Ölüm muamması     

Himmet UÇ

Bediüzzaman’ın kullandığı kelimelerin en efsunlusu, çarpıcısı, muhiti, derinliği, ilgi çekicisi, insanın hayretini mucib olanlardan biri muamma kelimesidir. Bütün eserlerinde bu kelimeyi en uygun yerlerde, mananın gerektirdiği bir biçimde ve mudakkik şekilde kullanır. Bu kelimenin yeri geldi mi kesinlikle kullanılır, çünkü onun mukabili, müteradifi yok gibi.

Bu muamma kelimesi ilk bakışta ve devam eden bakışlarda manası şıp diye anlaşılmayan bir kelime. Bu anlaşılması zor olan hakikat ölüm hakikatidir. İnsanlar bütün kainatın en nazik, nazenin canlısının, bütün kainatın el bebek gül bebek yetiştirdiği insanın toprağın yarılıp içine konmasını, zahiren orada böcekler ve haşarat-ı muzırra varken bu nadide varlığın onların arasında itilmesi insanların nazarı dikkatini celbetmiştir.

Hamit Makber isimli şiirinde şöyle diyor:

Makber sonudur dekayıkın bu 
Bir sırrı garibi Halıkın bu 
Bir nur ki meyledince habe     
İnmekte bu bir yığın türaba 
En yükseğidir şevahın bu 
En müdhişidir hakaikın bu 
Bedbaht o hakikat anlaşılmaz 
Şanın bu cihanda layıkın bu
  
Ölümün kainattaki bütün inceliklerin sonu olduğunu söyler Hamid. Ölümün Allah’ın bir garip sırrı olduğunu, anlaşılmaz, olduğunu söyler. Ruh uykuya meyledince toprağa inmektedir.

Kabrin tümseği yüksekliklerin en yükseğidir. Hakikatlerin en dehşetlisidir. Ama çaresiz insanın layıkının bu olduğunu söyler. Bediüzzaman gibi söylemez tabi, şüphe kapalılık doludur şiir.

Hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir; öyle de, bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.

Yunus Emre “dünya dedikleri bir gölgeliktir” diyor. İşte gölgede durduğun kadar. O birbirimizi yediğimiz dünya bir gölgelik sadece. Bediüzzaman ne diyor, "Bir gecelik konmak ve geçmek için bir handır.” Bir gecelik işte o kadar. "Dünya öyle bir meta değil ki bir nizaya değsin." Neden anlamıyoruz bu harika sözleri? Ömrümüz böyük dava adamları ile geçti onlar anlayıp anlamadıklarını bize bildirecekler, bekleriz ne olacak.

Muammayı çözen Risale-i Nur ,hapishanedeki mahkumlara anlatıyor müellif:

“Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.
İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacak hülâsası şudur:
Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir. Evet, çaresi var ve Risale-i Nur Kur’ân’ın sırrıyla o çareyi, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş.

Kısacık hülâsası şudur ki: Ölüm ya idam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberi bir temsil ile ispat etmiş.”

Muamma makasıd-ı ilahiye

Arapların Kabe’de yaptıkları ahlaksızlıkları, kestikleri kurbanları seyreden Fahri kainat (asm) ne düşünüyordu? Anlamsızlığını anlıyordu ama bir mana veremiyordu çünkü anahtar gökyüzündeydi. Neler düşündü keşke onları yazsaydı. Ne güzel metinler olurdu. Bu değildi ama bu ne olmalıydı. Sonra anahtarı aramak için yollara düştü. Hira’da günlerce, aylarca, anahtarı bekledi. Neler yaptı? İki yıl gibi uzun bir süre, biz bulmuşuz da bulmuşuz işte... 

Nice azıcık sıradan şeylere kanaat edemeyen insanlar bu değil ama ne olmalı düşünmüşler bazıları intihar etmiş, bazıları saçma teoriler uydurmuş, olsun yine de bir anahtar üretmiş, 

Cenab-ı Nebi anahtarı Cebrail'den alıp geldiğinde eşine ne demiştir: “Buldum Hatice anahtarı buldum.” Hamamdan fırlayan alim de buldum buldum diye koşmuş, o da evrenin sırlarından biri değil mi? Nice coğrafi kaşifler neler bulmuşlar neler. Bir şey aramak ve bulmak insanlığa sunmak.

Koşan elbet varır 
Düyen kalkar 
Karataştan bu damla damla akar
Birikir sonra birbüyük göl olur
Arayan hakkı en  sonunda bulur

Büyük Yavuz anadolu birliğini sağlamış. Türklerle Kürtleri biraraya getirmiş. Sonra halifeliği İstanbul’a getirmiş. Ne kadar mutluydu. Mutluluk diye peşine koştuğumuz şeyler. Ne mutlu Türküm diyene, ne mutlu Kürdüm diyene! Ne ucuz mutluluk.

Hocam siz yıllardır ne mutlu Türküm diyene diyorsunuz sıra bizde! Tamam çocuklar biz mutlu olduk sıra sizde! Diyarbakır'da gece karanlığında civar mahallere giderdik gece yarısı dönerdik, ne mutluluklarmış.

Sırları çözen Kur’an-ı Azimüşşandır. İnsanı, evreni ilgilendiren bütün muammalar Allah tarafından kitabında çözülür. Bütün ilahi maksatlar bizzat kainatın sahibi tarafından ortaya konmuştur. Sırları açan kitabın bu sırlarını her düzey insanın anlayacağı şekilde anlatan Bediüzzaman’dır yoksa bu sırlar düz bir mealden elde edilmez.

“Hem hiç akıl kabul eder mi ki, kâinattaki makasıd-ı İlâhiyesini bir fermanla bildirmesin? Ve muammâsını açacak ve "Mahlûkat ne yerden geliyorlar? Ve ne yere gidecekler? Ve niçin böyle kafile kafile arkasında buraya gelip bir parça durup geçiyorlar?" diye üç dehşetli sual-i umimîye hakiki cevap verecek Kur’ân gibi bir kitabı göndermesin? Hâşâ!

"Hem hiç mümkün müdür ki, on üç asrı ışıklandıran ve her saatte yüz milyon lisanlarda kemâl-i hürmetle gezen ve milyonlar hâfızların kalblerinde kudsiyetiyle yazılan ve nev-i beşerin keyfiyeten kısm-ı âzamını kanunlarıyla idare eden ve nefislerini ve ruhlarını ve kalblerini ve akıllarını terbiye ve tezkiye ve tasfiye ve talim eden ve Risale-i Nur’da kırk vech-i i’cazı ispat edilen ve kırk taife ve tabaka-i nâsa ve herbir tabakaya karşı bir nevi i’câzını gösterdiği kerametli ve harikalı On Dokuzuncu Mektupta beyan olunan ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bin mu’cizâtıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâmullah olduğu kat’î ispat edilen Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i Ezelî ve o Sâni-i Sermedînin kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!

"Demek, iman-ı billâh, bütün hüccetleriyle, Kur’ân’ın kelâmullah olduğunu ispat ediyor.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.