Ömer in sürpriz gelişi mi?

Metin KARABAŞOĞLU

Asr-ı Saadet üzerine yazılan hemen her kitap, Hz. Ömer’in İslâm’ı seçtiği günü, İslâm’ın tarihinde kritik bir dönemeç olarak işaretler. İslâm’ın 6. yılında gerçekleşen bu olaydan sonradır ki, mü’minler imanlarını Mekke’nin müşriklerine karşı açıkça dile getirir duruma gelmişlerdir. Nitekim, mü’minlerin imanlarını ikrar ederek ibadet için Kâbe’ye yöneldikleri gün, işte o gündür. Kaderin bir garip cilvesi ki, daha az önce İslâm’ı seçen Ömer’le birlikte Kâbe’ye geldikleri o günde Hz. Peygamber’in müşriklerden, özellikle de ‘zamanın firavunu’ Ebu Cehil’den gördüğü muamele, Kureyş müşriklerinin yaşayacağı Ömer’in İslâm’a gelişi kadar büyük ikinci bir acının da tetikleyicisidir. Bu muameleyi haber aldığında, aslan avcısı Hamza gelip Kâbe’nin önünde Ebu Cehil’e haddini bildirecek, sonra ‘kendisinin de İslâm’ı seçtiği’ haberini müthiş bir hicran yarası olarak kalblerine mıhlayacaktır.

Ömer’in İslâm’a gelişi, hakikat-ı halde, bir ‘sürpriz’ gibidir. Nitekim, onunla aynı kabileden bir sahabi, hanımının dile getirdiği ‘Ömer’in de inşaallah bir gün İslâm’a gireceği’ ümidine, “Hattab’ın eşeği Müslüman olursa, belki Hattab’ın oğlu da müslüman olur” diye itiraz etmiştir. Ömer, Mekkeliler içinde İslâm’a karşı en şedit isimlerden biridir. Zaten, o muhteşem günde İslâm’a uzanan yolculuğu, gerçekte ‘İslâm’ın kökünü kazıma’ gayretiyle başlamıştır.

Muhtemelen hepimizin hatırında olmakla birlikte, az sonra irdelemek üzere, hadiseyi bir kez daha hatırlayalım.

Hz. Muhammed’e gelen vahiyle birlikte, Mekke’de artık iki din vardır: bir tarafta Mekke müşriklerinin ‘atalarının dini,’ yani takip ediyor oldukları putperestlik; öte yanda Hz. Peygamber’in elçisi olduğu saf tevhid dini olarak İslâm.

Açıkçası, ortada, ‘din’i ve ‘hakikat’i temsil ettiği iddiasında olan; ve biri diğerinin tam aksi şeyler sözleyen iki ‘din’ vardır. Eskilerin tabiriyle ‘cem-i zıddeyn muhal’ olduğuna, yani iki zıddın biraraya gelmesi imkânsız bulunduğuna göre; gerçeği gerçekten temsil eden, bu iki dinden ya biri, yahut diğeridir. İşte Ömer’e göre, atalarının tapageldikleri putların hak olduğuna inanan biri olarak, Peygamber bir ‘yalancı’dır; dolayısıyla, ‘hakikat’in hatırına, bu yalancının susturulması gerekir.

Buna binaen, Ömer, Hz. Peygamber’i öldürme kasdıyla yola çıkar. Yolda, kabilesinden bir adamla, Nuaym b. Abdullah’la karşılaşır. Nuaym, Ömer’in kıyafetine ve yüz ifadesine bakıp, ortada sıradışı bir durum olduğunu farkeder ve Ömer’e nereye gidiyor olduğunu sorar. Ömer, hâşâ, ‘yalancı Muhammed’in işini bitirmeye’ gidiyor olduğunu söyleyince de, Nuaym Hz. Peygamber’e iman etmiş olup Ömer’in korkusuyla bu imanını gizleyen biri olarak, Hz. Peygamber’i bu suikastten kurtaracak bir formül düşünür ve çarçabuk bulur. Ömer’e, “İslâm’a giren akrabasına dokunmaz iken, Muhammed’i öldürmeye kalkışması’nı garip ve adaletsiz bulduğu imasında bulunur. Ömer’in dilinin altında gizlediğini açıklaması ısrarına karşı da, ona kızkardeşi Fâtıma ve eniştesi Said b. Zeyd’in de Müslüman olduğu haberini verir. Elbette, ‘kendisinin de İslâm’ı seçtiği’ni ağzından kaçırmadan. Niyeti, bu şekilde Ömer’in eniştesinin evine doğru seğirtmesini sağlamak; o arada koşup durumu Peygambere ve sahabilere bildirip suikast teşebbüsüne karşı tedbir aldırmaktır.

Ömer, Nuaym’ı şaşırtmaz. Eğer İslâm dolayısıyla Muhammed’i öldürmeye gidiyorsa, ‘temizliğe’ en önce kendi ailesinden başlaması gerektiğini düşünür ve kızkardeşinin evine doğru yönelir. Evin kapısına geldiğinde, içeriden bir ses duyar. Bu, Kur’ân’dır. İçeride birisi Tâ-Hâ sûresinin ilk âyetlerini okumaktadır.

Duyduğu ses, Ömer’i etkiler. Böylece, daha doğru dürüst gelen vahyi dinlememişken bütün bu kararları almış olduğunu hisseder gibi olur. Ama, öfkesi kesinlikle daha galiptir. Kapıyı hiddetle çalar. Bu öfke yüklü sesin Ömer’e ait olduğunu anlayan Fâtıma binti Hattab ve kocası Said b. Zeyd, ilk iş olarak kendilerine Kur’ân öğreten Habbab b. Eret’i saklama telaşına düşerler. Kur’ân âyetlerinin yazılı olduğu varakları ise, Fâtıma elbisesinin altına saklar. Kapıyı açarlar.

Ömer, onlara, içerideki adamın kim olduğunu sorar; korkudan, içeride kimse olmadığını söylerler. Bu yalan Ömer’i iyice kızdırır. Gerçeği bulmak için ısrarcı olur; ve öfke içinde duyduğu haberin doğru olup olmadığını sorar. Bu haberin de ikrar değil, inkâr edilmesi üzerine iyice hiddetlenip, kızkardeşine sert bir tokat atar. Yüzü kana bulanan kızkardeşi, bu durum karşısında beklenmedik bir cesaretle, İslâm’ı seçtiklerini haykırır.

Kızkardeşinin yaralı yüzü ve o yaralı yüzüyle gösterdiği cesaret, Ömer’in rikkatine dokunur. Duyduğu şeyi görmek, okumak istediğini belirtir. Kızkardeşi vermek istemez. Yine, cesaretle, r0;Çünkü sen necissinr1; der. Oysa, bizatihî Şâri’ Teâlâ’nın emrettiği üzere, “Temizlerden başkası ona dokunamaz.”

Bunun üzerine, Ömer tarif edildiği şekilde yıkanıp temizlenir. Gelir, Tâ-Hâ sûresini okumaya başlar. Şairliğiyle de maruf bir insan olarak, okudukça, âyetlerin belagati ve hakikati onun içine işler. “Bunlar çok güzel sözler” der Ömer. Ondaki ve sesindeki bu değişimi hisseden Habbâb b. Eret de, saklandığı yerden çıkarak, Hz. Peygamber’in yakınlarda duyduğu bir duasını Ömer’e bildirir. “Yâ Rab! İslâm’ı iki Amr’dan biriyle, Ömer b. Hattab veya Amr b. Hakem ile güçlendir!” diye dua etmiştir kudsî nebî. Habbâb, “Ey Ömer” der. “O Amr’ın sen olmanı dilerim.”

Ve işte o an oracıkta Ömer Müslüman olur. Diğer Amr olarak Amr b. Hakem’in payına ise, ‘Ebu Cehil’ olarak yaşamak düşer.

O gün bir saat içinde olup bitiveren bu olay, başlangıcı ve bitişi itibarıyla tam bir ‘sürpriz’ niteliğindedir.

Ama gerçekten bu bir sürpriz midir?

Ömer’in İslâm’a geliş sürecine baktığımızda, gerçekte, ortada bir sürprizin olmadığı görülecektir.

Zira, en başta, Ömer, Ebu Cehil gibi, ‘çıkarına taptığı’ için İslâm’a düşman değildir. Ebu Cehil, kendine taptığı için İslâm’a gelemeyen biridir; Hz. Ömer ise, putperest iken dahi, o putları gerçekten ilah bilerek onlara tapan biridir; kendine ve çıkarına tapıyor değildir. Ve, eğer kendi taptığı hak ise, Muhammed’in yalancı olduğu çıkarımıyla onu öldürmeye karar vermiştir. Yani, uygulamada yanlış yapıyor olsa bile, müşrik olduğu halde dahi iç dünyası ve niyeti ‘hakikat’e odaklı biridir Ömer.

İkincisi, Ömer, ‘adalet’ duygusu güçlü biridir. Nuaym b. Abdullah oyalama kasdıyla ona mâlûm sözleri söylediğinde, ‘yakınını kayırıp daha uzak olanı öldürmeye teşebbüs’ün adalete sığmadığını düşünerek, yanlış bir adalet uygulamasıyla, ama son tahlilde ‘adalet’ odaklı bir niyetle, önce yakınındaki ‘sapmışlar’ı öldürmeye tevessül etmiştir. Onu yolundan döndürüp kızkardeşine yönelten durum budur.

Üçüncüsü, kızkardeşinin evinin kapısında geldiğinde, o güne kadar hakkında ‘dolaylı’ haberler aldığı vahyi, ilk defa doğrudan ve yalnız başına iken dinleyecektir. Duydukları, onu şaşırtmış; yaptığının doğru olup olmadığı konusunda bocalatmıştır.

Dördüncüsü, kızkardeşinin imanı uğrunda kanının dökülmesine razı olması, hatta ölüme meydan okuması da, Ömer’e dokunmuştur. İhtimal ki, o an, mertliğiyle bilinen kendisinin mi, ağabeyinin zorbalığına karşı imanını cesaretle savunan kardeşinin mi daha mert olduğunu düşünmüştür Ömer. Attığı tokadın kızkardeşinin bedeninde açtığı yara ise, rikkatine dokunmuştur.

Beşincisi, kapıda iken duyduğu vahyi okumak istediğinde, ‘pis’ olduğu için bu ‘kudsî kelam’a dokunamayacağı itirazıyla karşılaştığında, o halde zorla kızkardeşinden alıp okuma zorbalığına girişmemiş; gidip temizlenmiştir. Bu, her hal ve şartta, onun ‘kutsala saygı’ bir edebe de zaten sahip olduğunu göstermektedir.

Altıncısı, vahiyle birebir, yüzyüze muhatap olduğunda da, gelen vahyin doğruluğu karşısında direnmemiştir. Yani, Ömer, inatçı biri değildir; ‘inadına müşrik’ biri değildir. Hakikati nerede görmüş ise orada ona teslim gösterir bir hakperestliğe sahiptir.

Ömer’in bu olay esnasında sergilediği ve henüz müşrik iken sahip olduğu bu altı özellik gözönüne alındığında, onun İslâm’a gelişi, sürpriz değildir. Bilakis, dıştan vaziyet ne kadar ters gözükürse gözüksün, hakikat-ı halde vuku bulan, ‘eksik olan unsur’un da dehaletiyle, devrenin tamamlanması; hakikati teslime zaten açık bir istidadın hakikate inkıyadıdır.

Ömer’in müşrik olduğu halde dahi sergilediği ve İslâm’a giden yolunda her biri önemli bir işlev gören bu kişilik özelliklerinin bize öğrettiği ders ise, zahirde aynı yerde duruyor gözükseler bile insanları mutlak surette aynîleştirmemek gerektiğidir.

Amr b. Hakem’in ayak sürüdüğü yerden Ömer’i çekip çıkarıp bir de ‘Fâruk’ kılan ve sahabilerin faziletçe en büyükleri arasına yükselten sırdan alacağımız dersle, bizim de, bugün karşı saflarda gözükse bile ‘insaniyeten’ takdire değer kişilik özelliklerine sahip kişilerde, bir ‘Ömer’ sonucu aramamız gerekmektedir.

Öyle bir Ömer ki, İslâm’ı seçmede altı yıl geriden gelmiş olmasına karşılık, faziletçe en önlerdedir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.