Günümüzde en önemli sapmalardan birisi ulu'l emrin/yöneticilerin yasamadaki yerini tayin etme hususunda ortaya çıkmaktadır. Bu alanda sapmalar yaşanmaktadır. Bu alanda mutlak itaati iddia etmek sapkınlığın başlangıcını teşkil etmektedir. Kimse la yüs’el değildir. Tasarrufları itibarıyla dokunulmaz değildir. Kur'an'da ilgili ayette şöyle denilmektedir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ulu’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere havale edin. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.” İki kategoride itaat mutlaktır. Lakin ulu'l emr ya da yöneticilerle ilgili üçüncü seçenek mutlak değildir bilakis mukayyettir. Referans ilk iki merciye racidir.
Referans ilk iki merciye aittir. Bu iki merciden onay alan yaklaşımlar makbuldür ve meşrudur. Aksi takdirde raiyye yani yönetilenleri bağlamaz. Kısaca Kur’an ve Sünnetten referans almayan yöneticilerin hükümleri, yönetilenleri bağlamaz. Burada ayette geçen ‘ulu'lemr minkum’ kategorisi itaati sınırlandırıyor ya da takyit ediyor yani kayıt altına alıyor. Alanını daraltıyor, mutlak bırakmıyor. Kısaca ayet Allah'a ve Resülüne itaati mutlak kılıyor, bırakıyor lakin yöneticilere itaati mutlak kılmıyor aksine ilk iki mercinin onayına bağlıyor.
Bunun dışındaki anlayışlar sapmaya gidiyor. Yöneticilere itaat meşruiyetini Allah ve Resulüne itaatten alıyor. Yöneticilerin müminlerle aynı zeminden gelmesi ve aynı referans sitemini paylaşmaları itaati meşru kılıyor. Burada senkronik bir ortam ortaya çıkıyor.
Günümüzde ise bu alanda kimi fırkalar zuhur etmiştir. Bunlar yöneticilere itaati mutlak kılıyorlar. Mutlak dairede görüyorlar. Bu durumda referans sisteminde gedikler açılıyor ve çarpıklık ve zıtlaşma doğuyor. Yöneticiler mutlak daireye girince Allah ve Resulü mutlak daireden çıkıyor ve buyrukları değersiz ve nominal hale geliyor. Öyle ise referans sistemini yerli yerinde kullanmak gerekiyor. Bu alanda zuhur eden Camiye/Medhaliye gibi kimi akım ve fırkalar habbeyi kubbe yapıyorlar. Referans sistemini altüst ediyorlar. Zira sarahaten demeseler bile zımni dairede ulu'l emr ya da yöneticileri mutlak otorite kabul ediyorlar. Bu istibdadı körüklediği gibi müminleri de yöneticiler karşısında iğdiş etmektedir. Peygamberimiz (asm) Adiyy bin Hâtem’e (r.a.) Hıristiyan din adamlarının ilahlık tasladıklarını izah ederken onların yasamada haramı helal, helalı haram kılmalarını gösterir. Bu da ilahlık iddiası olarak tanımlanmıştır. Din adamlarının yerine devlet adamlarını koyarsak aynı kapıya çıkmaz mı?
Yöneticiler hem idarede hem de yasamada ümmetin hakkını müsadere etmektedir. Sözgelimi Müslümanlar arası savaşta gayri Müslimlerden yardım alınır mı meselesi etrafında Suudi Arabistan istihbaratının hayat verdiği iki fırka teşekkül etmiştir. Bunlar aslında kurucuları açısından iki fırka kabul ediliyor yoksa özleri ve mahiyetleri itibarıyla tek fırkadırlar. Bunlar yöneticileri perestiş/taabbüt ediyorlar. Kısaca dokunulmaz hale getiriyorlar. Kutsuyorlar.
Kimi selefilerin sufi olarak küçümsedikleri Muhammed Mütevelli Şaravi ilgili ayetin tefsirinde ve yorumunda yöneticilerin itaatte istiklaliyetleri bulunmadığını ifade ediyor (https://www.facebook. com/reel/1215605660231137 ). Yöneticilerin kimi istibdatla ümmetin şura alanına çöktükleri ve onu daralttıkları gibi Allah ve Resulüne ait yasama alanına da çöküyorlar. Bunun nedeni de Camiye ve Medhaliye gibi sapkın anlayışlardır.
Halbuki bazı hadisler ilgili ayeti tefsir etmektedir. Mesela 'La taate limahlukin fi masiyeti'l halik' hadisi böyledir. Halika isyanda kula itaat yoktur. Kısaca yöneticiler müstakil olarak teşri ve yasama hakkına sahip değildirler. Onlar Kur'an ve Sünnete ittiba etmekle mükelleftirler. İçtihat yetenekleri varsa sadece bu sahada varlık gösterebilirler. Bu da tebei bir alandır. Ötesi yoktur.
Allah bes baki heves!