Peygamberimizle doğan medeniyet ve kuvvetler arasında işleyen nezaket!

Vehbi KARAKAŞ

Süleyman Çelebi:

“Doğdu ol saatte ol Sultan-ı Din/ Nura gark oldu semavat u zemin!” demiş.

Biz de bunu şöyle tercüme ediyoruz:

Dinin sultanı Muhammed doğdu/ Yerler ve gökler nura boğuldu.

Tarih 20 Nisan 571’i gösteriyordu. Rebiülevvel ayının pazartesi gecesi sabaha doğru Fahr-ı Alem dünyaya geliyordu.

Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır/ Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.

Bu gelen aşkına devreyler felek/ Yüzüne müştâktır ins, cin ve melek.

O dünyaya gelir gelmez Kısra’nın sarayının şerefeleri yıkıldı. Mecusilerin bin yıldır yaktıkları ve taptıkları ateşleri birden sönüverdi. Kâbe’deki putlar yüzüstü yere serildi. Save gölü kurudu. Suyu kurumuş semave deresi su ile doldu, taştı.

Çünkü kâinatın yaratıldığı günden bu tarafa beklediği Ahmed’i, Mahmud’u, Hamid’i ve Muhammed’i doğmuştu. Aslında sönen, değişen, yıkılan ve yok olan batıl zihniyetler, batıl itikatlar ve batıl hayat tarzlarıydı. Çünkü hak gelmişti. Hak gelince batıla yer kalmaz. Güneş doğmuştu. Güneş doğunca karanlık varlığını sürdüremez.

Anası Onu dünyaya getirirken asla doğum sancıları çekmedi. Yaratılıştan sünnetli ve göbeği kesikti. Melekler tarafından yıkanmıştı. Sırtında, iki omuzu arasında peygamberlik mührü vardı.

Yetimdi. Dünyaya gelmeden babasını, 6 yaşında annesini ve 8 yaşında da dedesini kaybetti. Allah tutunacağı sebepleri birer birer ortadan kaldırıyordu. Tâ ki Allah’tan başka sığınacağı tek bir merci’ ve melce’ kalmasın.  Şükran borçlu olacağı tek bir nokta kalsın o da: Allah! Allah kuluna yeter. Yeter ki kul kulluğunu yapsın. “Hiç Allah kuluna yetmez mi?” diyen Allah cevabını da yine kendisi veriyor: “Kim Allah’a dayanır ve güvenirse Allah ona yeter.”

Buna som ihlas, katıksız ihlas denir. İhlas ve samimiyet Hz. Muhammed (sav) Efendimizin dininin ruhuydu, kitabının mesajıydı, namazının özüydü. İhlası olmayan hiçbir amel, Allah katında makbul değildir. Ne hayır, ne hasenat, ne taat ve ne de ibadet!

İslam’da sebeplerin yeri vardır. Ama asl olan, doğru olan sebeplerin arkasında da yine  Müsebbibülesbab’ı, yani sebepleri yaratanı, nimetlerin arkasında nimetleri vereni görmektir.

 Peygamberimizin Süt annesi Halime oldu. Bir süt annesi de Süveybe idi. Hz. Hamza da Süveybe’den süt emmişti. Peygamberimizin amcası Hz. Hamza aynı zamanda Peygamberimizin süt kardeşi idi.

Peygamberimizin Halime’nin evine gelişiyle bereket de beraber geldi. Halime’nin zayıflıktan yürüyemeyen eşeği kervanın en hızlı yürüyen hayvanı oldu. Devesinin sütü bütün aileyi besleyecek hale geldi. Otlak doyurucu olmadığı için başkalarının hayvanları doymadan eve dönerken, Halime’nin koyun ve keçileri doymuş olarak eve dönüyordu.

Halime’nin süt emen bir başka çocuğu vardı. Bunun için Peygamberimiz, Halime’nin ısrarına rağmen ikinci memeyi asla emmiyordu.

Yitiği olanlar ona müracaat ediyordu, o da buluyordu.

Emindi. Herkes emanetini ona teslim ediyordu.

Çobanlık ta yaptı. Dedesinden sonra himayesine girdiği amcası Ebu Talib’in bütçesine katkı da bulundu.

Hakemlik yaptı, ihtilafları çözdü. Kabile savaşlarını ve kan davalarını bitirdi. Herkesin Adem’den, Adem’in de topraktan olduğunu, kimsenin kimseye üstünlüğünün olmadığını, üstünlüğün ancak takvada olduğunu söyledi. Kâinattaki bütün varlıkların ve Müminlerin kardeş olduğunu ilan etti.

Dedesi Abdulmuttalip onun hürmetine Allah’tan yağmur istedi. Allah da anında yağmur indirdi.

Amcası Ebu Talip, ona özel sofralar kurduttu. Çünkü çocukları kalabalıktı. Peygamberimiz elini uzatmadan sofrada ne varsa hepsini bir anda kapışıyorlardı.

Amcasının hanımı vefat edince çok üzüldü, ağladı.

-Niçin ağlıyorsun, dediler.

-Nasıl ağlamayayım. Ben onun yanına yetim bir çocuk olarak sığınmışken o, çocuklarını aç bırakır, beni doyururdu. Benim saçlarımı taramadan onların saçını taramazdı. O benim anam gibiydi.

Peygamberimizin sireti ve sureti güzeldi. Eşi hatice’sini el üstünde tutuyordu. Şahsına yapılan kötülükleri unutur ama, iyilikleri asla unutmazdı.

Onun dünyasında bütün insanlar izzetli ve onurluydu. Onun dünyasında mümin bir insanın onuru Kâbe’den de üstündü. Kimseyi küçük görmez, onur kırıcı davranışlara asla tenezzül etmezdi. Efendimizin yanında büyüyen Enes diyor ki: “Yıllarca yanında kaldım da beni bir kere dahi olsun azarlamadı!”

Zeyd bin Hârise (d. 575 ö. 629), Peygamberimizin azatlı kölesi ve evlatlığı idi. Yemen'de doğdu. Sekiz yaşında ailesinin yanından kaçırılarak Mekke'ye götürüldü ve burada köle olarak satıldı. Hakim bin Hizam onu alarak halası Hatice'ye hediye etti. Hatice validemiz de onu Peygamberimize hediye etti.

Yıllar sonra Zeyd bin Harise'nin izine ulaşan ailesi, onu geri almak istedi. Peygamberimizin kendisine, dilediği gibi davranmasını söylemesine rağmen Zeyd, Peygamberimizin yanından ayrılmak istemedi.

Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına katıldı. Bizans Ordusu'yla yapılan Mute Savaşı'nda İslam Ordusu'nun komutanı olarak görevlendirildi.

Mute Savaşı'nda şehit edildi. Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz, şehit edilişini sahabeye gözyaşları içinde bildirdi ve  Zeyd’e dua etti.

Peygamberimiz, Zeyd’in oğlu Üsame’ye de çok sevgi ve şefkat gösterdi. Bir dizine torunu Hasan’ı, bir dizine Üsame’yi oturtur, onları kafa kafaya getirerek bağrına basar, “Allahım ben bunlara merhamet ediyorum, sen de merhamet eyle!” derdi.

Huneyn'de müslümanlar mağlûp olduğunda Peygamberimiz, Üsâme ve altı sahâbî ile birlikte olduğu yerde kalmıştı. Rasûlüllah (s.a.v.) bu kahraman ve imanlı küçük toplulukla ashabının yenilgisini zafere çevirmeye, müşrikler öldürür diye korkup kaçan Müslümanları durdurmaya muvaffak olmuştu.

Mû'te'de yaşı onsekizin altında olmakla beraber Üsâme, babası Zeyd İbn-i Harîse'nin sancağı altında savaştı. Babasının yere yıkılışını gözleriyle gördü. Metanetinden hiç birşey kaybetmedi.

Üsâme, babası için Allah'tan ecir dileyerek, pâk cesedini Suriye hududunda bırakıp, onun üzerinde şehîd düştüğü atına binerek Medine'ye döndü.

Hicretin 11. yılında, Rasûiüllah (s.a.v.] Bizanslılarla harbetmek için bir ordu hazırlanmasını emretti. O ordunun içinde Ebû Bekr, Ömer, Sa'd İbn-i Ebî Vakkas, Ebû Ubeyde İbnu'l-Cerrah ve diğer büyük sahabîleri vardı.

Üsâme'yi de henüz yaşı yirmiyi geçmediği halde, bu orduya komutan tayin etti. Ona, atlarla Belka sınırlarına ve Bizans ülkesinden Gazze'nin yakınındaki Darum kalesine ayak basmalarını emretti.

O günün anlayışına göre bir köle çocuğunun komutan olması mümkün değildi. Ama Peygamberimiz işte bu aşağılık bakış açısını yıkmak istiyordu. İnsanlar yalnız Allah’a kul olmalıydı. İnsanın insana kul ve köle olması onun getirdiği dinin esasları arasında yoktu.

Ordu hazırlandığı sırada Rasûlullah (s.a.v.) hastalandı. Hastalığı artınca, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) durumunun açığa kavuşmasını bekleyerek ordu hareket etmekten vazgeçti.

Üsâme şöyle anlatır:

-Peygamber'în hastalığı artınca, yanına gitmiştim. Benimle birlikte başkaları da vardı. Yanına girdiğimde, hastalığın şiddetinden susmuş olduğunu ve konuşmadığını gördüm. Rasûiüllah (s.a.v.) elini semaya kaldırdı, sonra benim üzerime koydu. Anladım ki, benim için duâ ediyordu.

Çok geçmedi, Rasûlullah (s.a.v.) hayattan ayrıldı. Ebû Bekr'e biat edildi. Ebû Bekir, Üsâme'nîn hareket etmesini emretti. Ancak Ensar'dan.bir grup Üsâme'nin hemen hareket etmemesi görüşünü ileri sürdü. Ömer İbnu'I-Hattab'ın bu konuda Ebû Bekir'le konuşmasını isteyerek şöyle dediler:

-Hemen bizim tarafımızdan ona ulaştır: Bu işe, yaşı Üsâme'den daha büyük birisini tayin etsin. Ebû Bekir, Ömer'den Ensar'ın görüşünü duyar duymaz oturuyordu. Birden yerinden fırladı ve Ömer'in sakalından tutup hiddetle:

-Ey Hattab oğlu! Onu Rasûlüllah (s.a.v.) tayin etti ve sen benden almamı mı istiyorsun. Vallahi böyle bir şey olamaz, dedi.

Ömer halkın yanına dönünce ona ne yaptığını sordular. O da şöyle cevap verdi:

Çekilin başımdan, sizin yüzünüzden Rasûlüllah'ın (s.a.v.} halifesinden azar işittim».                                                          

"Ordu, genç komutanın idaresi altında hareket ettiğinde hayvan üzerindeki Üsâme'yi Rasûlullah'ın (s.a.v.) halifesi yaya olarak uğurladı. Üsâme ona şöyle dedi:

-Ey Rasûlüllah'ın (s.a.v.) halifesi! Vallahi ya sen hayvana bineceksin, ya da ben ineceğim. Ebû Bekir şöyle cevap verdi:

-Vallahi, ne sen ineceksin, ne de ben hayvana bineceğim. Allah yolunda bir müddet ayaklarım tozlansa ne çıkar? Daha sonra şunları söyledi:

-Dinini, üzerine aldığın emânetini ve işinin sonuçlarını Allah'a havale ediyorum. Sana Rasûlüllah'ın (s.a.v.) emrettiğini yerine getirmeni tavsiye ediyorum». Kulağına eğilip:

-Eğer bana Ömer'in yardım etmesini uygun görürsen, ona benim yanımda kalması için izin ver, dedi. Bunun üzerine Üsâme, Ömer'in kalmasına müsâade etti.

Devletin başkanı, birisi için ordu komutanından izin istiyor. Nezakete bakın. Kuvvetler arasında işleyen hürmete, muhabbete ve dengeye bakın!

Üsâme İbn-i Zeyd orduyla yola çıktı. Rasûlüllah'ın (s.a.v.) kendisine emrettiği her şeyi yerine getirdi. Müslümanların atlarını Belka sınırlarına ve Filistin'deki Darum kalesine sürdü. Böylece Üsame, Müslümanların kalplerinden Bizans korkusunu silip attı. Suriye'yi, Mısır'ı ve Atlas okyanusuna kadar bütün Kuzey Afrika'yı feth etmek için yollları açmış oldu. Bu seferden büyük ganimetler elde ederek Medine’ye döndü.

571’de dünyaya gelen sadece Hz. Muammed (sav) Efendimiz değildi. Aynı tarihte, Peygamberimizle beraber gerçek insanlık ve gerçek medeniyet de doğmuştu. Ne mutlu o insanlığı ve o medeniyeti görenlere ve ne mutlu o insanlık ve medeniyetten pay alanlara! 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.