Okullarımızda yeni ders yılı yaklaşırken

Mustafa NUTKU

Bu sitede şimdiye kadar 60 tane yazım neşredildi. En sonuncusu olan 19 Nisan 2021 tarihindeki “En büyük hidayet” başlıklı yazımın neşrinden sonra, “en büyük hidayetten daha önemli bir şeyin olamayacağını” düşünerek, neşredilmesi için başka bir yazı göndermemeye karar vermiştim ve bu konuda kendime yasak koyarak kendimi frenlemeye çalışmıştım.

Fakat bazen gündüz vakitlerinde de olmak üzere, güneşin doğması ve batması vakitlerine yaklaşık yirmi dakika kalmışken, evimin önündeki büyük ağaçlarda “çok sayıdaki küçük kuşun hep birlikte cıvıltılarıyla yaptıkları toplu tesbihâtları” ve her sabah camide farz namaza başlanmasını beklerken duyduğum “Ağustos Böceklerinden birinin tesbihâtı” (onlardan birçoğunun hep birlikte tesbihâtına da sadece bir defa, “Hafızlık Töreni” için gittiğim Akhisar Hilaliye Kur’an Kursu yöneticilerinin, erken gelen misafirlerini götürdükleri bir ormanda yemek ikramları esnasında şahit olmuştum) bunlara mukabil ve bunlarla “tezatlı” olarak ise, laik eğitim sistemimizdeki bazı yanlışların maalesef hâlâ devam etmesiyle yeni bir ders yılının bu şekilde başlamak üzere oluşu, “neşredilmesi için yazmak” konusunda kendime koyduğum yasağı kaldırıp bu yazıyı yazmaya beni mecbur etti.

*  *  *

İlk öğretimin ilk sınıflarından itibaren “Rabbimizi bize tanıtan üç büyük ve küllî muarrif”ten (tanıtıcıdan) birincisinin “Kâinatın büyük kitabı” olduğunu anlatmak, laik eğitim sistemimizde maalesef şimdiye kadar maalesef çok ihmal edilmiştir. Bunun tam aksine olarak da, maalesef La Fontaine gibi Batılı bazı gayrimüslim yazarların bâtılı neşredip gerçekleri saptıran yanlış mesajlarla dolu bazı masalları ile, çocukluk ve ilkokul çağlarından itibaren nesillerimiz, maalesef aklını en iyi şekilde kullanabilmekten mahrum yetiştirilmeye çalışılmıştır! Bu yanlış hâl de, şimdiye kadar görev yapmış bütün Millî Eğitim Bakanları dönemlerinde devam etmiştir.

“Kâinatın büyük kitabını okumayı” bilmediğini, yazdıkları ve neşrettikleri ile göstermiş olan La Fontaine gibi Batılı gayrimüslim bazı kişiler, yazıp neşrettikleri masal kitaplarında bâtılı tasvir ile yanlış mesajlar vermişlerdir ve  onların yanlış mesajları olan bazı masal  kitaplarıyla da, maalesef ilk öğretimdeki nesillerimiz yıllarca manevî bakımdan zehirlenmişlerdir!.

 *  *  *

İlköğretimdeki çocuklarımıza, değişik yayınevleri tarafından satışa arz edilip Millî Eğitim Bakanlığımızca da tavsiye edilmiş ve şimdiye kadar okutulmuş olan “manevî zehirlerden biri olan “La Fontaine’den seçmeler” adlı bir kitabı yıllarca önce satın alarak, o kitapta La Fontaine’in bazı masallarında vermeye çalıştığı yanlış mesajlarıyla yaptığı manevî zehirlemelerine, “La Fontaine’den saçmalar” başlıklı bir yazımı neşrederek dikkat çekmiştim. O eski yazıma hâlen ulaşamıyorum; fakat La Fontaine tarafından masallar vasıtasıyla neşrettiği “manevî zehirler”den birinin de, o kitaptaki “Ağustos böceği ile karınca” masalı olduğunu iyi hatırlıyorum.

İçinde bulunduğumuz yaz mevsiminde bir Ağustos Böceğinin Allah’ı “lisan-ı hâli” ile yaptığından başka, “lisan-ı kâli” ile de yaptığı tesbîhini her günün değişik vakitlerinde değişik yerlerde duymak, Türkçesi “La Fontaine’den seçmeler” adıyla neşredilmiş kitabındaki bir masalında La Fontaine’nin vermiş olduğu bazı yanlış mesajlarını hatırlamama ve onların yanlışlığına tekrar dikkat çekmeye beni mecbur etti.

 *  *  *

Hatırladığıma göre La Fontaine, yukarıda Türkçe adıyla bahsetmiş olduğum o kitapta nakledilen “Ağustos Böceği ile karınca” başlıklı masalında, Ağustos Böceğinin “tembel, hep saz çalar, istikbal endişesiyle hazırlığı ve mesuliyet hissi olmayan, tedbirsiz”; karıncanın ise “çalışkan ve istikbali için tedbirli” böcekler olduklarından; bu sebeble de “Ağustos Böceğinin yaz mevsimlerinde tembellikle hep saz çaldığından, karıncanın ise hep buğday toplayıp kış mevsimi için onları depo ettiğinden” bahsediyordu ve o masalını okuyanları “Ağustos Böceği gibi değil; karınca gibi olmaya” özendirmeye çalışıyordu. La Fontaine’in o masalında verdiği yanlış mesajına göre; güya bu sebeple her kış mevsimi gelince Ağustos böceği yiyecek bulamayarak, yiyecek ihtiyacı ile ilgili olarak karıncaya muhtaç olurmuş.

*  *  *

La Fontaine’nin o masalında vermeye çalıştığı yanlış mesajının aslında hakikatle hiç alâkası yoktur. Çünkü o masalında vermeye çalıştığı yanlış mesajının tam aksine, Ağustos Böceklerinin her yıl kışa ulaşamadan hayat müddetleri biter ve onlar ölürler; dolayısıyla da karıncalara hiç muhtaç olmazlar!

La Fontaine tarafından o masalında takdirkâr bir ifade ile bahsedilen karıncaların bir yaz boyunca toplayıp depoladıkları buğdaylar ise, onların bütün bir kış mevsiminde beslenmek için tüketebilecekleri buğday miktarlarından çok fazladır. Buna rağmen, karıncaların yaz boyunca çok miktarda buğday toplayıp kış mevsimi için onları depo etmesi, La Fontaine’in masalında vermeye çalıştığı yanlış mesajındaki gibi, “karıncaların medhedilmeleri” gerekçesi değil; tam aksine, ancak “onların hırslarından ve istifçiliklerinden dolayı tenkit edilmeleri” gerekçesi olabilir. (Bir Ramazan akşamı, birlikte davet edilmiş olduğumuz bir TV’nin “İftara Doğru” programında ben Ağustos Böcekleri ve karıncalar hakkındaki bu basit bilgiden bahsedince, aslında “masallar” konusuyla çok ilgili olduğunu söyleyen edebiyat profesörü diğer davetli, ilk defa duyduğu bu konudaki söylediklerim karşısında hayretini gizleyememişti. “Masallar” konusuyla çok ilgili o profesör bile Ağustos Böcekleri ve karıncalar konusunda bu basit bilgiyi bilmezken, ülkemizdeki ilkokul talebeleri nasıl bilecekler ve temyîz kabiliyetlerini gösterebilecekler ki, onlara yıllardır La Fontaine’nin böyle yanlış mesajlı kitapları tavsiye ediliyor ve okutturuluyor?).

 *  *  *
Ağustos Böceklerinin yaz aylarında sabahları, geceleri ve bazen de gündüzler boyunca sürekli olarak ayni frekans ve şiddette ses neşretmeleri de, onların “haylazca saz çalmasına”(!) asla benzetilemez!. Çünkü, Kur’an-ı Kerîm’de muhtelif sûrelerde “her şeyin Allah’ı tesbih ettiği” vurgulanarak tekrarlanmaktadır!

Canlı-cansız her şey -maddenin en küçük parçası olarak bilinen kuvarklardan, en büyük galaksilere kadar her şey- “hâl lisanları” ile Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatlarının kâinattaki akislerini ilân ederlerken; onların “hâl lisanları”ndan başka, onlardan bazılarının -insanlar gibi “akıl ve irade” emaneti taşımadıkları halde- “fıtrî ibadetleri” şeklinde, insanlardan bazıları gibi “kâl lisanları” (konuşma lisanları) ile Allah’ı tesbih edenleri de vardır. Ağustos Böceği, bülbül ve diğer bazı varlıkların insanlar gibi akıl ve iradeleriyle olamasa da, “kâl lisanları” ile Allah’ı tesbîh etmelerine Risale-i Nur’da da dikkat çekilmiştir. Fakat İsrâ Sûresi 17/44. âyetinde denildiği gibi, insanların büyük ekseriyeti onların Allah’ı tesbîh etmelerini ve Allah’ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu ilân etmelerini anlamazlar!

Çocuklarımıza La Fontaine masallarının saçmalıklarını değil; bu mühim gerçekleri anlatmalıyız!

*  *  *

“Tesbîh” denilince, ekseriya; 33 veya 99 tane tahta, plastik veya taştan boncukların bir ipe dizili olduğu, bilhassa namazlardan sonra belli sayıda olarak zikir kelimelerini tekrarlamak için kullanılan nesneler akla gelir.

Bu nesnelere “tesbîh” denilmiş olmasının sebebi de, günde beş vakit namazlardan sonra, “o namazların hülâsası ve o namazların manâsının tamamlayıcısı” olarak tam 33 defa söylenmesi gereken üç mühim zikirden ilki olan “Sübhanallah” demenin, “Allah’ı tesbîh” (Allah’ı bütün kusur ve noksan sıfatlardan uzak tutmak. O’nu şanına lâyık ifadelerle anmak. O’na söz, iş, davranış ve kalple içten ibadet etmek) manâsında oluşundandır.

Tesbîh”in lügattaki bu “asıl manâsı” bile, onun ehemmiyetine çok kısa olarak dikkati çeker. “Tesbîh” kelimesinin bu asıl manâsının ehemmiyetinin büyüklüğüne, Kur’an-ı Kerîmin İsrâ Sûresinin 17/44. âyetinde mealen şöyle dikkat çekilmektedir:

Yedi gökle yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbîh eder. Ve O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat (siz) onların tesbîhlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki, O Halîm (azapta hiç acele etmeyen)dir, Gafûr (çok bağışlayan)dır.”

“Tesbîh” kelimesinin bu “asıl manâsı”nın ehemmiyetini anlamaya, anlatmaya ve o anlayışla yaşamaya çalışılmalıdır.

 *  *  *

Risale-i Nur Külliyâtının telifinin başladığı Barla’ya ilk gittiğimde, Bediüzzaman’ı hayatta ve Barla’da iken tanıyanlardan bir Barlalı, Bediüzzaman’ın, ikamet ettiği evin önündeki çınar ağacının önünde bana; Bediüzzaman’ın o çınarın dalları arasına koydurttuğu tahta platforma her gece çıkarak seccadesini serip sabaha kadar yüksek ve çok dokunaklı bir sesle zikrettiğini, yüzlerce küçük kuşun da o ağaca konup kendi sesleriyle onun zikrine iştirak ettiğini söylemiş ve “Biz, hocaefendinin kıymetini o zaman bilemedik..” sözlerini de, o günleri hatırlarken hüzünle ilave etmekten kendini alamamıştı.

Bediüzzaman, Barla’daki evinde, Çamdağı’nda ve hayatını geçirdiği diğer yerlerde her gece sabahlara kadar zikrederken, Allah’ın bütün mahlûkatının tesbîhlerini de Allah’a arz eden hakikî bir “halife-i arz” hüviyetini de ortaya koyuyordu. O, İsrâ Sûresinin bütün mahlûkat âleminin Allah’ı tesbih ettiğine dair bahsedilen 17/44.  âyetinin, Risale-i Nur eserlerinin telifinde kendisine büyük ışık tuttuğunu ve ilham kaynağı olduğunu söylemiş; Besmele’den sonra ekseriya bu âyeti de zikretmiştir. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserlerinde Besmele’den sonra en fazla zikrettiği bu âyettir ve yeni bir konuya başlarken Besmele’den sonra, Risale-i Nur eserlerinin değişik yerlerinde, tam 139 defa da bu âyeti tekrarladığı görülmektedir.

*  *  *

“Konuşmak kabiliyeti, bütün mahlûkat içerisinde yalnız insana verilmiş olduğuna göre, canlı-cansız her şeyin Allah’ı zikretmesi nasıl olabilir? sorusu bazılarının akıllarına gelebilir. Bu soruya verilebilecek cevapta iki türlü lisanın olduğundan bahsedilir. Yalnız insanda bulunan “konuşmak” (lisan-ı kâl) kabiliyetinden başka, hem insanın cüzî iradesi dışındaki varlığının ve hayatî faaliyetlerinin, hem de İsrâ Sûresinin yukarıda bahsedilen 17/44. âyetinde belirtilen “Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan her şey”in, cüz’î iradeleri ve akılları olmadan da “lisan-ı hâllerinin” olduğudur.

Günlük konuşma dilinde çok kullanılan, insanın “beden dili” de insanın lisan-ı hâlinin bir kısmıdır. Ancak, insanın lisan-ı hâli, sadece onun bedeninin dış görünüşü, tavırları ve davranışlarıyla sınırlanamaz; onun maddî-manevî varlığının bütün unsurları, aklı, hafızası, tahayyülü, çeşitli kabiliyetleri, hisleri, dış ve iç organları, bütün hücreleri, molekülleri, atomları, kuvarkları ve bunlardaki hal değişmelerinin tümü, “insanın lisan-ı hâlini” meydana getirir.

Lisân-ı kâl olmasa da veya varken sussa da, lisan-ı hâl susmaz!

Bütün varlık âlemi lisân-ı halleriyle:

“Biz, kendi kendimize olmadık; biz tesadüflerin, tabiatın, evrimin, çevrimin eseri değiliz! Biz, noksan sıfatlardan münezzeh, bizimle beraber bütün varlık âlemini de yaratmış olan Allah’ın eserleri ve O’nun vazifeli memurlarıyız! Kendimizde bir şey yok! Sadece, O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini gösteren aynalar gibiyiz!..” diyerek, Allah’ı tesbîh etmektedirler.

Ancak, ayni âyetin devamında da denildiği gibi, insanların büyük ekseriyeti bütün varlık âleminin lisan-ı hâlleriyle yaptıkları bu tesbîhlerini anlamazlar!

*  *  *

Ne kadar yaşayacağına dair elinde en küçük bir garantisi bile bulunmayan insanlar, büyük ekseriyetle bu fanî (gelip geçici) dünya hayatlarına “sanki dünyada ebedî kalacaklarmış gibi” sımsıkı sarılırlar(!) ve bunun için de, bazıları anadillerinden başka, dünyevî mesleklerinde kendilerine “dünyevî ilerleme” sağlayabileceği ve “dünyevî istikballerinde” daha fazla “dünya menfaati” imkânlarını açabileceği hesaplarıyla, “yabancı dil” de öğrenirler. Halbuki, “onların asıl istikballeri; ebedî âhiret hayatı için kazanılacak olan istikballeridir!

İnsanlar o “âhiret istikballeri” için, Kur’an-ı Kerîm’de İsrâ Sûresindeki 17/44. âyette dikkat çekilen “yedi (kat) gökler, yer ve onların içindekiler”in hâl lisanlarıyla Allah’ı tesbihlerini imkânları nisbetinde anlayabilmeye de çalışsalar, sadece “dünyevî istikballeri” için “yeni  lisan” öğrenmekle kalmayıp “bu lisanı da” öğrenmekle, bütün ilimlerin başı olan “Marifetullah”da (Allah’ı tanımakta) ve onun üssü’l esası olan “İman-ı billah”da (Allah’a iman etmekte) çok terakki edebilecekler ve bunu yapmaktaki kazançları da, başka herhangi bir lisanı öğrenmekteki kazançlarından kat-kat ve kıyaslanamayacak derecede fazla olabilecektir!

*  * *

Bu konuda diğer bir soru da şu olabilir: Acaba, insanlardaki gibi hayvanların da kendi lisân-ı hâllerinden başka, insanların lisan-ı kâllerine benzer şekilde Allah’ı tesbîhleri hiç yok mudur?”

Bu soruyla ilgili olarak da, Risale-i Nur’daki 24.Söz, 1.Dal’da bahsedilen; göğün gürlemesi, fırtınalar, ağaçların yapraklarının rüzgarların esmesiyle çıkardıkları sesler, başta bülbül olmak üzere kuşların nağmeli sesleri vd’den başka, kedilerin insan diliyle “Ya Rahîm” ismini bariz şekilde zikrettiğine dair Bediüzzaman’ın dikkat çektiği tesbiti ve bir Bulgar profesörün de, 25.04.2008 de Bulgaristan’da TRUD gazetesinde yayınlanmış olan, sivrisineğin kanat çırparken çıkardığı sesin yavaşlatılmış ve insan kulağının algılama ve konuşma ritmine indirgemiş şeklinin, insanın lisan-ı kâliyle yaptığı tesbîhe benzediğine dair tesbitinden bahsedilebilir.

*  *  *

Bu bahsedilenler, Okullarımızda yeni ders yılı yaklaşırken” hatıra gelenlerdi.

“Okullarımızda yeni ders yılı” hepimize hayırlı olsun.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (8)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.