Risale-i Nur külliyatı, terke nasıl bakar-4

Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Bediüzzamanın,  Yeni Yolunu,  Anlamaya Çalışalım(B)

Ayet'te Yeyin, için, israf etmeyin denirken bize ne demek düşer. Bediüzzaman’ın S.Müstakimini de okuyalım. Orada da yememek içmemek evlenmemek yoktur. Hepsinin ölçülü bir tarzda olması vardır. Ama kendi hayatındaki bazı özel halleri nazara vererek yanlış genellemeler yapmayı kabul edemem.

Hem Bediüzzaman evlenmemiştir. Ancak ASM. evlenmiştr ve evlilik sünnettir. Bediüzzaman sakal da bırakmamıştır. Ancak ASM. sakallıdır ve sakal bırakmak elbette sünnettir. Tabi ki Bediüzzaman Hazretlerinin bir Müçtehit ve Mehdi olarak ifade ettiği, izah edilebilir haklı gerekçeleri vardır. Ayrıca Peygamberimizin ASM. bizzat hizmet ettiği Ashab-ı Suffanın sırf dini hizmetlerle uğraşması, evlenmemesi örneği de bazı özel zatlar için ortada örnek olarak durmaktadır.

Şimdi bu mânâları ve hatta Demokratlara açıktan rey veren, onlara rey verilmesini ısrarla anlatan BSN. Hazretleri eserlerinin tamamında da siyasetle uğraşmanın yanlışlarını, ondan uzak kalınması gerektiğini anlatırken de bu durumları iyi anlayıp, iyi yorumlamamız mı gerekir; yoksa birilerinin söylediği gibi, hatalı bir ifade olarak KALDIRIN BAKALIM BU CENAZEYİ” mi dememiz lazımdır.

Elbette içimizden bazıları, evlenmeyip hayatını hizmetlere adayabilir. Birileri yemeden içmeden Allah’ı zikirle meşgul olabilir. “Kum biiznillah” diyerek yenmiş tavuğu yürüten o harika zatların arkasından gidebilir. Fakat bunu Bediüzzaman adına yapamaz, genelleyemez, herkese yapması için umumi bir yol olarak gösteremez. İslam budur diyemez.

Ben Cızlavat lastik ve yamalı cüppe ile yıldız şehriye yiyerek yaşayan BSN. den yamalı mest lastiği ile, yüz yamalı cüppe ile yaşamayı ders çıkararak, örnek almadım. O’na bütün eserlerde yazdıklarıyla bakarak değerlendirdim. Anlattığı sırat-ı müstakime bakarak ölçü aldım. Birçok takva mümin ve Nur Talebeleri gibi elbette harama girmeden, İslâm’a aykırı olmadan Zübeyir Ağabey gibi, Birinci Ağabey gibi, Bekir Berk Ağabey gibi düzgün elbise ve ayakkabı ile yaşıyoruz. Ama bir arkadaşımızın söylediği gibi zühdden de uzaklaştığımızı sanmıyoruz. Sofrada bir iki çeşit yemek ve meyve bulunduruyoruz ama bununla ne REHAVETİMİZ ne de KARIN ŞİŞLİĞİMİZ pek artmıyor. Bunlar sebebiyle de namazlarımızı CEMAATSİZ ve dünya işlerimizin arasına sıkıştırarak da kılmıyoruz. Elhamdülillah MEŞGULİYET AZABIMIZ falan da arttırmadan, mesailerimizi tanzim etmeye çalışıyoruz. Ve hatta basit öğretmen maaşıyla iktifa edip yapabildiği kadar hizmetlerle meşgul olmaya, hatta çok sıkıntılara rağmen emekliliğinde yeni işler bulup daha rahat yaşamayı asıl gaye etmeyen yiğitleri burada hürmet ve saygıyla tebrik etmeyi de ifade etmem lazım.

Allah bizleri de bunlara arkadaş eyler inşallah. Bütün bunlar BSN. Hazretlerinin  “Terk Etmeden Terk Etmenin Yeni Yoluna”  asla aykırı değildir

Veya daha doğru ifadeyle insan olarak çok kusurlarımız vardır. Ancak bunların BSN. yeni yoluyla ne alakası olabilir. Tam aksine ben bu hatların, O’nun dediği gibi, dünyayı kalben terk edemediğimizden kaynaklandığa inanıyorum.

Ayrıca Bediüzzaman Hazretlerinin bu YOLU;  Mutasavvıfinin,  TERK tarzından daha zayıf bir tarz da değildir. Ruh, kalp ve aklın hâkimiyeti öyle kolayca sağlananabilir de değildir. Belki bu yol daha da zorludur denebilir. Ancak, insanın ve hatta bu asrın fıtratına daha uygun, en az diğeri kadar İslâm’ın özüne mutabık, Sahabe ahlakına daha muvafık ve hatta daha güzel bir yol olduğu rahatça söylenebilir.

İstanbul İlim ve Kültür Vakfının bir sempozyumunda bir Arap ilim adamı, bir Profesör “Bediüzzaman Hazretleri’nin fenlere, Avrupa’ya bakışını, keşke ta başından beri,  İslam alemi olarak anlasaydık ta bu perişan hallere düşmeseydik.”  demişti.  Maalesef hâlâ birçok mümin,  toptancı bir zihniyetle Avrupa'ya da fenlere de düşmanlık yapmaktalar. BSN. gibi onları da ve hatta felsefeyi de analiz, sentez ederek iyisini kötüsünü ayırtamamakta, faydalı tarzlarını, iyi taraflarını görememektedirler.

Bu terk meselesinde de maalesef ayni durum söz konusudur.

Şeyh Geylânî 'nin terbiyesinde bulunan, kuru ve kara ekmek yiyen talebesinin itiraz eden validesine : "Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin." Dediğini hep beraber okuyoruz. Ancak, yenmiş tavuğu yürütmenin bizler tarafından mümkün olamayacağından da, bizlerin öyle tavuk falan yiyemeyeceğimizi, dolayısıyla “ lezaizi terk etmek” anlamını da bu tarzda da anlamadığımı belirtmem gerekiyor.

Acaba bu delilden biraz mahrum itirazları yazan arkadaşlarım bunu nasıl anlıyorlar merak ediyorum. Ya tavuk yememeleri lazım, ya da eğer tavuk yeyiyorlar ise “Kum biiznillah” diyerek yedikleri tavuğu adeta tekrar canlandırıp yürütmeleri lazım. Yoksa bana tenkit yazmaya fazlaca hakları olamaz.

Veya bir üçüncü yol olarak İktisat Risalesinin bir yerinde:

İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.(658)”  diyen ve bu asrın fehmine ve akla ve fıtrata çok daha fazla uyan; İslâm’ın bu  yeni  ve orijinal görüşünü ortaya koyan BSN.’ye tâbi bir Mümin olarak, bu nimete mânâ-i harfiyle bakarak, ruhları cesetlerine, kalpleri nefislerine, akılları midelerine hâkim bir tarzda, şükür için yiyebilirler.

Onu Allah’ın verdiğini düşünür,  O’nun ismiyle yani Bismillah diyerek; basit çer- çöpten bu harika nimetin nasıl yaratıldığını düşünüp tefekkür ederek yiyebilirler. Sonunda da Muhakkak O’na teşekkür etmeleri, Elhamdülillah demeleri de lazımdır… Bu zikir, fikir ve şükrü unutmadan, zühdden uzaklaşmadan, cemaatle namazı terk etmeden ve namazı dünya işlerinin arasına sıkıştırmadan ve dahi ibadet kastıyla afiyetle yiyebilirler. R.Nur külliyatında anlatılan bütün harika manaları düşünüp İslam’ı bihakkın yaşayabilirler. Onlar hiç telaş etmesinler.

Fakat zikir, fikir, şükür ile özetlenen ve R.Nurda anlatılan, bir kısmını bu ve eski yazılarımda anlatmaya çalıştığım bütün buna benzer vazifeleri yapmak şartları,  muhakkak yerine getirilmelidir. Hatta yemeyip, içmeyip bir nevi Allah’ın ikramını reddederek yaşamalarına rağmen, yine de bu yukarıda anlatılmaya çalışanları,  mümin olarak yerine getiremeyebilirler. Çok dikkat etmeliyiz. Her an O’nu düşünebilmeli, şifayı, korumayı, rızkı ve her şeyi O’nun verdiğini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Hatta bu manaları anladığımızı, düşündüğümüzü Besmeleyle, Elhamdülillahla, her davranışımızda Sünnete uyarak ifade etmeye çalışmalıyız. O zaman ayni zamanda Gavs-ı Azamın (KS) anlatmaya çalıştığı, BSN.’nin daha sarîh olarak bu asrın kurtlu insanlarına hediye ettiği Kur’anî,  ama yeni ve orijinal bu tarzı uygulamış oluruz.

Bu  tenkitleri yazan arkadaşlarımın  bu  ve diğer  yazılarımı ve tabi ki R.Nurların bu  konularını  tekrar  dikkatlice  ve  akıllı  bir  ekiple  okumalarını  tavsiye  ediyorum.. Hak verirsiniz ki konuların tamamını burada anlatmak mümkün olmuyor. Ben de tekrar tekrar okumaya, “Netice-i hayatımız, sebeb-i saadetimiz, vazife-i fıtratımız olan”, R.Nurları, ekip halinde tetkik etmeye devam edeceğim. Eğer farklı manalar idrak edersem tükürdüğümü yalamaya hazırım. Hakkınızı helal etmenizi rica ederek başka yazılarda buluşmak temennisiyle doğru bir İslami anlayış ve saadet-i dareynler temenni ederim.

Netice olarak; dünyanın, dünya nimetlerinin, fani lezizinin terk edilmesiyle ilgili olarak, R.Nurlardan; Onların, hayatımızın asıl hedefi olmaması; Kalben onlara meyledilmemesi, bağlanılmaması; Onların kesben değil, kalben terk edilmesi; Kimin tarafından verildiklerinin muhakkak bilinmesi; Bütün nimetler için O’na şükredilip teşekkür edilmesi, iktisatla kullanılması; Sadece helal olanlarla muhatap olunması; Onlar yüzünden, asli vazifelerimizin terk edilmemesi, aksatılmaması; Başkaların, bilhassa muhtaçların imrendirilmemesi, tahrik edilmemesi; Bütün, lezzetlerden; onları veren Allah’a gidilip, onların O’nun hesabına sevilmesi; Dünya ve mahlûkatının, mânâ-yı harfiyle sevilmesi, mânâ-yı ismiyle sevilmemesi; Ruhumuzun cesedimize, kalbimizin nefsimize, aklımızın midemize hâkim kılınması ve lezzetlerin şükür için istenmesi gibi ölçülerini çıkarmak doğru olacaktır.

Cenab-ı Hak, İslâm’ı doğru anlama ve doğru yaşamada bizleri muvaffak etsin. Amin.

Bu post modern asırda, birinci.yazının başında bahsettikleri Zaman Gazetesi haberinde anlatılanlar gibi: “Evleri, Gardıropları, Mideleri, Akılları, Kalpleri boşaltmakla” o huzurlu zemine davet edemezsiniz.

Çünkü :

1-“İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve lâtif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.”(1215)

2-“Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.” (Söz Y.Evi, Lem’alar,  284)    fikirleri ne olacak..

Yüksek fıtratlı, müntehap şeyleri isteyen, en güzel şeylere meyleden, ziynetli şeyleri arzu eden insanın bu fıtratına aykırı olarak, onu bir lokma-bir hırka zeminine itmeniz nasıl sonuç verir. Kimleri bu gayr-i fıtri hale çağırabilirsiniz. Belki özel bir hal olabilecek bir tarz nasıl genellenebilir. Böyle yapılır ise bütün hareket şer ve tahrip hesabına geç..” mez mi. Yanlış olmaz mı?

Bir otomatik çamaşır makinasını kendi usulüyle kullanmayıp kapağını açıp kazanının içinde elinizle sabunlayarak, çitileyerek çamaşır yıkamaya kalkmak ne kadar ayıp olur.

Çok farklı renk, tad, şekil ve kokularıyla arz edilen bütün nimetler, ilmin de tespitiyle insan için ise; kolay ve rahat yaşamak için yapılan bütün makineler, modern beyaz eşyalarının çalışması için Rabb-i Rahimin halk ettiği bütün kanunlar insana hitap ediyorsa; insan da çok yüksek ve latif fıtratta yaratılmasına rağmen, bunlara kayıtsız kalır ise, fıtrat kartını, çalıştırmaz ise, bu ne kadar doğru olur.

Hele bütün bu algılamaların arkasındaki farkındalık  hakiki kulluğun ta kendisi olursa, siz onlarla muhatap olmamanın, terkin, bizi nereye götürdüğünü düşünün artık.

3-Ayrıca, ilmin, gıdaları, nimetleri Karbonhidrat, Protein, Yağ, Vitamin, Mineral vb gibi sayısız isimlerle anlatması, basit isimlendirme değil, çok önemli ve lüzumlu unsurların, farklılığının tespitidir. Bunlar insan için önemli maddeleri ihtiva eder. Alınması adeta şarttır. Eksikliğinde ciddi sıhhi problemler oluşur. Bunları da terk etmek olamaz kanaatindeyim.

Bediüzzaman’ın,  Yeni Yolunu,  Anlamaya Çalışalım(C-Son)

Musa AS.’ın hep bıldırcın eti ve kudret helvası yiyen kavminin itirazını, tahammül edemeyişini düşünün. Buna tahammül edemeyen insanların 21 yüzyıldaki versiyonuna evde yapılacak tostu nasıl kabul ettireceksiniz.

Malezyadan Hacca insanları bisikletle nasıl göndereceksiniz. Mesela o arkadaşlar Manisa’ya veya Kuşadası’na bisikletle gelip giderlerse belki onları dinleyen birkaç yiğit kurun-u vustanın yadigârı çıkabilir. Amma daha doğruya gitmek, genel olabilecek bir yol için Bediüzzaman’ı tekrar gözden geçirmeliler.

Bu bisikletli, tostlu, mağaralı hayatı nasıl genelleyebiliriz. Neden o büyük zatın Kum Bİiznilah yolunu değil de Bediüzzaman’ın:

“Ruhu cesede, kalbi nefse, aklı mideye hâkim etme ve lezzeti şükür için isteme ve dolayısıyla leziz şeyleri yiyebilme yolunu”  tercih etmiyorlar, anlayamıyorum. (Bkz:R.NKüly-658)”

“Basit yaşam sayesinde ruhsal, duygusal ve fiziksel yönden daha sağlıklı ve huzurlu…olmak öyle mümkün olsaydı insanlar tarihin ilk çağlarında daha sade idiler ama oldukçada perişandılar. Gelin soğuklarda odunla ısınmaya kalkın da nasıl yaşanabileceğin bir gösterin. Elektriği kaldırın da huzurlu yaşayın bakalım.

“Evim, bedenim ve zihnim temiz, sade ve açık. Uyku saatlerim düzenli. Basitlik özgürlüktür, müstağniliktir. “ diyebilmek için Bediüzzaman’ın anlattığı müstakim Kur’an yolunda yaşamak daha kolay.Bu yol daha umumi, daha sağlam, daha kısa.

“Siz işitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sâde yaşamak îmandandır; sâde hayat sürmek îmandandır.” (Ebû Dâvûd) hadisini birileri bisiklet ve evde yapılan tostla yaşamak olarak anlatırken; asrın sahibi Bediüzzaman da daha önce pek çok satırla anlattığımız gib açıklıyor, şerh ediyor..

Peygamberimizi ASM. “hasırda uyuyan bir peygamber…” Bediüzzaman Hazretleri’ni de “bir sepete sığan hayat” ile anlatanlar tam doğruyu anlatmıyor, doğruları kendi müşahedatlarıyla şekillendirip öyle arz ediyorlar.

Hadis toplayanlar bile o topladıklarından fıkhi ölçüler çıkaramaz iken bizim böyle ahkam kesmemiz ne kadar doğru olur. İ.İcaz’daki sırat-ı müstakimi nereye koyacağız. Terk mesleği sadece TEFRİT’i temsil edebilir. Birileri böyle yaşayabilir. Ama onların Bediüzzaman’ı yok demektir. Onlar Bedizzaman’ın VASAT’ına uymamışlar demektir. Onların da Bediüzzaman’ı olsa onlar da öyle yapmazlar.

Çevre Eske Bakanı R.Akçalı bey anlatmıştı:

Thomas Mitchel’in Kanada’da, üniversitede bir yazı tahtasına Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar diye üç büyük dini yazıyor. Müslümanların üstüne S.Nursi diye ismi koyuyor. Diğerlerinin üstünü gelip “İşte bunların Sadid Nursi’si yok. Ne yapacağız. Çaremiz yok. Biz de O’nu, hepsinde üstad kabul ederek boşluğu, eksikliği ortadan kaldıracağız.”Diyor.

Bende bütün arkadaşlara, gelin Bediüzzaman’ın yolunu seçelim. Bisikletleri, evde yapılan tostları, mağaraları nostaljik takılmak isteyenlere bırakalım. Ve hatta onların bu satırlarıyla esasen Bediüzzaman’ın anlattıklarını anlatmak isterken, ancak bu kadar ifade edebiliyorlar, diye algılıyorlar diye yorumlayalım.

Bu asırda evde yapılan tost yerine, helal dairede helal kazançla, kimseleri kıskandırıp imrendirmeden,  asli vazifelerimizi de ihmal etmeden yaşayamaz mıyız. 5.Sözde siperi terk edip çarşıya ticarete giden divan-ı harplik arkadaşını ikaz eden, karavanalı asker gibi, dünyaya ait mecburen yaptıklarımızı, devletin ANGARYASI telakki eden olmak, daha doğru olmaz mı.

Yine helal dairede helal kazançla, kimseleri kıskandırıp imrendirmeden,  asli vazifelerimizi de ihmal etmeden güzel, sağlam,emniyetli, yormayan, iktisatlı bir arabayla dostlarımıza gidip gelsek, aile efradımızı, büyüklerimizi taşısak, hizmetlere koşsak bunun neresi İslâm’a aykırı olur. Üstadı bir de Cennet bahsinde anlattığı satırlara gidelim.

  • “Lezâiz-i cismaniye için bir haşr-i cismanî neden icab ediyor?

Elcevap:

  • Çünkü, nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır, fakat masnuât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi;
  • öyle de, cismaniyet en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mizana çekecek âletler cismaniyettedir.
  • Meselâ, dildeki kuvve-i zâika, rızık zevkinde, envâ-ı mat’umat adedince mizanlara menşe olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı.
  • Hem ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihâzâtı yine CİSMANİYETTEDİR.
  • Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar yine cismaniyettedir.
  • Madem şu kâinatın Sânii, şu kâinatla bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün tecelliyât-ı esmâsını bildirmek ve bütün envâ-ı ihsânâtını tattırmak istediğini, kâinatın gidişatından ve insanın câmiiyetinden, On Birinci Sözde ispat edildiği gibi, kat’î anlaşılıyor.
  • Elbette, şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat destgâhının işlediği mahsulâtın bir meşher-i âzamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir.
  • Hem cismanî, hem ruhanî bütün esâsâtını muhafaza edecektir.
  • Ve o Sâni-i Hakîm ve o Âdil-i Rahîm, elbette cismanî âletlerin vezâifine ücret olarak ve hidemâtına mükâfat olarak ve ibâdât-ı mahsusalarına sevap olarak, onlara lâyık lezâizi verecektir. (28.Söz-670)
  • Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir hâlet olur ki, hiçbir cihetle Onun cemâl-i rahmetine ve kemâl-i adaletine uygun değildir, kabil-i tevfik olamaz...”

Cümlelerini neden değerlendirilmiyor, dünyadaki nimetler ve onların tanımada, lüzumlu olan cihazların sadece insana verilmesi nasıl değerlendirilmez anlamak zor.

“Ekl ve şürb ve muamele-i zevciye, gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir vazifeye gider. Fakat o vazifeye bir ücret-i muaccele olarak, öyle mütenevvi leziz lezzet içlerine bırakılmıştır ki, sair lezâize tereccuh ediyor.

Madem bu dâr-ı elemde bu kadar acib ve ayrı ayrı lezzetlere medar, EKL ve NİKÂHTIR. Elbette, dâr-ı lezzet ve saadet olan Cennette o lezzetler o kadar ulvî bir suret alıp ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi uhrevî bir hoş iştiha suretinde ilâve ederek, Cennete lâyık ve ebediyete münasip, en câmi’, hayattar bir maden-i lezzet olur.”(Age)

Bediüzzaman’a bu açılımlar da kafi gelmez ki bir başka yerde ayni konuya yeniden döner. Onu bir başka açıdan tekrar ele alır:

İkinci sual:

  • Diyorlar ki: Ehl-i velâyet ve ashâb-ı kemâlât, dünyayı terk etmişler. Hattâ hadiste var ki, "Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır."2 Halbuki Sahâbeler dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım Sahâbe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler.
  • Nasıl oluyor ki, böyle Sahâbelerin en ednâsına, en büyük bir velî kadar kıymeti var diyorsunuz?

Elcevap:                        

Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat’î ispat edilmiştir ki,

  • dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemâldir. Ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider.
  • Sahâbelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, esmâ-i İlâhiyenin âyinesi görüp, müştakane temâşâ edip bakmışlar.
  • Fenâ-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar. (27.Sözün Zeyli, 666)

Çok yerde, yeni yolunu, Sahabe Mesleği olarak anlattığı nazara alınırsa bu cümleler yol haritası mesabesindedir. Hem, hemen arkasından gelen üçüncü sualde :

"Tarik-i Nakşîde dört şeyi bırakmak lâzım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına âhireti dahi maksud-u hakikî yapmamak,hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakikî marifetullah ve kemâlât-ı insaniye terk-i mâsivâ ile olur.”

Denince, O cevap olarak:

“Eğer insan yalnız bir KALBDEN ibaret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rapt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubûdiyette hakikat cânibine sevk etmekle, SAHÂBE GİBİ geniş bir dairede, zengin bir surette, KALB bir KUMANDAN gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, KALB, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.” 

Diyerek bizi terkin kesben olmadığı konusunda da teyit eder.

“…makine-i hayatında derc olunan Şu LETAİF ve mâneviyatın ve Şu ÂZÂ ve ÂLÂTIN ve şu cevarih ve CİHÂZÂTIN ve şu HAVAS ve HİSSİYATIN GAYE-İ YEGÂNESİ, Belki senin vücudunda bunların HİKMET-İ DERCİ ve fıtratında GAYE-İ İTHALİ iki esastır.

  • BİRİ:Cenab-ı Mün'im-i Hakikînin (amme nevâluhu)   BÜTÜN NİMETLERİNİN ÇEŞİT ÇEŞİT ENVÂINI sana İHSAS etmekten ve ettirmekten ibarettir. Sen de HİSSEDİP ŞÜKÜR ve İBADETİNİ etmelisin.
  • İKİNCİSİ: Âleme tecellî eden ESMÂ-İ KUDSİYESİNİN  bütün aksâm-ı TECELLİYÂTINI birer birer sana o cihazatla TANITTIRMAKTIR. Sen de zevkle tanıyıp İMAN getirmelisin ki, bu iki esas üzerinde senin KEMALÂT-I İNSANİYEN neşv ü nema bulsun.

      Evet, senin hayatın ve hayatındaki cihazatın GAYELERİNİN icmali Dokuz Emirdir.

Birincisi: Vücudunda derc olan mizanlarla rahmetin hazinelerindeki müddaharâtı tartmaktır.

İkincisi:Fıtratındaki cihazatın anahtarlarıyla, esmâ-i kudsiyenin gizli definelerini açmaktır.

Dördüncüsü:Hal ve kalin ile, dergâh-ı rububiyetinde ubudiyeti ilân etmektir.(Nimetten in’ama…geçmek)

Altıncısı: Zevilhayatların tezahürat-ı hayatları olan tahiyyatlarıyla ve tesbihatları olan rumuzat-ı hayatlarıyla, Vâhibü'l-Hayata arz-ı ubudiyetlerini fehmedip - müşahede ederek   GÖRÜP  göstermektir.

Yedincisi:Hayatına verilen İLİM ve KUDRET ve İRADE gibi sıfat ve hallerinden cüz'î nümuneleri mikyas ederek, Hâlıkın sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini fehmetmektir.

Meselâ, nasıl ben, cüz'î ilim ve irade ve iktidarımla bu evi böyle muntazam yaptımsa, bu kasr-ı âlemin bânisi de, kasr-ı âlemin büyüklüğü nispetinde kadîr ve alîm ve hakîmdir.

Sekizincisi:Şu mevcudatın herbirinin kendine mahsus bir lisanla söylediği tevhid ve rububiyet-i Sanie dair kelimatını fehmetmektir.

Dokuzuncusu:Acz ve fakr derecelerinin emsaliyle, KUDRET-i Sâniin ve GINÂ-yı İlâhiyenin derecat-ı tecelliyatını Anlamaktır.

Nasıl ki AÇLIĞIN dereceleri nispetinde ve İHTİYACATIN envâı miktarınca LEZZET-İ TAAMIN enva-ı derecatı anlaşılıyor. Öyle de, gayr-ı mütenâhi acz ve fakrınla, Sâniin gayr-ı mütenâhi kudret ve GINÂSININ derecatını fehmetmektir.

…. mâhiyet-i HAYATIN da şunlardır:

1. Âsâr-ı esmâ-i İlâhiyenin  garaibinin   fihristesi.

2. Şuun ve sıfât-ı İlâhiyenin fehmine     bir mikyas.

3. Âfâkî âlemlere bir mizan.

4. Âlem-i kebîrin bir enmuzeci.

5. Kâinatın bir haritası.

6. Şu kitab-ı kebîrin bir fezlekesi.

7. Defain ve künuz-u mahfiyeyi açacak anahtarların MAHZENİDİR.  (Mesnevi-N.İlk Kapısı,1391)

Ey Bîçare, Perişan Haliller, Leventler, Mertler ve Saitler size daha ne anlatayım, Üstadımın hangi fikrini hakkı bulmak için yapılan münazaramıza çağırayım.

İsterseniz bu efkârı biraz hazmedelim; sonra tekrar fikir ringine çıkarız. Bu rinkte ille de mağlubiyet-galibiyet yoktur. Sadece istifade ve feyiz almak vardır. Öyleyse buyurun Peygamberimizin ASM. “Ümmetimin ihtilafı, rahmettir”’ini gerçekleştirelim.

NOT-1)İnşallah, bundan sonraki yazılarım, DÜNYEVİLEŞME ile ilgili bir çalışma olacak. 2)Verilen sayfa numaraları, 2 Ciltlik Risale-i Nur Külliyatına aittir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.