Rahmi Erdem'in ardından: Devletin haysiyetini kurtaran Nurcu!

Dün vefat eden Bediüzzaman Said Nursi ile görüşen Son Şahitlerden Rahmi Erdem ağabey, Bediüzzaman Hazretleri ve talebeleri ile olan görüşmelerini, memurluğu sırasında yaşadıklarını anlatmıştı

Rahmi Erdem, 1938 senesinde, Konya’nın Bozkır ilçesinin Yalnızca köyünde dünyaya gelmiştir. Cedleri itibariyle aslı, Horasan’a dayanır. İslam’ı Anadolu’ya yaymak için Horasan’dan Alanya’nın Şeyhler köyüne hicret eden ataları, bilahare Bozkır’ın Üçpınar nahiyesine yerleşirler. Orada “Alanya Şeyhleri” sıfatıyla mühim dinî hizmetlerde bulunurlar.

Rahmi Erdem’in babası Fehmi Bey genç yaşta vefat edince, küçük Rahmi yetim kalır. Yetim Rahmi’yi annesi merhum Ayşe Hanım ve amcaları himaye edip yetiştirirler.

1952 yılında daha ortaokul talebesiyken, bir kitapçı vitrininde gördüğü –Eşref Edip’in neşrettiği– Üstad’ın yeğeni Abdurrahman ile fotoğrafı olan Küçük Tarihçe-i Hayatı’nı amcasına aldırır. Böylece 14 yaşında Nur camiasına doğru ilk adımını atmış olur.

Ortaokulu bitirdikten sonra, 1955 yılında “Ziraat Mektebi”nde okumak üzere Adana’ya giden Rahmi Erdem, aynı sene içinde Risale-i Nur’la daha yakından tanışır ve Nurları okuyup Nur derslerini takip etmeye başlar. Artık âleminde şuur ve huzur dönemi başlamıştır.

1958’de Isparta’da bulunan Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret eder, mübarek ellerini öper ve hayır duasını alır. Orada Zübeyir Ağabey’le tanışır ve hiç kesilmeyecek olan irtibatları başlamış olur. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne yaptığı ziyaret onu çok etkilemiştir. O kadar ki, o anda, bu yolun kara sevdalısı olmak için ihlâsla Allah’a niyaz eder. Hatıraları gösteriyor ki, bu duası kabul edilmiştir. O, artık kendi iradesiyle talip olduğu uzun, çileli, zahmetli; ama bir o kadar da saadetli ve huzur dolu bir yolda yürüyüşe başlamıştır.

Askerliğini Çorlu’da, 27 Mayıs 1960 İhlali’nin gölgesinde tamamladıktan sonra, Tatvan’da başlayan Doğu Anadolu’daki Nur hizmetleri, tam on sene devam eder. Şark insanının hasbiliği, samimiyeti, mertliği, fıtrî dindarlığı ve dini hassasiyetleri onu büyüler. Onları yakından tanır, sever ve sevdirir. O kadar ki 1961 Bitlis Mahkemesi’nden beraat edip memuriyeti iade edildiği halde, maaşı ve memuriyeti terk edip Van’a yerleşir.

Üç kere Medrese-i Yusufiye’ye girmiştir. 1967 senesinde Van Mevlidi bahanesiyle Av. Gültekin Sarıgül, Erol Kuralkan ve Selahaddin Akyıl’ın da bulunduğu yedi kişi ile yedi ay zulmen hapis yatar.

Bediüzzaman'ı ilk ziyaret

"1958’de Bozkır’da stajımı yaparken, bir taraftan da Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni ziyaret etme iştiyakıyla yanıyordum. Sonunda kararımı verdim. Annem ve ninemle vedalaştım. O sırada Konya’da bulunan Ahmed Gümüş beni tren istasyonuna kadar yolcu etti. Trene bindim. Trende, Üstad’ımızın ve saff-ı evvel ağabeylerimizin çektikleri sıkıntıları, fedakârlıkları, Barla’yı, Isparta’yı ve köylerini düşünmeye başladım. Bu ulvi hislerle dopdolu olarak nihayet Isparta’ya vasıl oldum. Doğruca Nuri Benli Ağabey’in Saray Oteli’ne gittim. Nuri Benli Ağabey, Üstad’ın Barla’da olduğunu söyleyince çok üzüldüm. Nuri Benli Ağabey, her ihtimale karşı beni oğlu Osman’la beraber Üstad’ın şimdi müze olan evine gönderdi.

Kapıyı çaldık. Tâhirî Mutlu Ağabey açtı. Hoş geldiniz dedikten sonra: “Sizi tebrik ederim birazdan Üstad'ımız teşrif edecekler.” dedi ve bizi içeri aldı.

Biraz sonra Üstad’ımız geldi. Arabasından kapının önünde indi. Yanında Zübeyir ve Sungur Ağabeyler vardı. Çok heyecanlıydım. Hemen hürmetle mübarek ellerinden öptüm. Önce Üstad’ın o şeair-i İslamiye olan kıyafetine, cübbesine, sarığına doya doya bakmak istiyordum. Fakat heyecanım had safhadaydı. Birden vücudum titremeye başladı. Ayakta zor duruyordum. Yüzüne doyasıya bakmak istiyordum. Bakamadım. Üstad bana önce yaşımı sordu. “Yirmi yaşındayım Üstad’ım.” dedim. Mübarek eliyle başımı sıvazladı. Sonra, “Ben çok hastayım. Eğer hasta olmasaydım, seni bir ay yanımda bırakacaktım.” dedi. O andaki mutluluğumu ifadeden acizim şimdi. Bu benim için en mesut ve bahtiyarlık anıydı. Artık yetimliğim sona ermiş, babadan daha muhterem bir üstadı bulmuştum.

Bu arada garip bir şey olmuştu. Üstad, beni eve getiren Osman’a “Sen kimlerdensin?” diye sordu. Osman da “Nuri Benli’nin oğluyum efendim.” diye cevap verdi. “Acayip, sen bizim Nuri’nin oğlu musun?” diye cevap vermişti Üstad. Ben dönüşte yolda, Osman’a, bunu anlayamadığımı söyledim. Fakat Osman bana cevap vermedi. Otele varınca babasına sordum. “Üstad Osman’ı tanıyamadı?” dedim. Meğerse bir yaraya dokunmuşum. Babası hiddetle, “Hz. Üstad, Risale-i Nur’a hizmet etmeyenleri, tembelleri, gafilleri tanımaz! Niye tanısın ki! Zihninde böyle adamlara niye yer versin ki!” diye söylenerek üzüntüsünü dile getirmeye başladı. Üstad’ın Osman’ı tanımama esprisini geç de olsa anlamıştım; ama bilmeyerek hem Osman’ı hem de babasını üzmüş oldum.

Sonra otelin terasına çıktım. Hâlâ heyecanım geçmemişti. Üstad’ı düşünüyor, onun manevi şahsiyetini idrak etmeye çalışıyordum. Dünyam çok değişmişti. Ruhum büyülenmişti. Artık onun takip ettiği, ders verdiği hizmet tarzı ve metodunu takip edip hizmetteki yerimi Allah’ın izniyle almak istiyordum. Bu yolun yolcusu, kara sevdalısı olmak için Rabbime niyazlarda bulunuyordum.

Sonra otele Zübeyir Ağabey çıkageldi. Pırıl pırıl bir yüz, gür bıyıklar, kartal bakışlar, yay gibi bir vücut... Gökten yıldırımlar düşse korkmayacak ve inancından bir adım geri atmayacak bir iman hâli sergiliyordu.

Zübeyir Ağabey benimle epey ilgilendi. Hususi alakası beni memnun etmiş ve çok etkilemişti. Gitme vaktim gelmişti. Zübeyir Ağabey’le vedalaştım ve Isparta’dan ayrıldım.

Üstad'ı İkinci Defa İstanbul’da Gördüm

Çorlu’da büyük bir aşk ve şevkle askerlik hizmetimize devam ederken, hafta sonu tatilinden istifade ederek, çok kere olduğu gibi, arkadaşım Seyfeddin Kavukçu ile beraber, 1 Ocak 1960 günü İstanbul’a gittik. O gün İstanbul’da farklı bir hareketlilik vardı. İnsanlar grup grup toplanmışlar gazetelere bakıyorlardı. Biz de baktık. İstisnasız bütün gazetelerin manşeti şuydu: “Bediüzzaman İstanbul’da”

Büyük bir sevinç ve memnuniyetle hemen Üstad’ın kaldığı Piyer Loti Oteli’ne gittik. Hemen iki kişilik yer ayırtarak oradaki Nur talebeleriyle beraber olma imkânı bulduk. Otelin içi ve dışı tamamen dolmuştu. İstanbul sanki ayaktaydı. Biz de Bediüzzaman Hazretleri’ni bir kere daha görebilmek, mübarek ellerini öpüp duasını almak aşkıyla otelden bir an dahi ayrılmadık.

Bu arada Av. Bekir Berk ve Av. Necdet Doğanata otelin lobilisinde İhlâs Risalesi’ni sırayla okuyorlar, büyük bir alaka ve merakla dinleniyorlardı.

Üstad Hazretleri’nin otelden ayrılma vakti gelmişti. İki avukat talebesinin kollarında odasından çıkıp yavaş yavaş otelin koridorunda yürümeye başladılar. Müthiş bir kalabalık ve bir gazeteci ordusu vardı. Gazetecilerin rahatsız etmemeleri için Üstad şemsiye altına alınmıştı. Birçokları gibi ben ve arkadaşım Seyfeddin, pardösülerimizi açıp gazetecilerin fotoğraf çekmesine mani olmaya çalışıyorduk.

Muazzez Üstad’ımız arabaya doğru ilerledi ve arka koltuğa oturdu. Bu sırada Zübeyir Ağabey elinde bir sepetle vakar içinde taksiye doğru ilerledi. Biz de mübarek Üstad’ımızı bir kere daha görme bahtiyarlığına erdiğimiz için Allah’a şükrettik.

Rahmi Erdem ile yaptığım bu röportaj 2010 tarihinde birkaç safhada tamamlanmıştır. Röportajın tamamı “Ağabeyler Anlatıyor–4” kitabından okunabilir. Ömer Özcan

DOĞU İNSANI BENİ BÜYÜLEDİ

Üstad Bediüzzaman’la ve Zübeyir ağabeyle görüştünüz sonra şarka gittiniz. Nasıl oldu bu tayin işi?

Askerlik hizmetimi tamamladıktan sonra Ziraat Bakanlığı’na müracaat ederek görev istedim. 26 Temmuz 1960 tarihinde Bitlis Teknik Ziraat Müdürlüğü’ne tayinim çıktı. Biraz şevkim kırılmıştı. Çünkü o ana kadar Türkiye’nin doğusu benim için meçhuldü. Doğu ile alakalı duyduğum mahrumiyet söylentileri beni tereddüde sevk ediyordu. Sonra, bana Risale-i Nur’u tanıtan dayım Abdullah Tekin’le istişare ettim. Dayım beni Doğuya gitmem için ikna etti. Şöyle demişti: “Ne demek mahrumiyet! Bediüzzaman o beldelerde doğup büyümemiş mi? O, oralara sığmış da sen niye yaşamıyorsun o mübarek yerlerde!”

Dayım hassas noktalarıma dokunmuştu.

Dayınız da nur talebesi mi?

Evet, dayım Abdullah Tekin bana vesile olmuştur zaten. Üstad hazretlerine onun da ziyareti var.

Şark yolculuğuna devam edelim mi?

Biletimi aldım ve Konya’dan Kurtalan’a doğru uzun tren yolculuğuma başladım. Bu bilet ve tren, “Hayatımın bir devrine” doğru taşıyordu sanki beni. Dört gün süren yolculuktan sonra gecenin yarısında Siirt’in Kurtalan ilçesine vasıl olduk. Işıklandırma yok... Her taraf karanlık bir vaziyette... Yorgunluk, yabancılık ve karanlığın verdiği karmakarışık hislerle kader-i İlahînin hakkımda çizdiği yolda süratle gidiyordum. Bir müddet yürüdükten sonra bir kamyonun üzerinde yerimizi aldık.

Beş altı saat gittikten sonra sabah namazı vakti girmişti. Kamyonun üstündeki yolcular şoföre, “Dur, namaz kılacağız” dediler. Şoför işi biraz geciktirince, yolculardan biri şoför mahallinin küpeştesine hızla ve kuvvetlice vurmaya başladı. Bir taraftan da, “Şoför dur!” diye bağırıyordu. Şoför hemen durdu. Ben büyülenmiştim. Bu dinî hassasiyetten ötürü çok etkilendim. Burada büyük bir imanın tezahürünü görmüştüm. Bu tesir ile şark insanı için söylenen menfi ve maksatlı sözlerin yalan olduğunu düşünmeye başladım.

Bitlis’e vardığımızda üst başımızın toz toprak içinde kaldığını fark ettim. Otelde temizlendikten sonra, Teknik Ziraat Müdürlüğü’ne gittim. Müdür beni Vali Bey’e götürdü. Vali de tayinimi Bitlis’in Van Gölü kenarındaki şirin ilçesi Tatvan’a çıkardı. Görev yapacağım yer Tatvan olmuştu. Tatvan’a gittim. Nüfus memuru Ziya Bey’in yardımı ile tek odalı bir ev bulduk. Fakat ev sahibi, Ziya Bey’e “Beyim ben bu zata evimi vermem, bunun başı açıktır” dedi. Ancak Ziya Bey kefil olduktan sonra evi kiralayabildik.

Fakat başka bir gün ev sahibi beni görmeye geldiğinde, benim namaz kıldığımı görünce çok pişman olduğunu, eğer evlenmek istersem bütün masraflarımı karşılayabileceğini söyledi ve benden özür diledi. Anladım ki, basit gibi görünen bu hadise ve sözler, doğu insanının memura bakış açısını özetliyordu. Yaşadığım hadiseler beni adeta büyülüyor, buraları ve insanlarını sevdiriyordu.

Tutuğumuz bu mütevazı ev, bölgede Nur hizmetlerinin başlangıcı, menşei ve çekirdeği hükmündeydi artık. Hemen dersler yapmaya başladık. Kısa bir sürede hizmet, umumi bir ilanat halini aldı. Yeni arkadaşlar edindik. Eski alakadarlar şevk ve kuvvet bulup ortaya çıktılar. Tatvan’ın uzun kış gecelerinde, metrelerce karlara bata çıka derslere geliyordu insanlar. Tatvan’da kaldığımız on bir ay içerisinde Risale-i Nur’u duymayan hiç kimse kalmadı elhamdülillah. Rahmetli Hacı Kadri Kalender, o zaman Tatvan’da ve Doğu’da kaldığım on sene zarfında, her türlü kahrımızı, zahmetimizi çeken isimsiz bir kahramandır.

DOĞU HALKINA YAKINLAŞMANIN, ONLARLA BÜTÜNLEŞMENİN FORMÜLÜ APAÇIK ORTADAYDI

İnanç birliği sizi halkla hemen bütünleştirdi demek ki?

Tatvan’da görev yaparken köylere vazife icabı geziler yapıyorduk. Ne yazık ki koca müessesenin sadece bir tek jipi vardı. Bu yüzden bazen yürüyerek de gidiyorduk köylere. Gittiğimiz köylerde halkın, memurîn sınıfına kerhen ve soğuk davranmaları hemen dikkati çekiyordu. Ama vakit girdiğinde namazımı kılmak için kalktığımda, aynı insanların hasbi, kalbi ve tebessümle mukabelelerini bir görmek lazımdı. Bunlar beni çok etkiliyordu.

Aslında Doğu halkına yakınlaşmanın, onlarla bütünleşmenin formülü apaçık ortadaydı. Yaşadığım her hadise gözümü açıyor, seneler evvel bu güzel memleketin bütünlüğü için, sebep ve çareleri teşhis eden Bediüzzaman’a olan hayranlığım ve bağlılığım daha da artıyordu.

Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözlerini, yaşadığım hadiselerin fiilen tefsir ettiğini çok net görebiliyordum: “Memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden, samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.” (Şuâlar, Söz Bas. Yay., s. 299.)

Halkla müspet münasebetlerinizi örneklendirebilir misiniz?

Yaşadığım bir kaç hadiseyle konuyu açayım:

Bir gün dairemize bir köy muhtarı geldi. Şapkasını koltuğunun altına sıkıştırmış vaziyette selam verdi içeriye girdi. Neyse işini yapıp gönderdim. Yan masada oturan benden daha yaşlı memur arkadaş bir iç geçirdi: “Ah! Gel de Halk Partisi’ni arama! Bu muhtar İnönü devrinde bu daireye böyle girebilir miydi? Ayağımızı öpercesine iki büklüm girerdi” dedi. Ben, “Arkadaşım bu muhtarın bu daireye zilletle girmesi bize ne kazandırır? Hâlbuki bu muhtar köyüne gittiğimizde biz en çok alaka gösterenlerden birisidir. Lütfen haddimizi bilelim” deyip onu susturdum.

1960 yılındaydı. Nüfus sayımı yapılıyordu. Ben de bir dağ köyünde görevliydim. Dönüşte muhtar üç atından istediğime binerek dönmemi kendisi teklif etti bana. Dönerken yolda başka görevli arkadaşlarla karşılaştım. Onlar yayan geliyorlardı. Beni atla görünce canları sıkıldı. Birisi hiddetle, “Seni şikâyet edeceğim. Sen köylerde Nurculuk propagandası yapıp şahsi nüfuz temin ediyorsun” diye bağırdı. İşte sıkıntı burada başlıyordu. Dininden, imanından, örf ve âdetlerinden kopmuş olan bu mektepli nesiller, kendi halkıyla arasına örülen duvarları aşamıyorlar, sonra da şikâyet ediyorlardı.

Bir yaz günü, hububata zarar veren “Banbul” isminde bir haşerenin mücadelesi için bir köyde toplanmıştık. Ev sahibi adamcağız, bir kova ayran yapmış getirdi. Fakat kovanın ağzı açık olduğundan ayranın üzerine toz kaplamış. Adamcağız o ayranı karıştırıp, bir bardakla ilk memura uzattı. Aldığı cevap şu oldu: “Ben bu pis ayranı içmem.” Nahoş bir durum olmuştu. Hemen ileri atılıp, “Dayı bardağı bana ver” dedim. Sesli olarak “Yâ Rabbi! Rahmetin ne yücedir ki kan ve fışkı ortasından bu menfaatli ve gıdalı nimeti bize ihsan etmişsin” dedim ve ayranı içtim. Bir ara Teknik Ziraat Müdürüm Hami Bey beni dışarıya davet etti. “Rahmi Bey! Seni tebrik ederim. Devletin haysiyetini kurtardın. Ben bu arkadaşlarla aranızdaki bu kadar farkı anlayamıyorum” dedi.

Yine bir gün, bir gezimizde Vali Bey köylülere, “Amerikalılar Ay’a gidiyor; ama siz yerinizde sayıyorsunuz” dedi. Tabii Ay’a gidilebileceğini köylülerin akılları almıyordu. İçlerinden Kâmil Ağa: “Ay’a gidilmez beyim” deyiverdi. Birden Vali ile köylü arasında soğuk bir hava esmişti. Neyse ben hemen araya girdim ve 20. Söz’deki gibi, Hz. Süleyman kıssasını Kâmil Ağa’nın anlayacağı şekilde açıkladım. Bu tarz izah köylünün çok hoşuna gitti ve Vali’ye aklının yattığını itiraf etti.

İşte verdiğim misaller gibi çok hadiseler yaşayarak, 11 ayım Tatvan’da gelip geçmişti.

HALKLA KAYNAŞMAM, MEMURLAR KULÜBÜNDE OTURMAYIP KUMAR OYNAMAYIŞIM DAHİ ALEYHİMDE DELİL OLARAK GÖSTERİLİYORDU

Tatvan’da sizi rahat bıraktılar mı?

Tatvan’da hizmetler hızla inkişaf ederken, bir gün Risale-i Nur okuduğum, dinime imanıma hizmet ettiğim için, evim arandı. Bir katil, bir cani gibi tevkif edildim. Mahkemede, halkla kaynaşmam, memurlar kulübünde oturmayıp kumar oynamayışım dahi aleyhimde delil olarak gösteriliyordu. Hadise şöyle olmuştu:

1 Ağustos 1961 tarihinde, bir dostumun dükkânında imanî dersler okurken, ilçenin emniyet komiseri, “Evinde aramaya yapacağız” diye beni çağırdı.

Geceyi emniyette geçirdim. Fedakâr ve samimi ders arkadaşlarım olan Hasan Sağnıç, Kadri Kalender, Necmeddin Sözbilici, Kemal Değerli, Halis Kuş, M. Ali Oto, İsmail Nurpolat iman hakikatlerinin feyzine henüz varmaya başlamışlarken, kendilerini emniyetin loş ve küf kokan binası içinde buluverdiler. Günlük kazanıp o gün yiyen bu masum insanları, bütün mesuliyeti üzerime alarak, salıvermesini komiserden rica ettim. Komiser Seyfeddin Bey inançlı biriydi. Yanıma sadece Hasan Sağnıç’ı yoldaş vererek diğerlerini serbest bıraktı. Bize de hiç eziyet etmedi.

Nezarete alınmamızla birlikte, Tatvan’da büyük bir heyecan ve hareket husule gelmişti. Bitlis’ten vali ve emniyet müdürü tahkikata nezaret etmek için Tatvan’a geldiler. Sanki öyle bir suçlu yakalamışlardı ki bıraksalar devleti tar-u mar edecekti(!)

Ertesi gün Bitlis’e sevk olunduk. Hapishanede önce bizi traş ettiler. Sonra hapishanenin oval şeklindeki bir deliğinden bir eşya gibi içeriye attılar bizi. Üzerimize kapanan beş kapıdan sonra bir koğuşa verdiler. Koğuş çok kalabalıktı. O kadar kalabalıktı ki kapılar zor örtülüyordu. Ranzalarda zaten yer yoktu. Ancak tuvaletin önünde tek yataklık bir yer gösterdiler bize.

Baktım mahkûmlar kendi aralarında bize bakıp konuşuyorlar... Hasan’a “Ne diyorlar, dinle bakalım” dedim. “Her kim olursa olsun buraya gelen yerde yatmak zorundadır. Fakat Bunlar Bediüzzaman’ın talebeleridir. Bunları yerde yatırmak günahtır” diye konuşuyorlarmış. Sonra iki mahpus ranzadan yataklarını yere indirdiler. Bize ikişer kişinin yattığı ranzalardan yarımşar yer verdiler. Bu durumda geceleri yatakta dönme imkânımız olmuyordu. Alışkın olmadığım sabit yatma mecburiyeti benim uykularımı kaçırıyordu.

Üstelik hapishane gayet pisti ve su yoktu. Abdestimizi bile, Şirin ismindeki 15 yaşında bir çocuk mahkûmun, su borularından nefes kuvvetiyle çekip, ibriğe doldurduğu su ile alabiliyorduk.

Bitlis Cezaevi’nde 3,5 ayımız geçti. Bu sırada risaleleri ciddi olarak okuma imkânı buldum ve mahkûmlara iman hakikatlerini anlatmakla meşgul olduk. Mahkûmlar en çok “Kader Meselesini” soruyorlardı. İşledikleri günahların suçlarını nihayette kadere verip rahatlamak istiyorlardı. Bir de, bizim dinî kitap okuduğumuz için Ağır Ceza’da yargılanmamızı bir türlü akılları almıyordu. 15 Kasım 1961 tarihinde Bitlis Cezaevi’ne, mahkemenin hakkımızda tahliye kararı geldi. Dışarı çıktık. Artık resmen sabıkalı olmuştum. Tatvan’daki iman ve ahiret arkadaşlarım kendilerine bir zarar gelir endişesiyle, ilk gün beni evlerine kabul edemediler. Bir otelde kaldım. Otelde Patnos Belediye başkanı Kerem Şahin isminde bir zatla tanıştım. İnançlı, iyi kalpli bir insandı. Başımdan geçenleri anlattım. Bana “Patnos’a gel” dedi. İlk fırsatta Patnos’a gittim.

Müteaddit defalar Patnos’a gittikçe beni Kerem Bey’in oğlu Hacı Ensari, Merhum Muzaffer, Terzi Memduh Haser, Süleyman Yıldız, Şemseddin Esin gibi zatlar karşıladılar. Nurlara ciddi olarak sahip çıktılar. Hususen Merhum Terzi Memduh Haser beni her zaman evinde misafir ederdi. Sonradan duydum ki evlerinin kifayetsizliğinden kendisi ve çocukları kömürlükte yatıp bize yataklarını verirlermiş. Tahliyeden sonra bir gün yolda giderken, “Rahmi Bey!” diye birisi seslendi. Mal Müdürü Cevdet Daniş Bey’di. Bana, “Siz hapisteyken Ziraat Bakanlığı’ndan şahsınıza gelen ikramiye parasını iade etmedim. Sizin zulme uğradığınızı biliyordum. Gelin paranızı alın” dedi. Böylece kimseye yüzsuyu dökmeden o parayla memleketime gidebildim. Zaten tahliyeden sonra vekâlet emrine alınmıştım. İşimi kaybetmiştim.

Üç buçuk sene devam eden Bitlis Mahkemesi, birçok heyetin değişmesi neticesinde, 16 Aralık 1964 senesinde beraatla sonuçlandı. Bu Bitlis Davası, benim için dönüm noktası olmuş, hayatımın on senesini bu hizmete vakfetmeme vesile olmuştur.

Tahliye kararından sonra memleketim Bozkır’a gittim. Kaza merkezine girişteki jandarma karakolunda barikat kurup beni karakola çağırdılar. Buradan nereye gideceğimi sordular.

Ben daha memleketime gelmeden, gideceğimi haber alıp akrabalarıma beni sormuşlar. Herkes korkmuş. Bana nasihat edenlerin haddi hesabı yoktu.

VAN CEZAEVİ

Tekrar şarka döndüğünüzde sizi neler bekliyordu?

10 Temmuz 1962 senesinde, “Risale-i Nur Sönmez” adıyla, Üstad’ımızın en keskin mahkeme müdafaaları İstanbul’da tab edilmişti. Selahaddin Akyıl, küçük çaplı olan bu kitaptan, Özalp ilçesine, İran asıllı Kuli Yapıcı adında bir kahveciye, her nasılsa sehven gönderiyor. Kahveci de kasten kitapları götürüp emniyete teslim ediyor. Hemen Özalp Savcılığı’na gittim, bir dilekçe ile başvurup kitaplara sahip çıktım. Neticede dosya 6 Nisan 1964’de Van Ağır Ceza Mahkemesi’ne intikal ettirildi.

Van Ağır Ceza Mahkemesi’nde çok şiddetli geçen ilk celsede, Savcı Necati Coşkuner, dört sayfalık, baştan sona hezeyan, kin, iftira ve garez dolu iddianamesini okudu. Sonra eliyle beni işaret ederek “Bu sanık dışarıda kaldığı müddetçe, emniyet-i umumiyeyi her an ihlal edebilir. Tevkifini talep ediyorum” dedi. Ve hiç beklemediğim bir anda tevkif edildim. Bu talepten sonra hızla yerimden kalkıp “Savcıya, bu haksız, garazkar talebinin sebeplerini mahkeme huzurunda sormak istiyorum” dedim. Ok yaydan çıkmıştı. Daha birçok şeyler daha söyledim hiddetle. Avukatım sakin olmam için yerime oturttu beni. Hiç beklemediğim bir anda tevkif edilmiştim.

Önce beni Van Çarşı Karakolu’na götürdüler. Kibar bir insana benzeyen komiser, “Geçmiş olsun, suçun nedir?” diye sordu. “Risale-i Nur okumak” dedim. “Ben bu mezheplerden bir şey anlamıyorum” dedi. Belli ki İslamî kültürü, bilgisi yoktu. Hâlâ kabıma sığamıyordum. Sinirli bir şekilde, “Komiser Bey! Mezhepler, Sahib-i Şeriat’ın gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir” dedim. Komiser “Bu tariften bir şey anlamadım” dedi. “Anlamadınızsa bir kere daha tekrar edeyim!” dedim. Ve aynı cümleyi tekrar ettim. “Ben bu gençle münakaşa salahiyetini kendimde göremiyorum” diyerek bahsi kapattı. Bana, “Aç mısın?” dedikten sonra, polislere bir porsiyon kebap söyledi. Ben, mezhepleri kabul etmediği için, bu komiserin kebabını yemedim. Komiser beni hapishaneye gönderdi. Çok acıkmıştım. Kuru bir ekmek getirdiler, onu suya batırarak yemeye çalıştım.

Beni tevkif ettiren Savcı Necati Coşkuner bir gün sonra hapishaneye geldi. Beni müdürün odasına çağırttı. Buna memnun olmuştum. Duruşmada yarım kalan fikir düellomuzu devam ettirmek için fırsat yakalamıştım. Hiç bir fikrî endişem yoktu. Söze savcı başladı: “Benim görevim seni mahkûm ettirmektir. Seninle sonuna kadar uğraşacağım” dedi. “Neden peşin hükümle adalet müessesine gölge düşürüyorsunuz? Siz kamu hukukunu korumakla mükellef olduğunuz gibi, masum insanların da hukukunu korumak ve kollamakla mükellefsiniz” dedim. “Siz laikliğin tahribine çalışıyorsunuz. Bu bakımdan suçlusunuz” dedi. Anlaşılıyordu ki bilgisi araştırmaya değil de garazkâr yayınlar yapan bazı gazetelerden geliyordu. Çünkü onların ağzı ile konuşuyordu.

Kendisine, “Siz laikliği niye batıdaki manasıyla kabul edip tatbik etmiyorsunuz? Laik Cumhuriyet, bîtarafane prensibiyle dinsizlere ilişmediği halde, siz neden dindarlara ilişiyorsunuz? Bu tezad değil mi?” dedim ve Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in laiklikle ilgili tariflerini kendisine aktardım. Bana hiddetle, “Ali Fuat Başgil’in tarifini kabul edersek, bu memlekette inkılâplar tehlikeye düşer!” dedi. Ben de “Eğer inkılâplar bu milletin fıtratına uygun ise hiç bir güç onu yıkamaz. Ama değilse, zaten kuvvetlenmesi mümkün değildir. Zira fıtrat, fıtrî olmayan şeyleri reddeder atar” diye mukabele ettim.

Konuşmamım sonunda savcı ayağa kalktı ve “Seni tebrik ediyorum. Davanı güzel müdafaa ediyorsun. Av. Bekir Berk’i getirmene lüzum yok. Sen de kendi müdafaanı yapabilirsin” dedi. Anladım ki maksadı beni yalnız bırakmaktı. Ben avukata ihtiyacım olduğunu belirtince, planın tutmadığını anladı: “Bunu iyi bil ki benim vazifem seni mahkûm ettirmektir” dedi ve kalktı koğuşları teker teker dolaşmaya başladı.

İRİ KIYIM KAMYON ŞOFÖRÜ VE ERMENİLER

Tartışmamızdan sonra koğuşları tek tek inceledi ve en adi suçlulardan birer ikişer seçip beni onlarla aynı odaya koydu. Üstelik Lübnan asıllı iki Ermeni mahkûmu da koğuşumuza kattı. Ben o mahkûmların ve bilhassa Ermenilerin, bana kin ve adavetle baktıklarını hemen anladım. Kavga etmek için bahane arıyorlardı. Bir ara ağzımdan, “Osmanlı” diye bir söz çıkmıştı. Ermenilerden biri hemen ayağa kalktı, “Burada Osmanlı’dan bahsedemezsin!” diye bağırıp beni tehdide yeltendi. Bu hazin tablo bana çok dokunmuştu. Tehditten çok, kendi öz vatanında dinini yaşamak isteyen birinin suçlu muamelesiyle hapse atılması ve sahte para basmaktan devlete zarar veren, yabancı uyruklu Ermenilerin bu Türk hapishanesinde ona saldırması beni üzmüştü. Bu nasıl izah edilir, nasıl sindirilirdi?

Bunlar bu cesareti nereden alıyorlardı? Elbette bu küstahlık şahsî bir cesaret işi değildi. Cumhuriyet Türkiye’sindeki vazifelilerin içine düştüğü gaflet, çarpıklık, tezat ve kusuru resmediyordu bu tablo. Bu savcının Ermeniler eliyle benim ölümüme zemin hazırladığından da hiç bir şüphem yoktu. Beni yandıran, hüzne boğan, bu hazin tabloydu.

Bu Ermenilerle aynı koğuşta kalmak uykumu kaçırıyordu. Benim sabah namazıma kadar her şeyime karışmaya başladılar. Üstelik savcı kesin emir vermişti. Bana dışarıdan bir bardak su bile verilmeyecek, soyadım tutmayan hiç kimseyle görüştürülmeyecektim. Bir ara benim sürahime zehir koymaktan bahsettiklerini, yanımdaki mahkûm bana ayağıyla dürterek haber verdi.

Çok sıkıntılı bir durumdaydım. Artık tevekkül ve dua ile Allah’a iltica edip sabrediyordum.

Sonra beklemediğim bir anda, Allah bana bir trafik kazası sebebiyle hapse düşen, Yaşar isminde iri kıyım bir kamyon şoförünü imdadıma gönderdi. Önce ona kısaca durumu izah ettim. Kendisini fikren hazırladım. Savcıda bitmiş, kokuşmuş olan ruh cevheri, onda yaşıyordu. Aynı gün sabah namazına kalktım. Ermeniler homurdanmaya başladılar. Birden Yaşar, bir kaplan gibi yatağından fırlayıp onların anlayacağı bir dille bir küfür savurdu. Bunu hiç beklemiyorlardı. Yaşar’ın mukabelesi onları susturmaya yetmişti. Namazımı rahatça kıldım. Yaşar arkamda muhafız gibi duruyordu. Ben namazımı bitirdim. Yaşar Efendi gitti yatağına uzandı. Kendisine yaklaşıp şefkatle, “Niye namazını kılmıyorsun? Bu güzel hizmetini böyle neticelendirmek olmaz. Haydi, kalk abdestini al sen de namazını kıl” dedim. Kalktı ve öyle yaptı. Allah razı olsun.

Sonra beklemediğim bir şey daha oldu. Bu zulümleri bana yapan savcıya, Boyacıoğlu Camii’nin arkasında oturan sakinlerin ileri gelen efeleri haber salmışlar: “Seni vurup İran’a kaçacağız” demişler. Savcı alel acele beni çağırdı: “Bu mahkemede hiç bir rolünün olmadığını, dosyanın aslında Özalp’ten geldiğini” anlatarak adeta benden şefaat bekliyordu. Kendisine “Bu haberleri çıkaranların aramızı açmak için bunu yaptığını, elimden geldiği kadar bu tip hareketleri önleyeceğimi” söyleyerek kendisini rahatlattım.

Savcının dışarıdan bir bardak suyu bile bana yasak etmesinin inadına, Vanlı ahiret kardeşlerim, bana erzak gönderiyorlardı. Tabii bu o kadar kolay olmuyordu.

Bu iş için Ali Rıza Gülaç’ın kardeşi Faruk’u bulmuşlar. Faruk, cıva gibi bir çocuk. Hapishanenin dış kapısı açılır açılmaz, yayından çıkmış bir ok gibi fırlayıp erzak torbasını bana verip aynı hızla geriye kaçıyordu. Bir defasında gardiyanlara yakalandı. Artık kurtuluşu yoktu. Gözünü korkutmak için dövüleceği kesindi. Fakat beklenmedik bir anda gardiyanların elinden kurtulup bir maymun çevikliğiyle oradaki bir kavak ağacının başına çıkıverdi. Yapılan uzun pazarlıklar sonunda, Faruk’un oradan indirilmesiyle hadise sulh içinde son buldu.

Sonra yine beklemediğim bir anda İlâhî bir lütuf daha gördüm:

Avukatım, Van Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tevkif edildiğimi, Bitlis Ağır Ceza Mahkemesi’ne itiraz başvurusuyla bildirmişti. O mahkemenin hakikaten âdil olan reisi Adil Erdoğan Bey itirazı yerinde bulup büyük bir cesaretle: “Daha buradaki muhakemesi bitmedi. Bu ne rezalet!” diyerek tahliye telgrafını, Van Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi. Allah kendisinden ebediyyen razı olsun. Hürriyetime kavuşmama vesile olmuştu.

Tahliye telgrafı malum savcıyı şok etmiş. Bilmecburiye emri hapishane mübaşirine göndermek zorunda kalmıştı.

GELECEK NESİLLER BU İBRETLİ TABLOLARI UNUTMAMALI

Hapisten çıkınca “bu kadar yeter artık” deyip doğudan ayrılmayı düşünmediniz mi?

“Serçe kuşuna musallat olan atmaca, serçenin istidadını inkişaf ettirir” kaidesince, bu bitmeyen baskı ve takipler bizde de aynı tesiri icra ediyor, şevk ve gayretimizi arttırıyordu. Doğu’da kaza ve köyleri taramaya devam ediyor, Kur’an hakikatlerini muhtaç gönüllere götürmeye çalışıyorduk. Yine bir gün, Van’da telgraf memurluğu yapan Nihat Bey’le bir seyahate çıktık. Nihat Bey aslen Malazgirtliydi. Van’da memurin zümresiyle ilgilenir, onların yalnızlıktan kurtulmasına çalışır, evinden hiç misafir eksik olmazdı. Van’da misafirperverliğin sembol ismidir. Nihat Bey beni alıp ilk önce Erciş’e götürdü. Orada mü’min kardeşlerimizle ders ve sohbetler yaptıktan sonra Patnos’a geçtik. Mevsim kış, hava çok soğuk... Patnosluların bizi heyecanla beklediklerini gördük. Şeyh Hikmet isminde bir zatın tek odası bulunan evinde ders okuduk. Ders bitti ve çaylarımızı içtik. Otelde bize yer ayırtmışlar. Otel çok vasıfsız... Yatak ve çarşafları çok kirli, yıkanmamıştı. Üstelik bize verilen odada bizden önce köyden kazaya gelen sarhoş öğretmenler kalmışlar ve her tarafı kirletmişlerdi.

Bütün hayatı tertemiz pırıl pırıl geçmiş arkadaşım Nihat Bey, yorganı açınca vaziyeti bütün dehşeti ile gördü. Beylik damarı ile söylenmeye başladı. Ben her hâlükarda yatmasını, eğer bu arkadaşların evleri müsait olsaydı bizleri misafir edeceklerini söyledim. Bu durumun bir imtihan olduğunu söyleyerek kendisini teskin etmeye çalıştım. Nihat Bey sözümü kesip “Ben böyle bir imtihanı kabul etmiyorum” dedi ve beni kaldırıp ders okuduğumuz eve geri getirdi. Eve gelince kapıya bütün gücüyle bir tekme attı. Ev sahibi büyük bir korku ve dehşetle kapıyı açtı. Nihat Bey, Doğu’daki törelerin böyle olmadığını, her şeye rağmen bir çare bulup bizi öyle pis bir otele göndermemesi gerektiğini, bunun yanlış ve yakışıksız bir hareket olduğunu hiddetle söyledi.

Sonra sert ve kesin bir emirle, “Git, yatağın yoksa komşundan getir” dedi. Ev sahibi itirazsız söyleneni harfiyyen yaptı. Yataklarımızı hazırlayıp sobayı yaktı. Bu maceralı misafirlikten sonra sabahleyin Tutak ilçesi istikametine yöneldik. Yolda arabamız arızalandı. Kendimizi Tutak kazasına zor atabildik. Tutak’ta, Patnos’taki o nahoş otel bile yoktu. Mecburen daha evvelden duyduğumuz, Maliye’de Veznedar Abdurrahman Akman isminde bir dostun evini sorarak bulduk. Abdurrahman Bey, kırk yaşlarındaydı. Kalın gözlük camları arkasından samimiyetle bize bakan meraklı gözlerle kapıyı açtı. “Buyurun” dedi. İlk sözüm, “Misafir kabul eder misiniz?” oldu. Biraz tereddüt geçirdi. Dışarıda kalmamak için mecburen kendimi tanıttım. Bizi içeri aldı. Gıyaben tanıdığını, görüşmenin bugüne nasip olduğunu söyledi.

Sohbetin arasında, köyden baldızının doğum yapmak için kendisine misafir geldiğini, lohusa olduğunu, evinin damının aktığını, bir tane sağlam odası bulunduğunu, oraya da bizi aldığını, çocuklarını ve hastasını damı akan başka bir odaya taşıdığını söyledi. Nihat Bey’le birbirimize bakıştık. Çok duygulanmıştık. Hemen müsaade isteyip ayrılmak istedik. Fakat öyle samimi bir şekilde karşı çıktı ki ayrılamadık. Bu gecenin vaktinde bütün olumsuz şartlarına rağmen misafirlerini bırakmanın kendisi için bir hakaret ve züll olduğunu söyledi. Göz yaşartıcı bir fedakârlıktı bu. Allah rızası için gurbeti, hicreti ihtiyar eden mazlum bir insana, Nur’un hatırı için kollarını, şefkat kanatlarını açmış Doğu insanının, en halis yüzü olan imanını, misafirperverliğini ve ihlâsını sergileyen bir ulvi tabloydu bu. Gelecek nesillerin bu ibretli tabloları unutmamaları gerektiğine inanıyorum.

Tutak’tan Ağrı’ya geçtik. Orada muhterem ilim adamı Molla Nusret Kocabay Hocaefendi’ye misafir olduktan sonra Erzurum, Erzincan ta Malazgirt’e kadar yolculuğumuz devam etti. Artık Malazgirtli Nihat Bey ev sahibimizdi. Dayısı Ali Bey’in evinde misafir etti bizi. Orada bütün akrabalarına Risale-i Nur’u anlatıp bu tarihî kazada bütün dostlarımızı ziyaret ettik. Sonra Van’a döndük. Çok maceralı ve istifadeli bir seyahat olmuştu.

TERÖR BELASINDAN KURTULMANIN ALTIN FORMÜLÜ

Hizmetle alakalı yaşadığınız başka hadiseler var mı?

Tarih 25 Kasım 1965... Van’daki evimdeyim. Telefonum bütün şiddetiyle çalmaya başladı. Sanki uğursuz bir haber verecekti. Ahizeyi elime aldım. Erciş’ten aranıyordum. Öğretmen İsmail Nurpolat’ın bir tertip neticesinde nezarete alındığını, Erciş halkının bu zulme karşı şahlandığını, topluca bunu protesto ettiklerini öğrendim. Derhal kalkıp Erciş’e gittim.

Baktım bütün şehir ayakta... Üç bin kişi emniyet komiserliğinin etrafını sarmış. “Biz de Hz. Muhammed’in izindeyiz. Öğretmenimizi isteriz” diye haykırıyorlardı. Topluluğa hitap ederek sakin olmalarını, herhangi bir taşkınlık yapmamalarını, bu memlekette âdil hâkimlerin bulunduğunu söyleyerek teskin etmeye çalıştım. Sonunda sükûnet buldular.

Mesele şuydu: Erciş Ortaokulu’nda öğretmenlik yapan İsmail Nurpolat, talebelerine, “Peygamberin İzindeyiz” şiirini yazdırıp ezberlemelerini söylemiş. Bir kız çocuğun memur olan velisi, buna tahammül edemeyerek öğretmeni karakola şikâyet etmiş. İsmail Nurpolat, Ercişlilerin bütün infial ve gayretlerine rağmen Erciş savcısı, kaymakamı ve jandarma komutanının işbirliğiyle tevkif edildi. İster istemez şöyle düşündüm: Kafkasya asıllı olan Öğretmen İsmail Nurpolat’ın ecdadı, Rus emperyalizminden kaçıp dinlerini, inançlarını daha iyi yaşayabilmek için, çileli ve uzun bir hicreti göze almışlardı. Acaba geriye bırakacakları evlat ve torunlarının bir gün dinlerini yaşamak uğruna bu hallere duçar olacaklarını düşünmüşler miydi?

Bu tezat ve çarpıklığı anlamak mümkün değildi. Şark insanının fıtratını okuyamayan veya inadına okumak istemeyen bu zihniyet, senelerce önceden Bediüzzaman Hazretleri tarafından, kitaplarında, belki de yüzlerce yerde şöyle ikaz ediliyordu:

“Ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garpta gelmesi gösteriyor ki, şarkın terakkiyatı din ile kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk ol­mayan Müslümanlar, Türk’e hakiki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi bu ka­dar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız.” (Tarihçe-i Hayatı, Söz Bas. Yay., s. 181.)

İşte terör belasını araştırmak isteyen sosyologlara ithaf olunur. Altın formül burada...

Neyse... İsmail Öğretmen’in validesi oğlunun bir cani, bir ırz düşmanı gibi tutuklanmasından sonra, ana yüreği dayanamamış ve beni istemişti. Kendisiyle Risale-i Nur’dan aldığım ders ve telkinlerin ışığında uzunca konuştum. Kısmen rahatlamıştı.

Bu teyzeden daha evvel, Tatvan’daki evinin bitişiğindeki arsayı, dershane yapmak için istemiştim. Kendisinden ilk defa arsayı istediğim zaman, Tatvan’ın etrafındaki dağları göstererek, “Dersinizi oralarda yapın” demişti. Ben de, “O dağlarda bu dersleri kurtlara mı okuyacağız?” demiştim. Bu hadise vesilesiyle teklifimi tekrar ettim. Fakat “Evimin yanında dershane yaparsanız, oğlumu tutarlar, tevkif ederler, başına tekrar bela gelir” dedi ve arsayı vermek istemedi. Ben kendisine, asıl bela ve musibetin imansızlık ve dinsizlik olduğunu, bizim başımıza gelenlerinse hakikatte ibadet ve sevaplı bir mükâfat olduğunu anlatmaya çalışıyordum. Ama o, biricik oğluna ziyade şefkati yüzünden arsayı veremiyordu. Fecir zamanına kadar oturduk.

Bir ara dışarı çıktı. Ellerini kaldırıp “Ya Rabbi! Oğluma yanlış şefkat ederek, senin rızan için hizmet eden bu insanlara mani olmak istemem. Oğlum da senin yoluna kurban olsun” diyerek niyazda bulunmuş. İçeri girdi ve “İstediğiniz arsayı size veriyorum” dedi.

Bir buçuk ay içinde bu arsaya bir dershane yaptık ve açtık. Tatvan’da ekilen Nur tohumları neşv-ü nema bulmaya devam ediyordu. Bu musibete maruz kalan İsmail Öğretmen’e, İstanbullu hamiyetli bir tüccar bir miktar para gönderiyor. Bakıyor ki para geri iade edilmiş. Tüccar bunu bir türlü anlayamıyor ve Av. Bekir Berk’in yazıhanesine geliyor. Bekir Bey de ihlâs ve istiğna düsturlarını izah edip onu tatmin ediyor.

İsmail Öğretmen cezaevinde iki aya yakın kaldı. Neticede davayı üstlenen Av. Bekir Berk’in de hazır bulunduğu ilk duruşmada, 29 Ocak 1966 tarihinde İsmail Nurpolat tahliye edildi. Bu dava ve tahliye vesilesiyle Erciş’te bir bayram havası olmuştu. Her celsede civar kasaba ve köylerden, çok kalabalık gruplar mahkemeye gelip iştirak ediyorlar, İsmail Öğretmen’e sahip çıkıyorlardı. Ve böylelikle Risale-i Nur ilan edilmiş oluyordu.

ADİLCEVAZ’DA ÖĞRETMEN AHMET KARA’NIN DAVASI

23 Şubat 1966... Her zaman olduğu gibi Van dershanemizde kardeşlerle Nur risalelerini mütalaa ediyorduk. Yine elem verici tatsız bir haber geldi.

Adicevaz Ortaokulu Matematik Öğretmeni Ahmet Kara tevkif edilmiş. Adilcevaz Savcısı bana da haber salıp “Sakın gelmesin onu da tevkif ederim” demiş. Arkadaşlar, gitme deseler de hemen Adilcevaz’a gittim.

Hadise şu: Solculuğu ile maruf Adilcevaz Ortaokul Müdürü Ramazan Hamarat, sınıflarda çocuklara mezkûr Risale-i Nur ve Bediüzzaman aleyhinde yazdırılmış broşürleri okuyor. Kur’an’a çöl kanunu gibi ithamlarda bulunup dinsizlik yapıyor. Talebeler de bitmeyen bu propagandaların aslını hocaları Ahmet Kara’ya sorarlar. Müspet manada talebelerini aydınlatır Öğretmen Ahmet Kara. Gayretinin boşa gideceğini düşünen Müdür, Ahmet Kara’yı odasına çağırır. Öğrencilere dini telkinat yapmamasını ve malum broşürleri sınıflarda okumasını amirane ister. Ahmet Kara büyük bir cesaretle reddeder ve kapıyı müdürün yüzüne çarparak odadan ayrılır.

Tertip, plan işletilmeye devam eder. Müdür düzmece isnatlarla Adilcevaz Emniyeti’ne Ahmet Kara’yı şikâyet eder. Hızlı bir solcu olan, benim de iyi tanıdığım İlçe Milli Eğitim Müdürü de savcıya telkinatta bulunarak destekler. Savcı Ahmet Kara’nın evinin aranmasına karar verir ve tevkif eder. İşte masum ve mazlum Öğretmen Ahmet Kara, etrafı adeta din düşmanları tarafından sarılmış vaziyette kendini bir anda hapishanede buluverir. Adilcevaz’ın dindar halkı bu olaydan çok müteessir olmuş ve medenice infial göstermişlerdir. Ahmet Kara bir ay mevkuf kaldıktan sonra, yapılan ilk duruşmada tahliye edilmiş ve vazifesine iade edilmiştir. Ama ne yazık ki o kış kıyamet günü, Erzurum’un Şenkaya ilçesine sürgün gitme durumunda bırakılmıştı. Neticede beraat etmiştir.

7 KİŞİYE 7 AY HAPİS

Van şehrinde, bizim Risale-i Nur’u tanıdığımız 1967 yılında bir hapishane hatıranız daha var. Onu da anlatır mısınız?

(1967 Van Mevlidi mazlumu yedi kişi. (Ayaktakiler-soldan) Av. Gültekin Sarıgül, Bahaddin Gürsoy, Selahaddin Akyıl, Rahmi Erdem, Erol Kuralkan
(Oturanlar) Mustafa Ateşmen, Müştak Zernekli.)

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Van şehrinde yirmi sene ikamet etmiş ve ders vermiştir. Orada onun çok yakın talebeleri vardır. İşte onun hatıralarını anmak ve aziz ruhunu tesid etmek için, 1967 senesinde Vanlı kardeşlerimizle istişare ederek, mevlid-i şerif okutmaya karar verdik. Bunun gelenek haline de gelmesini istiyorduk. Böyle anma toplantılarının bilhassa Van’da yapılmasıyla, doğulusu ve batılısı ile içtimai bir kaynaşmaya vesile olacağına ve bu memleket insanının birlik ve beraberliğine hizmet edeceğine inanıyorduk.

İşte bu güzel duygularla 7 Ağustos 1967 tarihinde, Van’da mevlit okutulacağını gazetelerde ilan ettik. Türkiye’nin her tarafından akın akın insanlar gelmeye başladılar. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’ni tanıyan, onun eşsiz Risale-i Nur eserleriyle imanlarını kurtaran veya kuvvetlendiren binlerce insan, Erek Dağı eteklerinde kurulmuş Çoravanis (Kavuncu) köyünün camisinde toplandılar. Camide okunan Kur’an-ı Kerim, salâvat-ı şerife, mevlid-i şerif ve Nur derslerini huşû ve huzû içinde dinlemeye başladılar.

Namazlar kılındı, yemekler yendi. Sonra Av. Gültekin Sarıgül bir veda konuşması yaptı. Her şey tamamlandı. Herkes huzur ve neşe içinde dağılmaya başladı.

(Soldan) Gültekin Sarıgül, Bahaddin Gürsoy, Rahmi Erdem ve Erol Kuralkan, Van hapishanesinden adliyeye götürülürken (1967)

Derken birden ortalık karışıverdi. Polis tarafından yollar kesildi. Yabancı kim varsa emniyette nezarete alınmaya başlandı. Şehir bir anda karıştı. Vanlılar şaşkın, küskün, dargın ve mahcup... Zira misafirlerine yapılan zulüm onlar için bir hakaretti. Hadiseyi tertipleyen ve tezgâhlayan Komiser Mahmut Babadağlı idi. Bu zat Konya’da yıllarca Nur talebelerine kan kusturmuş, bu davanın amansız bir düşmanıydı. Konya’da âdil ve hakperest Ağır Ceza Reisi Cevdet Can ve arkadaşlarının verdiği beraat kararıyla muradına erememiş ve oradan Van’a sürgün edilmişti. Hâlbuki böyle vatandaşına zulmeden zalimlerin cezası sürgün değil, başka türlü olmalıydı. Konya’dan Van’a göndermek, “zulmüne orada devam et” demekti. Bu yanlış ve çarpık bir devlet politikasıydı.

Komiser Mahmut Babadağlı, misafirlerin işini bitirdikten sonra dershanemize baskın yaptı. Elinde arama emri olmadığı halde cebren taharri yaptı ve beni de alıp götürdü.

Av. Gültekin Sarıgül, Selahaddin Akyıl, Erol Kuralkan, Bahaddin Gürsoy, Mustafa Ateşmen, Müştak Zernekli ve ben, doğruca cezaevine gönderildik. Tam yedi kişi, yedi ay sürecek çilemiz başlıyordu. Artık perde kapanmıştı.

Van’da estirilen bu terörü, Mustafa Polat, zamanın İçişleri Bakanı Faruk Sükan’a telefonla iletiyor ve ondan “Sana mı inanayım, teşkilata mı?” diye azarlanarak bir cevap alıyor. Bu inançsız kadrolara güvenmek, bu memlekete çok pahalıya mal olmuştu. Toplumun huzuru maalesef Mahmut Babadağlı gibilere bırakılmıştı...

KİMDEN KİME ŞEKVA EDELİM?

Cezaevine girdik... Bu benim için üçüncü oluyordu.

Namazımız gecikmişti, önce cemaatle namazımızı kıldık. Merhum Erol Kuralkan, aynı zamanda güzel sesli bir hafız olan Av. Gültekin Bey’e “Gültekin Bey, bir Kur’an oku da elemimizi giderelim” dedi. Gültekin Bey güzel bir aşır okudu. Sonra koğuşlara dağıldık.

(1967 Van Mevlidi davası, o zamanki basının gündeminden aylarca düşmedi.)

Başımıza gelenler olacak şeyler değildi. Müslüman Türkiye’de bu olan bitenleri anlamak, izah etmek güçtü. Zaten kimse de bu akla ziyan çarpık hadiselere sahip çıkmıyordu.

Bu mevlid hadisesi, Türkiye’de çok derin tesirler meydana getirdi. O zamanki İslamî gazetelerde günlerce manşetlerden inmedi. 8 Ağustos 1967 tarihli Bugün gazetesi hadiseyi şu başlıkla verdi:

“Bediüzzaman Said Nursî’nin ruhu için tertiplenen Mevlid dün basıldı. Van’da bir avukatla sekiz Müslüman tevkif edildi. Bir baş komiser şehrin giriş ve çıkış yollarını kontrol altına aldı. Emniyet müdürü şikâyet edildi.”

16 Ağustos 1967 tarihli Sabah gazetesi de haberi şu başlıkla verdi:

“Van’da Müslümanların tevkifi infial uyandırdı. Hadiseyi protesto eden M.T.T.B. Genel Başkanı İsmail Kahraman, Van’a gitti.” (M.T.T.B.: Milli Türk Talebe Birliği)

Başta merhum Mustafa Polat tarafından olmak üzere çok sayıda makaleler yazıldı, yorumlar yapıldı, protestolar edildi. Bütün bu protestolar, tepkiler, şikâyetler bu zulmü durduramıyor, biz de çilemizi çekmeye devam ediyorduk. Demek ki yiyecek rızkımız buradaymış.

Bu arada hapishanede çok güzel hizmetler başladı. Her gün bir koğuşa derse gidiyorduk. Buradaki insanların hepsinin ayrı ayrı hususi dünyaları vardı. Bütün mahkûmlar bize büyük alaka gösteriyorlar, okuduğumuz eserleri can kulağıyla dinliyorlardı.

Av. Gültekin Sarıgül’ün imameti arkasında cemaatle namazlarımızı kılıyor, Kur’an ve Risale-i Nur’la meşguliyet bizlere teselli veriyordu. Zaman zaman bizi mahkûm eden kadın sorgu hâkimesi gardiyanlara sorarmış: “Daha namaz kılıyorlar mı? Ezan okuyorlar mı?” “Evet” cevabını alınca “Biraz daha kalsınlar” diye kin ve gayzını kusmakta kusur etmiyordu. Bizi tevkif eden savcı da bu hâkime kadının kocası... Nezarete alan komiser sürgün, tevkif eden savcı ve hâkim, karı-koca ve Bakan Bey de onların arkasındaysa kimden kime şekva edelim? Bu nasıl bir hukuk anlayışıdır, bilinmez.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Nur Talebeleri Haberleri