ŞAKALAŞMA
İbn Abbâs’tan (r.a) rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
“(Din) kardeşinle yersiz münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona verdiğin sözden cayma!”[1].
AÇIKLAMA
Hadisin tercümesinde geçen “yersiz münakaşa” tabiri, orijinal metnindeki “mirâ’, mümârât” kelimesine tekabül eder. Çünkü mirâ kelimesinde, itikâdî, amelî veya ictimâî-ahlâkî bahislerde inat ve ısrarla haksız olarak sürdürülmek istenen münakaşa/münazara ve çekişme/niza mânası mevcuttur.
Hadis metninde geçen mizâh ise şakalaşmak, şaka, latife, eğlence mânasına gelir. Meydana gelen sosyal ve siyasî gelişmelerin komik ve gülünç taraflarını ortaya koymayı hedefleyen sanat türü de mizah adını alır.
Rasûl-i Ekrem’in Medine’de Ebu’d-Derdâ ile kardeşlik bağı (muâhât) kurduğu ve Yezîd b. Muâviye kumandasında gerçekleştirilen İstanbul seferine iştirak eden Avf b. Mâlik (v. 73/692), latife yapmayı seven bir sahâbîdir. Bizzat kendisi anlatıyor:
Tebük Gazvesi’nde Rasûlullah’ı (s.a) küçük deri çadırında ziyaret ettim. O’na selam verdim, selamımı aldı ve:
-Gir, buyurdu. Ben (çadırın küçük olmasından ötürü):
-Bütün vücudumla mı gireyim, yâ Rasûlallah? diye sordum: O’da:
-Bütün vücudunla gir, buyurdu. Bunun üzerine ben de içeri girdim[2].
Sahâbe neslinden bir başka şakalaşma örneği Kays b. Sa’d (v. 60/679) hakkındadır:
Mısır’ın fethine iştirak eden ve Hz. Ali’nin hilafeti döneminde yıllarında orada vali olarak bulunan (hicrî 36-37) Kays b. Sa’d köseydi; yüzünde ne bir kıl ne de sakal vardı. Bundan dolayı Ensâr, “Kays b. Sa’d için bir sakal satın alsak!” diye aralarında latife ederlerdi.
Enes b. Mâlik (v. 93/711) Rasûl-i Ekrem’in, henüz ilköğretim çağına erişmemiş küçük kardeşine künye ile hitap ederek onunla şakalaştığını, oynayıp eğlendiği minik bir serçenin ölmesi üzerine her karşılaşmada tebessüm ederek ona espri yaptığını şöyle anlatır:
“Peygamber (s.a), en güzel ahlâka sahip idi. Benim Ebû Umeyr adında bir kardeşim vardı, zannederim o sütten kesilmişti. Peygamber (s.a) bize geldiği zaman ‘Ey Ebû Umeyr, ne yaptı nuğayr!’ derdi. Nuğayr (nuğar) kardeşimin oynayıp durduğu minik bir serçe idi”[3].
Yaşlı bir kadın Peygamber’in (s.a) yanına gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü, beni cennete koyması için Allah’a duâ et!” dedi. Peygamber (s.a) ona “Yaşlı kadın cennete giremez!” deyince, (latifeyi farkedemeyen) kadın üzülüp ağladı. Bunun üzerine Peygamber (s.a), “Ona haber verin, yaşlı olarak cennete girmez. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Şüphesiz biz onları yepyeni bir hayatta tekrar var etmiş olacağız ve onları sevgi dolu, uyumlu bakire eşler olarak yaratacağız”[4].
Rasûl-i Ekrem’in ve ashâb-ı kirâmın yukarıdaki söz, hareket ve davranışları, meşru ve makul çerçevede yapılan ölçülü şakalaşmaların mümkün olduğunu gösterir.
Ne var ki, latifelerin kıymeti latif olmasıyla ölçülür. Aslı olmayan komik ve yalan sözlerle, vakarı yok eden yüz kızartıcı konuşmalarla veya müstehcen fıkralarla muhatapları dinlendirme veya eğlendirme düşüncesi, İslâm ahlâkıyla bağdaşamaz, bağdaşmamaktadır. Çünkü sınırı aşan ve aşırıya kaçan mizâh anlayışı kahkaha ile çok gülmeyi beraberinde getirir. Çok gülmek ise insanın gönül dünyasını zayıflattığı gibi, vakarını da yok eder. Nitekim şu hadis, bu noktaya ışık tutan uyarılardan birisidir:
“Yazıklar olsun, topluluğu güldürmek için konuşup yalan söyleyen kimseye, yazıklar olsun, yazıklar olsun!”[5].
Abdullah İbn Abbâs’ın, “Gülerek bir günah işleyen kimse, ağlayarak cehenneme girer”[6] sözü veya “Biliyor musunuz, mizâh neden dolayı mizâh adını aldı?” suâline “hayır, bilmiyoruz!” cevabını alan Hz. Ömer’in, “Çünkü mizâh, sahibini haktan (doğrudan ve gerçekten) uzaklaştırmaktadır” (li ennehû ezâha sâhıbehû ani’l-hakk)[7] şeklindeki açıklaması da aynı çerçevede düşünülmelidir.
Rasûl-i Ekrem, “Sen bizimle şakalaşıyorsun!” diyenlere, “(Evet ama) ben sadece hakkı ve doğruyu söylüyorum”[8] diye cevap verir. Rasûl-i Ekrem ile bazı sahâbîler arasında geçen bu konuşmanın, bahse konu edilen “(Din) kardeşinle yersiz münakaşa etme, onun hoşuna gitmeyecek şakalar yapma ve ona yerine getirmeyeceğin bir vaadde bulunma!” hadisi üzerine yapıldığı anlaşılmaktadır.
Bu demektir ki, sünnetin tasvip ettiği şakalaşmanın temelinde doğru ve tatlı konuşarak insanın ruh ve gönül dünyasını dinlendirme düşüncesi vardır. “Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenler yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur” şeklinde Hz. Ali’ye nisbet edilen sözün vurgusu bu noktaya olmalıdır.
Aslında insanın psikolojik anlamda ruh ve gönül dünyasının dinlenmesi, fizik olarak bedeninin dinlenmesi ve yenilenmesi demektir. Nitekim Muhammed b. Ali el-Kettânî (v. 322/934), latife, kıssa ve hikayelerin ne gibi faydalar sağladığı suâline şu cevabı verir:
“Bunlar, Allah’ın ordularından bir ordudur ki, onlarla müritlerin (kulların) bedenlerini kuvvetli kılar”. O, verdiği bu cevabın delilinin olup olmadığı kendisine sorulduğunda ise şöyle der: “Evet, bunun delili Allah Teâlâ’nın şu beyanıdır: Böylece, peygamberlerin haberlerinden senin yüreğini güçlendirecek/pekiştirecek her şeyi sana anlatıyoruz”[9].
Mizahın, hiçbir zaman asıl gaye değil, mubah ve meşru bir vasıta olarak görülmesi gerekir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu tesbiti, bu noktaya işaret etmesi bakımından kayda değer nitelik taşır:
“Mizah, meslek olmamak şartıyla güzeldir. Onu her şeyin yerine koyduğunuz zaman, kâinat bir sırıtmadan ibaret kalır”.
“Latîf olsa latîfe hoştur elbet,
Velâkin hâriç olmaya edepten”
***
[1] Tirmizî, Birr, 58. Tirmizî, hadisin isnâdının hasen-garîb (ferd) olduğunu söyler.
[2] Ebû Dâvud, Edeb, 84.
[3] Buhârî, Edeb, 112; Tirmizî, Birr, 57. Künye, yukarıdaki “Ubû Umeyr” (Umeyr’in babası) misalinde olduğu gibi, eb (baba), ümm (ana), ibn (oğul), bint (kız) gibi kelimelerle başlayan, ayırdedici özel isim demektir.
[4] Tirmizî, eş-Şemâil el-Muhammediyye, s. 117-118; Gazzâlî, İhyâ, III, 184. Âyet için bkz. Vâkıa 56/35-37. Hasan Basrî’den hadisi mürsel olarak tahriç ettiğini söyleyen Irâkî, İbnü’l-Cevzî’nin el-Vefâ’da zayıf senedle Enes’den müsned olarak rivâyet ettiğini belirtir.
[5] Ebû Dâvud, Edeb, 80.
[6] Gazzâlî, İhyâ, III, 183.
[7] Gazzâlî, a.g.e., III, 183.
[8] Tirmizî, Birr, 57.
[9] Hatîb, Târîhu Bağdâd, III, 74-75. Âyet için bkz. Hûd 11/120
haber7