Nesl-i cedide-4

M. Nuri BİNGÖL

Edebiyat bir ırmak ki türlü parıltılarla asli maksadına, binbir şırıltı tonu ile akar gider. Diğer ırmaklar gibi bent ve baraj da dinlemez o; hiç bir zincir bağlayamaz onu, buna hangi an parçası şahit olabildi ki?

Hani çok binmeyenli denklemler vardır; edebiyat ve irfan çalışmaları biraz da onlara benzer. O denklemin asli unsurlarından birini bile yerine oturtmayı unuttuğumuz, ya da bundan gaflet ettiğimiz an yaptıklarımız “güme gider”; üzerine kalınca bir çizgi çekilir. Onca ter, onca gayret, onca didinme boşa gider; akıntıya karşı kürek sallama gibi bir garabetin içine girilir. Size kalan sadece, arada bir sızlanmadır, bazen de kuru şişinmedir; bir balon misali... “Bir dane sıdk” gelir bir o gün, “bir harman yalanı yakar.”
Edebiyat ve onun çetrefilli meseleleri, en girift kimyevi “bileşim”leri gölgede bırakacak kadar, birer terkip, dolayısıyla bütünlük meselesidir. Onun “ külli oluş” hadisesini atladığımız an, istediğimiz neticeyi bize hediye etmez.

Edebiyat sadece “ilim” değildir, sadece tebliğ değildir, sadece “ferdiyet”çilik değildir, sadece “içtimai” bir oluş değildir. Tenkit olsun diye tenkit... Bu sonuncu hiç değildir; onun adı karalamadır, kara çalmadır. Hani körlerle fil hikayesi bilinir. Körün biri hayvanın kulağını kavrar; “Fil, şal gibi geniş bir şeydir.” der; bir diğeri ayağını yakalar, “Fil, sütun gibi bir nesnedir.” der. Böylece sürüp gider. Halbuki fil, bütün azalarıyla beraber fildir; ayrı ayrı azalarıyla değil! Demek ki terkibi kurmanız ve “muhafaza etmeniz” mühim; yoksa bir tarafa ağırlık vererek  -subjektif ölçülerle-  orayı bastırmakla kurulacak eciş bücüş bir bina değil.

Edebiyat ve edebiyatçı, indi teviller ve “kendine yontmalar”la durdurulacak bir nesne değildir; evet, onun ve edebiyatçı yetiştirmenin zor ve ciddi bir iş olduğunu es geçmiyoruz. O – çokların zannettiği gibi- kuru bir gönül ve his işi değil, akıl ve mantık işidir de...  Beyin ve zevkinizi birlikte kullanmazsanız, iki ayağı koparılmış masalara dönersiniz. Fikir ve his dünyanızı ona buna kaptırmadan, kapılmadan, kapılanmadan, kapı kulu olmadan, hor- hakir görülmekten korkmadan kendi ve “ değişmez ölçü” – miheng- istikametinde kullanmazsanız, sizden iyi demogog olur, ama edebiyatçı olmaz; aslında böylelerine bırakın edebiyatçı, insan bile denemez. Bu vartadan sıyrılmak da, ancak  edebiyatın terkipli, külli, ciddi, aynı zamanda da “bütünlükçü” bir çalışma olduğuna inanmaktan geçer.

Eğer bu inanıştan mahrum bir insansak, bir “ödül” ya da “ün” uğruna kendi ölçülerimizden ayrılacak bir tipsek, bizden edebiyatçı filan olmaz. Akif’in İstanbul-Ankara- Mısır hattındaki hayatı ne büyük ibrettir.Bir iki eserle  edebiyatçı olduğumuzu sanır, “ ....fani dünyada bıraktığı eserlerle” boşuna şişinen bir “bozma” olur çıkarız.
Edebiyat, onu-bunu meşhur edince, başarılmış bir “meşgale” – hele hiç- değildir. İsim duyurmanın yüzlerce yolu vardır; bunlardan bir teki edebiyattır, şiirdir; ama bu uğurda didinen bir kişinin kendi küllerini yele vermekten başka bir şeye yaramaz- tarih şahittir buna. Nazım – bazen- okunur, ama arkasından giden ve şiirlerinden ders alan bir kitlesi var mıdır? Halbuki Bediüzzaman’ın da var, Akif’in de var, Kısakürek’in de...

İsim duyurmakla mesele hallolacak olsaydı, en “kıytırık”  ama meşhur bir futbolcunun iyi bir edebiyatçı sayılması gerekirdi. Halbuki bilinr ki, en sağlam eserlerini göstermiş, “lafla  peynir gemisi yürütmemiş” bir edebiyatçıyı, meşhur bir futbol adamını tanıyanların yüzde, belki de binde biri bile tanımaz. Bu “yığın”ın onu tanımaması da ona bir nakise getirmez. Bir Yahya Kemal’i, hiç kimse tanımasın istersen, bu onun edebi değerini hiç düşürür mü?

Satırlar aracılığıyla sohbet etiğimiz bir dostum, bir yazısında, “boşalmak için dolmak lazım” diyordu. Ne doğru, ne müstakim, ne hikmetli söz! Ama ilk okuduğumda da biraz eksik buldum, şimdi de bir yönünü eksik bulurum sözün. “ Düşünerek dolmak lazım.”  dese daha iyi olurdu.
Nedir düşünmek? Başka bir ifadeyle seçmektir; önümüze dizilmiş fikir ve zevk yollarından, üsluplardan, meselelerden birini seçmektir. Bu seçişleri tek tek ve ayrı ayrı ele almayıp, düşüncemizle; “rehber” düşüncelerle bir terkibe varmaktır. Bunun için de “boğuşmaya” benzer bir kaotik zemin değil, “müsbet hareketi intac eden” kendi yolunun tezyini ile uğraşılacak “zeminler” gerekir.

Hep aynı mihrakın çevresinde “değirmen beygiri” gibi dolanmak, işte o terkibe ulaşamayışın en açık ifadesidir. Özü bulduktan sonra, kabuğun şekliyle ya da rengiyle uğraşmak ; “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” meseli gibi, hep aynı fikr-i sabite takılı kalmak – atgözlüğü takılmışlar gibi- ne edebiyatçıya, ne insana yakışır. Yine de hep aynı kabuk renginde karar kılmak, “belağat”ın keyfiyetine uymadığı gibi, asli terkibi kavradıktan sonra, bir tek “yanlı” terkibi, yegane mihrak görmek de, edebiyat ikliminin özüne uymaz gibime gelir.

Başka – belki de ideolojik- bir endişe ile devamlı popüler – teveccüh-ü nas- tutulsanız dahi, yayın hayatında bulunan “ölü doğmuş” medya organları gibi, hezimetten hezimete koşar, bayrak yarışında mağlup olur, geriye düşersiniz; bayrağı daha ehil ellere verememe hodgâmlığından elbet.
Edebiyat ırmağında ilerleyebilmek, onun ciddiyetini ve “külli oluş”unu kavramakla eştir. Onun insan ve hayatla bütünleşmiş bir yapı olduğunu unutmanız, o ırmakta yüzen sal, sandal, yelkenli ya da gemiyi “alabora” etmeniz mânasına gelir.
Vebali bir yana, hiç insaf ve izana sığar mı bu?

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.