâset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.” Hem demiş ki: “Tarik-ı Nakşide iki kanad ile sülük edilir.”Yâni: “Hakaik-ı îmaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i dîniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez.”[8]

Risalet’ün-Nur’a hizmet eden, imanını kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve sevaplıdır. Çünki imân, saadeti ebediyeyi kazandırdığı için, bir mü’mine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise; bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaptır.”[9]

4) BU ZAMAN VE HAKİKAT

Söz tarikattan açıldığında, Risale-i Nur’un söylediği çok söz vardır; bu sözlerin bir kısmı, bir kısmı dolaylı biçimde, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” sözünün belli şartlar dahilinde söylendiğini göstermektedir

En başta, Risale-i Nur’un ana gövdesini teşkil eden eserler arasında Sözler’in hemen ardından gelen Mektubat’ın “Yirmidokuzuncu Mektub”unun “Dokuzuncu Kısım”ı olarak “Telvihat-ı Tis’a,” Bediüzzaman Said Nursî’nin tasavvufa bakışı konusunda en açıklayıcı risaledir. Ki bu risale, “Tasavvuf, tarikat, velâyet, seyr ü sülûk nâmları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır” ifadesiyle başlamakta; “Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat, bir bürhan-ı şeriattır (... ) İslâmiyetin bir sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-i tefeyyüzâtıdır” gibi ifadelerle devam etmekte; ‘ehl-i tarikatın dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesi’nden övgüyle söz ederek sürüp gitmektedir.

Kısacası, “Telvihat-ı Tis’a”nın ana örgüsüne bakıldığında, ‘sünnet-i seniyye dairesinde tarikat’ın Bediüzzaman’ın dünyasında kesin bir övgüye mazhar olduğu; onun tarikat ve tasavvufa yönelik ‘eleştiri’lerinin ise ‘sünnet-i seniyye’ mizanlarına uygun düşmediği halde tarikat perdesi altında açılan bazı yollara ve tarz-ı telâkkilere yöneldiği açıkça görülmektedir.

Nitekim, Bediüzzaman’ın ilk talebeleri de bunu böyle anlamışlardır. Barla Lâhikası’nda yer alan, bu risale ellerine ilk geçtiğinde edindikleri hissiyat ve fikriyatı ifade eden mektuplarında, bu risaleden aldıkları derse binaen tasavvuf ve de ehl-i tasavvuf hakkında edindikleri müsbet kanaat açıkça görülür. Ahmed Hüsrev, Sabri, Hulusi Bey, Âsım, Hacı Mehmed imzalı mektuplar, bunun açık bir göstergesidir.

Dolayısıyla, en başta, “Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” sözünü söyleyen zâtın, aynı zamanda tarikatın hakikatini beyan eden, ‘sünnet-i seniyye dairesinde tarikat’tan övgüyle ve takdirle söz eden, bununla beraber ‘sünnetin mizanına uymayan’ bir kısım ehl-i tariki uyaran bu risalenin de müellifi olduğunu hem Risale-i Nur talebeleri, hem ehl-i tarik dikkate alma durumundadır. “Telvihat-ı Tis’a” dikkate alındığında, ilgili sözü Bediüzzaman’ın tarikat ve tasavvufa iyi gözle bakmadığı şeklinde anlayıp anlatmanın bir ‘yanlış anlama’ ve ‘yanlış anlatma’ olduğu açıkça görülecektir.


[1] Mektubat 443

[2] Mektubat 443

[3] Mektubat 451, 453

[4] Mektubat 443, 444

[5] Mektubat 446

[6] Sözler 492

[7] Sözler 492

[8] Mektubat 22

[9] Kastamonu Lahikası 83

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Nur Talebeleri Haberleri