Nereden bakmalı, nasıl demeli?

Metin KARABAŞOĞLU

Mü'minlerin, Fatiha ve İhlas’tan sonra belki en ziyade okudukları sûredir, sûre-i Yâsîn. Bu hakikat incisi sûrenin ikinci sayfasında, baştan sona bir şehrin haberi vardır. Elçileri yalanlayan bir şehrin haberi.

Bu şehre, haktan sapmış insanlarına hakikati hatırlatmak üzere, iki elçi gelir. Lâkin dinlemez, yalanlarlar. Âlemlerin Rabbi, bu iki elçiyi, bir üçüncüsü ile takviye eder. Yine dinlemezler. Dahası, bu üç elçiyi, beldelerine ‘uğursuzluk getirmekle’ suçlar, taşlayarak öldürmeye niyetlenirler.

Bu niyeti bilfiil gerçekleştirmeye azmetmiş olmalılar ki, şehrin öte yakasından bir adam koşarak gelir ve “Ey kavmim, uyun o elçilere!” diye seslenir. “Uyun, sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere! Onlar hidayete ermiş kimselerdir.”

Nitekim, şehrin öte yakasında olduğu halde, onların yaptığı tebliğden kendisi haberdar olmuş ve bütün bu tebliğin mahzâ hakikat olduğunu anladığı için de, kendisi bu hakikate tâbi olmuştur: “Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyeyim? Siz ancak O’na döndürüleceksiniz. Ben O’ndan başka ilahlar edinir miyim? O Rahmân bana bir zarar vermeyi dilerse, onların şefaati bana hiçbir surette fayda vermez. Onlar, beni asla kurtaramazlar. O takdirde, şüphesiz ki ben apaçık bir sapıklık içindeyimdir. Gerçek şu ki, ben Rabbinize iman ettim. İşte bunu benden duyun.”

Her sûresi ve her kıssası çok dersler yüklü Kur’ân-ı Hakîm’in bu kıssasında da nice dersler ve ibretler vardır.

O beldeye hakkın tebliği için bir değil, iki kişinin gitmesi, başlıbaşına bir tebliğ dersidir meselâ. Bu iki elçi, yed-i beyza ve asâ-yı Musa gibi iki büyük mucizeye mazhar olduğu halde, Musa aleyhisselamın Firavun’a ve kavmine hakkı tebliğ için gitmekle vazifelendirilmesine karşılık ettiği duada, “Ve ehlimden birini, kardeşim Harun’u bana yardımcı kıl!” diye de dua etmesindeki sırrın da teyidi niteliğindedir. Demek ki, birden fazla kişinin aynı hakikatle bir topluluğun karşısına çıkması, tek başına bir tebliğden kat kat önemlidir. Tek başına hakikati tebliğ eden kişinin durumunu ‘bireysel’ bir keyfiyet olarak yorumlayıp saptırmaya yeltenen bir topluluk, iki kişilik de olsa karşısında hakkı tebliğ eden başka bir topluluk gördüğünde daha ziyade sarsılmaktadır.

Öte yandan, bir üçüncüsü ile de takviye edilen elçileri topluca ‘uğursuzluk getirmekle’ suçlamaları da manidardır. Bu yakıştırma ile demek istedikleri, bugünün diliyle konuşursak, esasen “Statükomuzu bozdun” itirazıdır. Kendilerince, şirke dayalı nasıl da tıkır tıkır işleyen bir düzen kurmuşlardır! Bu üç elçinin tevhid daveti, bu düzenin tekerine çomak sokmaktadır.

‘Şehrin öte yakasından koşup gelen adam’ın durumu ise, apayrı dersler taşır hepimize. Bu kişinin ‘adam’ olarak tarif edilmesi, şirkâlûd bir düzenin çıkar hesapları içinde hakkı ketmetmeyip hakikate teslim olabilmesiyle, bu kişinin kelimen tam anlamıyla adam, yani ‘adam gibi adam’ olduğunun teyididir. Bu adamın ‘şehrin öte yakasından’ gelmesi, aynı anda iki gerçeği beraberce ihsas etmektedir: (1) Demek ki, bu üç elçinin tebliği şehrin tâ öte yakasına kadar erişmiştir. Yani, şehir ahalisinden hiç kimsenin hakikat karşısındaki inadına ‘görmedim, bilmiyorum, duymadım’ diye mazeret uydurması imkân dahilinde değildir. (2) Şehrin öte yakasında olduğuna göre, bu adam, statüko çemberinin merkezindeki ‘muktedir’lerden değildir. Hakkı kabul ederse kaybedeceği bir serveti, menfaati, makamı, iktidarı yoktur.

Şehrin öte yakasından koşup gelen bu adamın, gelen elçilerin hakkâniyetine delil olarak zikrettiği husus da manidardır: “Uyun, sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere!” Demek ki, tebliğin yerini bulması için, içine bir dünyevî hesabın bulaştırılmaması lâzımdır.

Bu mübarek adamın, sonrasında anlatılan hakikatin kendi iç dünyasında nasıl bir karşılık bulduğuna dair sözleri de kelime kelime, cümle cümle üzerinde durulmayı hak eder kıvamdadır. (Kur’ân Okumaları-birinci kitap’ta “Şefkat Yüklü Bir Tefekkür Kıssası” başlıklı yazıda bu sözleri bir derece anlamaya çalıştığımız için, burada ilgili yazıya atıfla yetiniyorum.)

Çok dersler yüklü bu kıssanın bir manidar dersi ise, üç elçi yetmiyormuş gibi, kendi içlerinden bir adamın da bu güzelim davet ile onları hakka davet etmesine şehir halkının verdiği şiddet yüklü karşılığın, Kur’ân’da yürekleri yakmayacak, asıl olanın âhiret yurdu olduğunu mü’minlere hatırlatacak surette anlatılmasıdır. Bu güzel adamın güzelim tebliğinin anlatıldığı âyetlerden hemen sonra, sûre-i Yâsîn’de şu mealde bir âyet karşılar bizi: “‘Gir cennete!’ denildi. ‘Keşke kavmim bilselerdi...’ dedi. ‘Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını!’” (Yâsîn sûresi, 36:26-27)

Bu iki âyetin bildirdiği üzere, şehrin öte yakasından koşup gelen adamın yaptığı uyarı ve davete kavminin verdiği karşılık, onu da öldürmek olmuştur. Ancak Kur’ân, bu durumu, ‘Onlar da onu öldürdüler’ diye haber vermez. Bilakis, “‘Gir cennete!’ denildi” diye bildirir. Çünkü, ‘öldürme’ üzerine bir anlatım, aklı da, kalbi de bu dünyada bırakan bir anlatımdır. Anlatım öldürme üzerine olduğu takdirde, şehrin öte yakasından koşup gelen o güzel adamın başına gelenler mü’minlerin rikkatine dokunacak, kalblerini yaralayacak, dikkatlerini de bu dünyada ve dünyalılarda tutacaktır. Ama Kur’ân, “‘Gir cennete!’ denildi” haberiyle, hem bu mü’minin başına ne geldiğini kalbleri asla yaralamayan nezih ve latif bir üslupla haber verir; hem de, şu geçici hayata bedel asıl hayatın yaşanacağı ebed tarafına nazarları çevirir. O hakikat eri, kavminin inadına inkâra yeltendiği bir zeminde hakkı kabul etmekle, dahası kavminin hakikatin elçilerini taşlayıp öldürmeye yeltendiği bir zeminde koşup gelerek bu yanlışa dur diyebilmekle, kısa bir dünya hayatı karşılığında ebedî bir cennet satın almıştır. Daha da latifi, bu durumda dahi, onun gözünde ‘cennet sevdası’ değil, ‘hakikati tebliğ’ sevdası vardır. Hâlâ daha, kavminin inkârına hayıflanmaktadır. “‘Keşke kavmim bilselerdi; Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını...’”

Çok hikmetler yüklü bu kıssanın, “‘Gir cennete!’ denildi” cümlesini şu sıralar çokça zikrediyor dilim.

Zira, bir haksızlık karşısında, haksızlıklar karşısında, zulümler karşısında bugünün mü’minlerinin takındığı anlatım benim yüreğimi acıtıyor. Yaşanan zulmü olanca çıplaklığıyla sergileyen, ama aklı da, kalbi de dünyada bırakan TV haberleri, internet haberleri, e-posta zincirleri, gazete ve dergi yazıları... Sonuçta, içinde yalnız öfke biriken bir ruh; ve hesabı sadece bu dünyada, üstelik hemen görmeye bilenmiş bir ruh hali üretiyor bu durum sonuçta... Veya çaresizlik içinde edilgenliğe teslim olmuş ümitsiz bir akıl üretiyor.

“Gir cennete” müjdesinin ve “Keşke kavmim bilselerdi” şefkatinin uzağında, dünyevî bir ruh hali ve dünyalı bir akıl üretiyor.

İş bu durumda ise, âyetler slogana dönüşüyor, uhrevî olan dünyevîleşiyor; ve din ile dinsizliğin, tevhid ile şirkin savaşı iki ‘ideoloji’nin mücadelesine indirgeniyor.

‘Şehrin öte yakasından koşup gelen adam’dan alacağımız çok ders var. Hem fani hayatında söylediklerinden, hem başka bir hayatın bileti eline verilirken ona söylenenden, hem de bu bileti aldıktan sonra onun söylediklerinden...

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.