Risale-i Nur beni tedavi etti

Eğitimci Halil Köprücüoğlu, Risale-i Nurla tanışmasını ve ardından gelen ilginç değişimi anlattı

Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
 
Eğitimci Halil Köprücüoğlu
 
Kimdir?
1951 Manisa’nın Kula ilçesinde doğdu. İlk ve ortaokulu aynı ilçede, lise-öğretmen okulunu İmroz’da bitirdi. 1973 yılında Diyarbakır’a üniversite tahsili için gitti. Mezun oldu ve öğretmenliğe başladı. Milli eğitimin birçok kademelerinde görev aldı. Evlendi ve çocukları oldu. Hiçbir zaman işiyle hizmeti birbirinden ayırmadı. Emekli olduğu halde yine gönüllü olarak Risale-i Nurla hizmet etmeye devam ediyor.
 
Diyarbakır’da, memleketinde, farklı birçok ilde Risale-i Nurlara gönüllü olarak hizmet ederken bazı ibret verici olaylar yaşadığını öğrendik ve kendisine bu olayları anlatmasını istedik. İşte Nur gönüllüsü olarak geçmiş 60 yıllık bir ömürden bazı kesitler.
 
NAMAZA GİTTİĞİMİZ İÇİN DAYAK YEDİĞİMİZ OLUYORDU
 
Risale-i Nurları ne zaman ve nerede tanıdınız?
 
Risale-i Nuru Manisa’da tanıdım. Öğretmen okulunda belki ailenin tesiri, belki vicdanımızın tesiri… İmroz’da lise çağında, namaz kılmıyordum ama, Cuma namazlarına muhakkak gidiyordum. Cuma namazı okul yemek saatlerine denk geldi mi okuldan kaçıyorduk. Bazen o yüzden dayak yediğimiz oluyordu. Bizim kaçıp gitmemize öğretmenler çok kızıyorlardı, o dönem farklı bir dönemdi.
 
Ben onların o tepkisini anlamıyordum, bir mana veremiyordum. Ama o ufak tefek o küçük yaşımla, onların bu tepkisine çok hislenir ve üzülürdüm. Dua edince de ciddi bir şekilde Cenab-ı Hakk’a yalvarıp bizi affetmesini dilerdim. Bazen “eğer dinimi yaşayamayacaksam öldür beni Allah’ım” şeklinde dua ettiğim olurdu. Bu tarz garip ifadelerle dua ederdim. Fakat daha sonra Risale-i Nur’da tövbe ve istiğfarın ne kadar önemli olduğunu fark ettim ve bu mücadelenin Allah katında büyük bir değeri olduğunu anladım. Ondan sonra yapamadıklarım için tövbe ve istiğfar etme yolunu seçtim.
 
Lise yıllarında bizden bir üst sınıfta Rahmi Akman isimli bir arkadaş vardı şu anda, kırklık arkadaşım Salihli’den… Şimdi Avrupa’da hizmetlerle meşgul oluyor. Nurları tanımadan önce onunla böyle bir candan arkadaşlığımız oldu, fakat o benden bir yıl önce mezun olup gitti. Ama irtibatı kesmedi bana dergiler, kitaplar, bir şeyler gönderiyordu. Hekimoğlu İsmail’in ‘Minyeli Abdullah’ını veya diğerlerini. O kitapları alıyordum ama hoşlanmıyordum. Başkalarına veriyordum, görüntüsü hoşuma gitmiyordu, ismi de Arapça olunca. Bana göre albenisi yoktu…
 
ARKADAŞIM ELİNDE KIRMIZI KİTAPLARLA GELDİ
 
Biraz da o zamanlar sosyalist olmak moda, hoşumuza gidiyor. Sosyalizmdeki haksızlara karşı gelmek, fakir fukarayı düşünmek gibi fikirleri benim hoşuma gidiyordu, cezb ediyordu. Fakat o yaşta o cereyanın dine bakan yönlerini idrak edememişim. Ancak tatilde o sevdiğim arkadaşım yanıma geldiğinde durum değişti… Elinde böyle kırmızı kitaplar, garip isimleri beni çok enterese etmemişti. Fakat onun böyle o eserlere çok değer vermesi ve daha önceki halinden çok farklı bir hayatı yaşıyor olması… Hatırlıyorum çok değişiklik olduğunu farketmiştim. Vücudunda simasında, daha önce dediğim gibi ben Cumayı kaçırmamak için dayağı göze alırken onu Cumaya götürememiştim hala da okuyunca etkilenirim…Çok değişmiş, beş vakit namaz kılıyor. Neyse, beni ilk defa o Salihli’den aldı ve Manisa’ya Risale-i Nur dersine götürdü. Manisa’da bir müftü vardı, tam merkezde Vilayetin karşısında ağabeyler oraya ‘kartal yuvası’ diyorlardı meğer orası dershane imiş… İşte orada ilk defa bir ders dinledim, ama hiç unutmuyorum, bana çok tesir etmişti. Bu anlattığım 70 senesinde cereyan etmişti. Kırk sene olmuş… Süphane Rabbiyel a’layı, sahabe namazında nasıl hissettiğini anlatıyordu. Çok etkilendim.
 
O gece orada yattık ve herkes kalkmış sabah namazına. Ben tabi kılmadığım için, yatağın içerisinde salonun ortasında kalmışım, uyanınca utandım, hemen kalkıp abdest alıp namaz kıldım… O günden sonra o kitapları almak istedim, ilk maaşımı bankaya yatırmıştım ama ilk ve son oldu bilahare bankaya Elhamdülillah bir daha bulaşmadım…
 
Burada Halil Gürcan diye bir arkadaş vardı. Benim kitapları almak istediğimi öğrenmiş meğer. Bir baktım bütün külliyatı bir kutunun içerisine koymuş ve bana getirmiş… “Bu kitapları almak istediğini öğrendim parası önemli değil sonra verirsin” deyip bana verince ondan da çok etkilendim. Bana güvenmesi beni çok etkilemişti.
 
Bir de daha sonra Hacca giderken yolda vefat eden Ali abi diye bir abi vardı, Allah rahmet eylesin dönerken yolda onun evine uğramıştık… Ahmetli’de öğretmendi, hem öğretmen hem hanımı örtülü, ben böyle bir şeyin gerçekleşeceğini orada ilk defa gördüm. Kapıyı tıklattık bize ‘hoş geldiniz’ dedi, tepsiyle yemek getirdi çorba falan, yani hem medeni, hem örtülü, hem ayrı oturuluyor. Bunun mümkün olabileceğini ilk defa orada görünce ruhumda bazı şeyler dinmeye başladı. 
 
Risale-i Nurlara henüz pek aşina değildim. Ama yolda bir hadise oldu. Ramazandı, hangi aya rast geliyor bilmiyorum, o zaman saçlarım falan uzundu, sigara da kullanıyoruz. Dumanı insanları rahatsız etti, “kardeşim biz oruçluyuz bizim orucumuzu bozacaksın” dediler. Onu duyan başka bir adam kalktı rest çekti, bütün otobüse meydan okur gibi, böyle dövmeyi göze alacak şekilde bağırarak “sizin Kur’an dediğiniz, oruç bilmem ne bunlar peygamber hikayeleri” öyle bir şeyler geveledi haşa… Ben onu duyunca ikinci, üçüncü sıralardan fırladım, saçlarım uzun falan ama adamı döveceğim kafama koydum… “Bu alçak Kur’an’a laf söylüyor” diye. Beni tuttular, “böyle olmaz” dediler, biri beni oturttu… Fakat daha sonra birisi kalktı orada onu tanımıyordum. Yeni Asya yayınlarında çalışan biri olduğunu daha sonra öğrendim. Ama tanışmak nasip olmadı. O adam ona cevap vermeye çalıştı. Yaşlı bir adamdı…
 
GİTTİ RAHLEYİ GETİRDİ, KIRMIZI KİTABI AÇTI VE…
 
Fakat benim ruhumda o sorular bir yara meydana getirmişti. Söyledikleri içimi kemirmişti. Hakikaten Kur’an’da peygamberlerin hayatı anlatılıyor. Benim midemi bulandırdı adamın lafları. Adamcağız bana bir şeyler anlatıyor fakat ikna edici değildi. Pek anlatamıyordu veya ben anlayamıyordum. O yolculuktan çok etkilenmiştim. Bu sorulara cevap bulmalıydım. İlhan isminde bir arkadaş vardı o, “Konyalı meşhur Hocanın 18 ciltlik kitabı kuponla veriliyor” deyince süratle para buldum arkadaşlardan o tefsiri peşin ödeyerek aldım… Gazete aboneliğini beklemeden heyecanla alıp okumaya başladım. Daha birinci cilt bitti bitmedi benim kafam daha fena karıştı, o kadar çok sorular meydana geldi ki, -asla o zatın eserlerini kötülemek istemiyorum, muhakkak önemli bir zattır- ama artık yaralanmış, cemiyette böyle ehli dünyanın içerisinde kalmış, Cuma kıldığı halde namaz kılmayan günahları ağırlıklı bir insan olmuştum, benim dünyamı o 18 cilt halletmedi, tatmin olamıyordum.
 
Hemen Rahmi Bey’in yanına gittim, dershanedeydi… Baktım yerlerde hasır var, teneke bir soba, otururken dayanacak yastıklar bile yok, hatta çay tepsisi de tenekedendi, çok ağırıma gitmişti, çok üzülmüştüm. Ama ilk anda bir şey yapamadım. Çünkü kafamda çok sorular vardı onları halletmem lazımdı ve o halde kafamdaki soruların bir kısmını sordum. Orada Sarı İsmail diyorlardı o zaman Poyraz köyünde muhtarlık yapıyordu ufak tefek birisi, gitti rahleyi getirdi, kırmızı kitabı açtı ve okumaya başladı. Peygamber mucizeleri ile ilgili bir bölüm okuyordu. O okudukça benim dünyam değişmeye başladı bir anda rahatlamıştım ve o andan itibaren hayatım değişmişti. Sorularıma cevap bulmuştum. 
 
Ondan sonra orayla ilgilenmeye başladım ve hemen “günlük kullanılacak malzeme alalım dedim” yastık falan… Dediler “para yok” ben dedim “benim param var” hemen verdim ilk defa orada hizmet adına bir şeyler almak nasip olmuştu.
 
RİSALE-İ NUR TEDAVİ DE EDİYOR
 
20. söz mü okunuyordu?
 
Evet, o kadar etkilendim ki hiç kimseden böyle bir şey duymamıştım. Bana çok enteresan geldi. Fakat bir taraftan da içimden diyorum ki “yahu bu daha lisede okuyor ben öğretmenim benden çok nasıl biliyor.” Enaniyet de kavi demek ki bir taraftan bunlar aklıma geliyor. Fakat daha sonra okudukça her müşkilimi halletmiş oldu. Risale-i Nurlar hakikaten, çok şeyleri izale ediyor, hem tedavi de ediyor. Öğretmendim, ama öğretmenliğim çok kötü bir yere düştü, böyle dereden geçiyorduk, gırtlağımıza kadar suyun içine girip eşyamızı taşıyacak kadar, yolu, suyu, elektriği olmayan bir köye…
 
O dönemde öğretmen okulunu (lise seviyesinde) bitirince Yüksekokulu bitirmeden öğretmen olunuyor muydu?
 
Evet, Öğretmen Okulu mezunları ilkokul öğretmeni oluyorlardı. Öğretmen oldum önce. İşte o tanıma esnasında, Risale-i Nuru bir türlü okumaya başlayamıyordum. Nasıl bir şeyse, çevre müsait değil, yasak korkusu, dilinin biraz ağır olması, kıymetini insan anlamıyor.
 
Kitapları aldınız ama okumuyorsunuz?
 
Evet, Risaleleri aldım ama okumuyorum. Korkudan köyde tek odalı bir ev buldum dolaba koydum, yatağımı dolap açılmayacak şekilde önüne yasladım. Çünkü Nurculuk şu bu, böyle köylüler endişe ile bakıyorlar. Ancak namazı artık kılmaya başlamıştım.
 
Yani her şeyi göze alıp cumaya giden adam kitapları saklıyor?
 
Maalesef saklıyorum. Tabi bir şey bilmeyince, cahillik çok zor bir şey hakikaten...
 
KÖYLERE, KAHVELERE GİRİYORDUK ALLAH NE VERDİYSE ANLATIYORDUK
 
Mahalle baskısı denilen şey o zaman çok daha fazlaymış galiba?
 
Evet, çok kötü bir baskı vardı. Hem köy çok korkulu, tepe bir yerdeydi. Sürekli şimşek çakıyor, gök gürültüsü, Üstadın ona mümasil derslerini orada bizzat yaşadım. Ahmet Ertaş vardı bu bölgede. Hakikaten, böyle Risale-i Nur’un köklerinden birisi Allah bin kere razı olsun, Allah rahmet etsin vefat etti. O abi dershanenin maddi manevi her şeyiyle ilgileniyordu. Medreseyi açık tutmak, içine eşya almak, onarmak vs. çok ilgilenirdi. Dershanede onun masa büyüklüğünde odun bir dolabı vardı benim çok tuhafıma giderdi. Koridora koymuşlar meğer korkudan, o odun dolabının yanında, şöyle beşer-onar santimlik tahtalar kaplı, onun en altı çekmeceymiş. Yani dışarıdan bakınca, o kadar derinliğini anlayamıyorsun, odun dolu ama altta çok büyük bir çekmece bütün kitaplar orada duruyormuş. Korkudan gece giderken kitaplar onun içine konuluyor.
 
O dönemde her tanıyan gelip Risale-i Nur dershanelerinde kitap okumuyordu. Bu işe inanan, başını koyacak insanlar geliyordu ama bence çok verimli bir dönemdi. O kadar kalabalık değildi ama mesela ben çok kısa süre içerisinde hayli mesafe almıştım. Evlilik, tahsil, para-pul, hiçbir şeyi gözüm görmez hale gelmişti. O zaman Rahmi Beyle benim bir java motosikletim vardı, öyle bir deri ceket, kitapları heybeye doldurduk mu köylere gidiyorduk, kahvelere giriyorduk, Allah ne verdiyse anlatıyorduk, isteyene veriyorduk.
 
Risaleleri köylerde okumaya mı başladınız?
 
Evet, köylerde, köy kahvelerinde,
 
Evde dolaba koydum kapattım dediniz ya?
 
Ha orada Ahmet Ertaş abi, bir gün araba tutmuş jiple çıktı geldi. Beni Gediz’deki ağabeylerle tanıştıracak,
 
Gediz Kütahya’nın ilçesi mi?
 
Evet. Gediz Kütahya’nın ilçesi. Kapalı bir havza, şu anda hizmetin çok geliştiği bir yer. Hakikaten ideal insanlar var orada, Simav, Gediz beni oraya götürdü. Orada da garip bir hadiseyle karşılaştım: İttihat gazetesinin iç sayfasında, bir vecizeyi levha yapmışlar duvara asmışlar. Ben de o zaman vaaz kasetleri vardı. Onlar bana hizmeti anlattırmak, kabul ettirmek düşüncesindeler. Uzun bir yoldan büyük bir masrafla gelmişler, ama ben onları dinlemediğim gibi o vaazı dinletmek istedim. Tabi oradaki bir saatlik sohbet boşa gitti. O zaman Ahmet Ertaş abi, “ulannn!.. seni döverim” dedi, ciddi ciddi… Bu şekil yaklaşımı benim bir damarıma dokundu, bir dokundu… Dedim “bu kim ya beni dövecek, nasıl döver, babam mı benim.”
 
Ne için döverim dedi?
 
Yani “sen buradaki hizmetimize mani oldun” dedi. “Bize vaaz dinlettirdin biz buraya kitap okumaya gelmiştik” dedi. Ben o aradaki nüansı anlayamıyorum. Fakat ona bu kızgınlığım Simav’a gidince ve orada bu ittihat gazetesinin levhasını görünce birden sona erdi. O levhada “Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın” yazıyordu. Bu levhayı görünce birden çarpılmış gibi oldum. Bana bir tesir etti, kendimden geçtim hatta o ağabeyin elini öptüm ve o andan itibaren durum değişti. Şüphesiz Bediüzzaman Hazretleri öyle şeyler söylüyor ki…
 
AĞLAYARAK “SABAHA KADAR KADERİ ÖĞRETECEKSİNİZ, YOKSA İMANIM GİDİYOR” DEDİM
 
Mü’mine kin ve adavet etmemek noktasında mı?
 
Evet, benim orada iki-üç gün kalmam kitapları okumama sebep oldu. Çok faydası oldu. Yani bazı hadisat beni okumaya itti. Mesela bir gün komşu öğretmenle, Kader tartışması meselesi oldu. İki okulu bir araya getirdik, derede piknik yapıyoruz, adam kader meselesini açtı, inanıyorum ama anlatamadım, elim ayağım titriyor, çocuklar da anladılar. Çocuklar da büyük, 15-16 yaşlarında Yörükler. Biri çıktı “hocam canını sıkma bunun canına okuruz, dövelim bu öğretmeni” dedi. Ben, “ne kadar ayıp, öyle şey olur mu? Siz asıl beni dövün Müslümanım ama kaderi bilmiyorum” dedim bırakmadım.
 
Ertesi gün okul var ama Allah affetsin gitmedim, o gün hemen yola çıktım. Uzun bir yol önce gittim muhtara haber verdim “işim çıktı bir-iki gün gelemeyeceğim” dedim. Sonra Gediz dershanesine doğru devam ettim gece 12’de ancak ulaştım. Yani birkaç araba değiştirerek, yayan da bir hayli yürüyerek, ulaşınca kapıda ağlayarak onlara dedim ki “bu gece bana sabaha kadar kaderi öğreteceksiniz, yoksa imanım gidiyor.”
 
Onlar hemen kader bahsini anlatmaya başladılar. O ders içinde geçen bahisleri bir bir izah ettiler mesela lavabonun önündeki aynayı çıkarıp onunla anlattılar. Manzara-i aladan bakışı izah ettiler. Peygamberimizin Hadis-i Şeriflerindeki ayna… İlmin maluma tabi oluşu, yere böyle halı üzerine çizerek sabaha kadar anlattılar. O hadise de beni Risale-i Nura yöneltmiş oldu. İşte arka arkaya gelen bu gibi hadiseler Risale-i Nurun çok farklı bir eser olduğunu anlamamızı sağladı. İşte insan bazen hissen anlıyor, bazen aklen anlıyor. Hissen anladığını idrak terazisiyle tartamıyorsun. Hulasa artık Nur’a talebe olmaya karar verdik. O gün bugündür devam ediyoruz.
 
KOMÜNİSTLERE TABİAT RİSALESİ OKUDUK
 
Derken davamızı anlatmak için köylerde kalmanın uygun olmadığını fark ettik. Bir mühendis arkadaşla karar verdik dolaşalım diye. Bir gün Sarıgöle arabayla gidiyoruz. Değişik fikirli adamların lokallerine, kahvelerine uğruyoruz, onlara hakikatleri anlatmak için birimiz dua ediyor, birimiz anlatıyor, her şeyi göze alıyoruz, insanlara anlatmamız lazım. Mesela istasyonda Cam Baba diye bir yer vardı. Komünistlerin merkezi bir yer. Oraya gittik, saçları, başları garip insanlar. Benim için kılık kıyafet önemli değil ama… “Hayrola, siz kimsiniz, buraya niye geldiniz” dediler. “Biz vatandaşız, yani sohbet etmeye geldik” dedik. “Ne sohbeti bizim sizinle ne sohbetimiz olabilir” diye itiraz edince dikkatlerini çekmek için “Biz böyle felsefi şeylere cevap veren kitaplar okuduk, bu konularda bir fikir teatisinde bulunmak istiyoruz, tartışmak istiyoruz” dedik. “Mesela ne?” dediler. “Bize göre Allah, kainatta bir sürü delillerle kendisini ortaya koyuyor, ispat ediyor, bunu size anlatabiliriz.” “Hadi canım orada yok öyle şey” dediler. Tabiat Risalesini açtık ve anlattık. O kadar güzel oldu ve Cenab-ı Hak orada bize o kadar güzel anlatma fırsatı verdi ki anlatamam. Sonunda bizi dövmek isteyen o insanlar çıkarken bizi uğurlamaya geldiler. Hatta gitmeden önce bir-iki arkadaşa anlatmıştık onlar “mümkün değil sizi döverler, gitmeyin” demişlerdi.
 
Bunun gibi böyle değişik kahvelerde devam ettik. Farkında olmadan biz kendimiz de yetişiyoruz. Mesela otobüste önde, hostes koltuğunda küçük mikrofon oluyor, İzmir’e falan giderken hemen oraya gidiyorum, mikrofonu alıyorum, “arkadaşlar hayırlı yolculuklar size güzel bir şey okuyacağım” diyorum. Tabi delikanlılık, mizacımızın da sert olduğunu anlıyorlar kimse itiraz etmiyor. Açıyorum Mektubat’tan bir yeri okuyorum. Şöföre de diyorum “lütfen müdahale etme.” Yani her şeyi göze almışız, olumsuz bir hal olabilir ama o günlerdeki heyecanımız hakikaten, daha farklıydı. Veya o zıtlıklarla nasıl oluyorsa artık Nurcu diye anılıyorsunuz.
 
Yine bir defasında bir gıda mühendisiyle bir terzi dükkânında çok ciddi bir tartışma ortamı oldu. Adam birden bire kuantumdan bahsetti. Kuantum hiç duymamıştım. “Sen geç artık hikaye onlar, her yerde kanunlar var” dedi. Öyle deyince benim dünyam yıkıldı, hemen döndüm o marangoz Ahmet’e “Risale-i Nur her şeye cevap veriyor adam bizi perişan etti, kuantum bilmem ne?” dedim. Ahmet bir kahkaha attı. O ilkokuldan beri Risale-i Nuru bildiği için çok rahat, “kardeşim, kanun kudreti gösteriyor” dedi. “Yani yıldızlar, güneşler oturmuşlar da, güneş sen ortada dur, dünya sen de şurada dur, yörüngemiz şöyle olsun, böyle olsun diye plan mı yapmışlar. Anayasa ve Yüksek Hakimler Kurulu bir kudreti gösterir” falan diye bir güzel izah etti. Süratle o terzi dükkânına koştum ama ulaşamadan adam gitmiş.
 
Sonra ne oldu?
 
Mühendisin sorusuna cevap verememek benim yüreğimi yaktı… Bir Nur talebesi olarak geri kalmak hakikaten çok ciddi üzdü bizi. Şimdi Hocaefendi cemaatinde diye öğrendim. Demek ki, o da daha sonra doğru yolu bulmuş.
 
Yine bir defasında MHP Milletvekili adayıyla bir dükkanda karşılaşmıştık, hizmetleri anlatmaya gitmiştik. Onlar da propaganda için gelmişler, fakat dükkan içerisinde üç-beş yüz tane kitap yığılı, aynı cinsten kitap. Şimdi isimlerini hatırlayamıyorum, bizim oradaki varlığımızdan rahatsızlık oldular. Biraz da hakaretamiz bir şeyler söyleyince, biraz endişe ettim tabi o kadar insanla münakaşa etmek pek mantıklıca değil ve Rahmi bey’e dedim ki “buradan gidelim.” Rahmi Bey itiraz etti, “burası onların babasının malı değil fikirleri varsa söylerler” dedi onların duyacağı şekilde.
 
Onlar hemen atıldılar “biz de Allah’a inanıyoruz” dediler. Onlar öyle deyince bu defa ben atıldım. “O zaman şu bir yığın kitabın içerisinden bir tane Allah kelimesi gösterin” dedim. Bu sorum onların hoşuna gitmedi. Ya yoktu veya ağırlarına gitti. Ceketlerini açtılar bellerinde silahlar var, yani “bizim başımıza bela olmayın burayı terk edin” der gibi bir harekette bulundular.
 
Tekrar Rahmi Beye dedim ki “bak bunlar silahlılar, çıkalım şuradan.” Dükkan sahibi de müdahale etmek zorunda kaldı dedi ki “Rahmi Bey, Halil Bey sizden rica ediyorum, kusura kalmayın bir başka zaman veya birkaç saat sonra buyurun, ne olursunuz bir rahatsızlık çıkmasın.” Biz kapıya yöneldik dışarı çıkınca, (Rahmi Hoca çok sessiz ve sakin görünür) dedim “ya korkmuyorsun vuracaklar adamlar bizi.” Dedi ki “onların kurşunlarını leblebi gibi haklarım, bir halt edemezler.” Dedim, “Ya nereye haklarsın yürümeye dermanın yok adamlar bizi haklardı” diye. Tabi sonra anlıyorum ki, o hadiseler farkına varmadan dimağdaki ilim mertebelerini örüyor, tasavvurlar, tahayyüller, taakkuller, gerçekleşiyor galiba. Risale-i Nur daha çıkılmaz bir mertebe halini alıyor.
 
O gibi hadiselerden sonra kendi kendime dedim ki, “muhakkak üniversiteye gitmem lazım.” Girdim birinci sınavı kazandık ve Diyarbakır’da başladık. Orada Mustafa Canelli ile tanıştık. Bir garip durum Diyarbakır’da. Medrese, sıkıyönetim tarafından mühürlenmiş, eşyalar dışarıda, yağmurun altında çürüyor. Vakıf Mehmet Kayalar abi Ankara’ya gitmiş, yeni bir yer bulmuşlar iki odalı bir yerde duruyorlar. Mahmut abi Adanalı, öğrenci o zaman sosyal bilimlerde garip bir şey yaptı. Bizi sınava tabi tutacak. Üniversite hocalarının evine götürdü. (O dönemde bazı Üniversiteler ön sınavla öğrenci alıyordu. Yani genel sınavdan başka ayrıca sınava tabi tutarak alıyordu.) Beş-altı tane hoca bir yerde sohbet ediyorlar, çay içiyorlar, bir araya gelmişler. “Bunlar benim arkadaşlarım sizin aradığınız bunlar” dediler. Tabi kim bunlar falan dediler, ben “öğretmenlikten ayrıldım geldim” dedim. Kazandım birinci imtihanı, istifa edeceğim. Canelli de “ben üç dört senelik öğretmenim” dedi. “Maşallah” dedi bir tanesi. “Yani böyle mütevazi, elini böyle önünde tutan insanlar görmüyoruz.”
 
Biz tabi hürmet ediyoruz onlara yaşlı hocalar. Bir başkası buna itiraz etti, “yok ya öyle hoca dediğin mütevazı olmaz. Makamın izzeti falan var” dedi. Benim aklıma bir anda Risale-i Nurdaki “Kur’an salihatı mutlak bırakıyor” bölüm geldi. Onu anlattım orada. Adamın birisi “öf ulen öf. Ne biçim insanlarsınız siz normal değilsiniz. Gelin bakalım sizi keratalar sizi, biz bunu anlatamayız, sen bunu nereden biliyorsun” dedi. Dedim “Osmanlıca kitaplar okumuştum.” Demedim Risale-i Nur, yanlış anlarlar diye. “Evladım normal değil senin bu anlattığın şeyler, biz böyle cümle kurmayı bırak ben böyle bir şey hiç duymadım bile, siz ne diyorsunuz filan” dedi. Diğerlerine döndü, “hem dindar olacak hem de fen ilimleri okuyacak, böyle insanlara ihtiyacımız var” dedi. Devam ettim, “vicdanın ziyası ulumu diniyedir, aklın Nuru fünunu medeniyedir”i anlattım. Onu anlattım. Hocalar ayağa kalktılar “ya evladım, siz nereden geldiniz, nerelisiniz siz. Bunları nereden biliyorsunuz” diye sordular.
 
Mülakatta mı bunları soruyorlar?
 
Hayır mülakatta değil evdeki özel sohbette bu konuşmalar oluyor. Ertesi gün mülakatta, enstitü müdürü, masanın altından bir kâğıt çıkardı isimler var, oraya öyle baktı. “Ne yapıyorsunuz? Kitap okuyor musunuz?” dedi. Biz de düşüncelerimizi söyledik, bir de bize kompozisyon yazdırdılar, kompozisyon güzel. Risalelerden güzel bir şeyler yazmıştım oraya. Bizi kazandırdılar.
 
Kaç yıllarıydı?
 
73 yıllarıydı.

(Devam edecek)

www.RisaleHaber.com

Röportaj Haberleri