Nefret bağımlılıktır

Metin KARABAŞOĞLU

Rabbim hayatım boyunca yol göstericim olacak bir büyük hikmeti bana nasip ettiğinde, yirmi yaşındaydım.

Dört arkadaş bir evde kalıyorduk, içlerinde en küçükleri bendim, eve en yakın okul benim okulumdu. O yüzden, yemek işini nöbetleşe yapmaya sözleşmiş olsak bile, zaman içinde, hasbelkader, yemek pişirmek çoğunlukla benim üzerime kalmıştı. Sözleştiğimiz kavle göre buna mecbur değildim, ama içimden öyle geldiği için, arkadaşlara bir ikram olarak böyle yapmayı itiyad edinmiştim.

Gel zaman git zaman, biraradalığın, arkadaşlığın hatırına yaptığım bu şeyin benim üzerime yazılmış bir vazife olarak algılanır hale geldiğini hissetmeye başladım. Bir ikram olarak yapmaya başladığım şeyin ‘mecburiyet’e dönüşmesi bana dokundu ve nihayet bir gün yemek yapmamaya karar verdim. Arkadaşlar eve geldiğinde sofra hazır olmadığı gibi, mutfakta yemek de yoktu. Yemeğin niye hazır olmadığını bana sorduklarında vereceğim cevap ise, gündüzden hazırlanmıştı: “Benim her gün size yemek hazırlama mecburiyetim yok ki?”

O gece bir rüya gördüm. Rüyamda, yemek yemek veyahut yemek yapmak için mutfağa girmek istemiş, ama mutfağın tam ortasına çöreklenmiş kocaman bir boğa yılanı tarafından engellenmiştim. O taraftan geçeyim, bu taraftan atlayayım diye yaptığım her yeni hamle, ağzını açıp çatal dilini oynatıp duran devasa yılan tarafından püskürtülüyordu. Sonuç, mutfağa giremeden odama dönmekti.

O sabah uyandığımda, aklımda hâlâ bu rüya vardı. Yoruma mecal bırakmayan açık bir rüyaydı bu; öyle düşünüyordum. Mutfağın ortasındaki o yılan, ‘lutfen’ yapılan birşeyin ‘mecburen’e dönüşmesi karşısında duyduğum tepkiyle ‘içimden geldiği gibi’ değil, ‘arkadaşlarımın aymazlığına göre’ davranmaya başlamamdı. Bu yılan düşünce, beni mutfağa sokmamış; o akşamı herkesin kahvaltı türü birşeylerle geçiştirmesine yol açmıştı.

O günü önceki günün hadisatı ve gece gördüğüm rüyanın muhasebesi içinde yaşadım ve o sıralar tutuyor olduğum ve “Yaşanmış Defter” adını verdiğim günlüğüme akşam şunu yazdım: “Nefret bağımlılıktır, sabır ise herşeydir.”

Sonraki hayatım boyu yol göstericim olmuş bir büyük hikmet işte buydu ve bu hikmet sonraki hayatım boyunca beni nefret sarmalından uzak tuttuğu gibi, nefretin cehennemine dair gözlemlerimi bir bir çoğalttı.

Bu gözlemler eşliğinde tekrar tekrar kavradım ki, nefret, bir insanın başına gelebilecek en büyük felâketlerden biridir ve iç dünyalarda en az eroinin bedende ve sinir sisteminde yaptığı tahribat kadar tahribata yol açmaktadır.

Nefret eden kişi, nefretini sürdürdüğü sürece, ‘kendisi’ değildir artık. O, kendisi değil, düşman bellediği kişinin zıddı, ‘başkasının karşıtı’dır. Hayatının rotasını kendi ubudiyeti, kendi vazifesi, kendisinin yeryüzünde bulunuş gayesi üzerine kurmaz; bilakis başkasının karşıtlığı üzerine kurar, kendi varlığını bu karşıtlık ile tarif eder ve sürekli bu karşıtlıkla beslenmek ister. Bu yüzden, nefretine sürekli bir tecessüs de eşlik eder; ve nefreti için yeni malzeme devşirmekle yükümlü kılınan bu tecessüsünün beraberinde, zayıf bir emareyi kavi bürhan gören, olmadık işten olmadık yargılar çıkaran, alâkasız konuları nefretinin odağıyla irtibatlandıran bir çizgide suizandan gıybete, gıybetten iftiraya yuvarlanıp, kalbini de, ruhunu da, aklını da hasta eder.

Bu döngü içerisinde, kişiyi ‘Allah’ın olmasını istediği gibi olmak’tan, ‘kendisi gibi olmak’tan alıkoyan, onu başkasını yutmakla beslenen bir kara deliğe dönüştüren bir cehennemî halettir nefret. Bir bağımlılıktır; hem de en fecisinden bir bağımlılıktır.

Dahası, bu bağımlılık içinde, eğer merhametsiz biri ise, nefret ettiği kişi tarafından kolaylıkla yönetilebilir, yönlendirilebilir derecede iradesini dumura uğratmıştır; son derece aciz ve zavallıdır. Nefretin sahibi, nefretiyle hadisatı yönetmeye kalkışırken, en küçük bir kıvılcım, en küçük bir fısıltı ile dahi kolayca yönetilir, yönlendirilir. Nefret ettiği kişi, eğer istese, kulağına gidecek asılsız bir söylentiyle onun günlerini ve haftalarını kapkara edebilir; eğer istese, sabırlı insanın gülüp geçeceği bir cümleyle onu çılgına çevirebilir.

Daha da ötesini ise, gazetelerin üçüncü sayfalarında okur insan. Üçüncü sayfalar, bir açıdan, ‘nefretin insanın başına açtığı fenalıklar’ bülteni gibidir; üçüncü sayfalara konu olmuş rezil haberlerin hemen hepsinde nefretin hissesi vardır.

Rabbim kalbimi bir rüyayla destekleyip beni nefretin bağımlılık, sabrın ise herşey ama özellikle de özgürlük olduğunu öğrettiğinde yirmi yaşındaydım.

Benimkisi, olsa olsa uzaktan uzağa nefretin kokusunu hissettiren bir durumdu üstelik.

Ama hâl-i âleme baktığımızda görüyoruz ki, niceleri hayat yolculuğunda ruhunu filan veya falan yerdeki ona göre dikenli bir ana takmış; ömür geçiyor ama vazife-i ubudiyet devam ediyor olsa bile, habire o yerde duruyor da duruyor. Kimisi babasının, kimisi annesinin, kimisi çocuğunun, kimisi halasının, kimisi kocasının, kimisi ortağının, kimisi işçisinin, kimisi patronunun, kimisi arkadaşının yaptığına kendini kilitlemiş; o noktada sürekli patinaj yaptırarak ruhunun balatalarını eskitiyor.

Anladığım birşey değil; insan nasıl nefret zindanına ruhunu hapsedip nefretin zehriyle kendini beslemeye yeltenebilir?

Anladığım birşey değil; sabrı, hakkı ve merhameti tavsiye etmek mü’minlerin şiarı iken niceleri nefret zindanlarına suizan, gıybet, iftira taşıyabilir?

Ne mutlu nefretin bağımlılığından ruhunu kurtarıp sabrın özgürlüğüne kanat çırpabilenlere!

Veyl o nefret tiryakilerine!

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.