Mustafa

Mehmet Ali BULUT

Önce Hakan Aksay’ın Taraf Gazetesi’ndeki köşesinden bir alıntı yapalım (16 Ekim):

“Sinemadan çıktık. Arkadaşım düşünceli, üzgün, şaşkın... Ben daha bir şey sormadan dudaklarından bir soru dökülüyor:
- Ama o bir alçak değil miydi? Acımasız bir düşman olarak bilmez miydik biz onu?

Sözünü ettiği Aleksandr Kolçak. Çarlık ordusunun en seçkin komutanlarından biri. 1917 Devrimi sonrasında Kızıl Ordu’ya karşı savaşan Beyaz Ordu’nun liderlerinden. Ve kısa bir süre için “öteki Rusya’nın Yüksek Önderi”.

Arkadaşım, hayatının ilk yarısında SSCB yurttaşıydı. İkinci yarısında ise Rusya Federasyonu’nun yurttaşı. 

Okuduğu tarih kitapları Kolçak’ın “halk düşmanı” olduğunu yazıyordu. Bugün bir film izledik. Kolçak’ın ne denli güçlü ve dürüst bir kişiliği olduğunu…. (anlatan), bir ülkenin tarihine yeniden bakmayı deneyen bir film…”  (Bir insan, bir aşk, bir ülkenin tarihi adlı yazısından..) 

Hakan Aksay’ın ‘arkadaşım’ dediği, eski bir Sovyet yurttaşı. Tıpkı bizim gibi onlar da ideolojik bir ‘kurmaca tarih’in kurbanı oldukları için nice ‘kara’ları ak, ‘ak’ları kara biliyorlar. 

Şimdilerde Rusya, ideolojik kaygılarla kapatılmış defterleri yeniden açıp gerçek tarihleriyle yüzleşme yolunda. Komünist rejimin ‘vatan haini’ ilan ettiği şahsiyetlerin aslında birer halk kahramanı olduklarını keşfetmenin şokunu yaşıyor. Aksay’ın arkadaşının şaşkınlığı da bundan kaynaklanıyor…

*  *  *

Yazıyı okuduğumda, içim yanmıştı. Bizde de olayları gerçek mahiyetiyle perdeye aktaracak ‘cesur’ yapımcılar çıkar mı acaba?

Çünkü hiçbir millet, tarihini gerçek mahiyetiyle bilmeye bizim kadar muhtaç değildir. Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Sovyetçi komünistler bile, Rusya’yı ve Rus tarihini bizim inkılâpçıların kendi tarihimizi hırpaladığı kadar hırpalamadılar. Çünkü orada yaşanan tahrip, bir intikamın değil, salt bir ideolojinin inşasının eseriydi. 

Bizim devrimlerimizin mahiyeti bir ideolojinin inşasından ziyade; sanki var olan diri bir kültürün imhası yahut -en hafif ifade ile- görmezlikten gelinmesiydi. İtikadî anlamda tarif edecek olursak, ‘bir tekfir’ hareketiydi. (Ke-Fe-Re üstünü örttü, görmezlikten geldi anlamınadır). İnkılâpların, bazı kesimler tarafından belli bir dönemde‘tekfir’le eş anlamlı kullanılması da bu yüzdendir.

Esasında, Atatürk de inkılâpların ‘dini olmayan bir hayat tarzı’nı ikame etmeye yönelik olduğunu ifade eder. Nutuk ve özellikle hususi ortamlarda serdettiği fikirlerinin geri planında bunu görüyoruz. Onun kafasındaki medeni dünya ve ona uygun hayat tarzı, dine dayanmamaktaydı. 

Belli kesimlerin, Atatürk’ü ‘dindar gösterme’ çabaları o yüzden bana hep komik gelmiştir. Tercümanlı yıllarımda Cumhuriyet’in ilk muallimlerinden Ord. Prof. Reşat Kaynar Hoca ile üç dört yıl birlikte çalışma imkânımız oldu. Gerek Reşat Hoca ve gerekse Erol Şadi Erdinç’in değişik izin ve müsaadelerle saklı arşivden alabildikleri belgelerden de çok iyi biliyorum ki, Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i kurmadan önce de dine karşı ‘lakayt’tır. Hatta Cumhuriyet’ten çok önce okuduğu bir Fransızca felsefe kitabının kenarına kendi el yazısıyla düştüğü notları, onun din hakkındaki görüşlerini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. 

Marks gibi ‘Din afyondur’ demese de dini, benzer bir kaideye oturttuğu, aynı kefeye koyduğu aşikârdır. 

Daha sonraki dönemlerde, dindarlığına veya dine taraftarlığına ‘delil’ sayılabilecek bütün haller ve söylemler, mevcut şartları, pragmatik bir üslupla inkılâpların lehine çevirme ve toplumdan destek alma çabasıdır. Balıkesir Hutbesi de dâhil… 

Fakat bu, Mustafa Kemal’in ‘takiye’ yaptığı anlamına gelmez. Gerçekten de o, hiçbir zaman takiye yapma ihtiyacı duymamıştır. Toplumun güvenini kazanmak ve meydana getireceği inkılâbın, toplum tarafından hemence reddedilmesine sebep olacak hal ve söylemlerden sakınmak aklın icabıdır. Bir lider için bundan doğal ne olabilir! Üstelik ideolojilerin inşasında yalan dahi bir yoldur. Hutbe okuması, Mehmetçiğin savaşlardaki gayretini, göğsündeki imana hamletmesi gibi son derece dâhiyane seçilmiş cümleler ve tavırlar onun sevk ve idaredeki kabiliyetinin eseridir. Fakat bunların hiçbiri, onun İslam’a taraftar olduğu veya dinin hayat içindeki fonksiyonlarını benimsediği anlamına gelmez. Hatta dikkat edildiğinde görülecektir ki Mustafa Kemal’in takip ettiği yol, aslında dini, hayatın ana merkezi olmaktan çıkarma hareketidir… Nitekim bu çabasıdır ki laikliğin aynı zamanda bir hayat tarzı olarak algılanmasına yol açmıştır. 

Zaten Mustafa Kemal’in nihai maksadı; Osmanlı bakiyesi olan ahaliden, içinde dinin sadece bir kültürel doku olduğu ‘modern’ bir toplum yaratmaktı. Bunu da başardı.  

Hiç kendisini gizlemedi, fikirlerini saklamadı. Her yerde her daim ne amaçladığını ifade etti. Bulgaristan’da dans edenleri izlerken söylediği ‘içim yanıyor’ tabiri bu özlemin nasıl bir hayat içerdiğini gösteriyor. 

Benim anlayamadığım şu: Mustafa Kemal, hiçbir zaman kendisini toplumdan gizlemek ihtiyacı duymadığı halde, neden sonra gelenler, onunla ilgili birtakım halleri ve fikirleri toplumdan gizleme ihtiyacı duymuşlardır?

Mustafa Kemal’i gerçek manası ve amacıyla toplumun tanımasına mani olanları ‘Atatürk düşmanı’ addetme hakkımız var. Demek ki, kendilerince onun halini kendi terazilerinde tartıp eksikli ve kusurlu buluyorlar ki, Mustafa Kemal’i bir ‘insan’ ve kendisi olarak tanımamızı istemiyorlar. O yüzden de ilk defa Mustafa Kemal’i –az da olsa- kendi çerçevesinde aktarmaya çalışan Mustafa filminden rahatsız oldular.

*  *  *

Hz. İsa’nın Tanrının oğlu olduğun kabul ettirmek isteyen Hıristiyanlık tarihi yazarları Hz. İsa’nın bir kadınla ilgilenmiş olmasını asla benimsemediler. Belki de annesinden sonra Hz. İsa’yı en çok sevmiş ve Hz. İsa’nın da sık sık evine gidip geldiği Marie Magdelena’yı,  -haşa- ‘kötü kadın’ olarak nitelediler ve tarihe öyle kaydettiler ki İsa’yı ‘ilahlaştırma’ operasyonu gerçekleşebilsin. 


Çünkü bizim gibi yiyen, içen ve acı çeken ve bir kadının yanında bulunmuş bir ‘İsa’ imajına, ‘rablık’ heykelini oturtamazlardı. O yüzden de Hıristiyanlığı ilk kaleme alanlar, Hz. İsa ile ilgili birçok gerçeği çarpıtıp kendi amaçlarına yarayacak bilgilerle değiştirdiler. Diğerlerini de imha ettiler. Sonunda Roma tanrı krallarına benzer bir imaj yarattılar ve onu Hz. İsa’ya giydirdiler. 1950 küsür yıldır Hz. İsa şu kurgulanmış görüntüden kendisini kurtaramadı.

İşte bizim bir kısım Atatürkçülerimizin de Mustafa Kemal’e yaptığı bu! Güya kusur saydıkları bazı şeylerin Atatürk tarafından işlenmiş olmasını ona yakıştıramadıkları için ona dair belge ve bilgileri saklıyorlar. Ve maalesef bu tutum, Atatürk’ü ilahlaştırmak şöyle dursun, aksine belki hiç de hak etmediği halde kendisiyle ilgili yanlış imaj ve anlayışların yayılmasına neden olmuştur.

Evet, Mustafa Kemal kaderin memuruydu. Şu milletin, bin yıllık ihmalkârlıklarının ceremesini ödediği bir hengâmede ortaya çıktı ve onların başına geçip, o zaaf ve aczi, kuvvete dönüştürüp ondan ‘modern’ bir yapı ortaya çıkardı. Bu ‘modern’ kavramının, tamamen pozitivist düşünce (inkar-ı uluhiyet) temeline oturtulmuş bir kavram olduğunu asla akıldan uzak tutamazsınız. Mustafa Kemal’in ‘modern’ diye tanımladığı hayat tarzı ‘la dini’ bir hayat tarzıdır. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in hayatında ‘din’, kabul etseniz de etmeseniz de kayda değer bir itibara sahip değildir.

Ancak, elbette ki din gibi toplumları en derinden etkileyen bir olgunun kendi başına bırakılması da düşünülemezdi. İşte laikliğin dini dışlayan ama onu kontrol etmekten de geri durmayan atıflarını da bu çerçevede algılamak gerek…

*  *  *

Yani Mustafa Kemal çok az insana nasip olacak bir şeyi; ideallerini gerçekleştirmeyi başardı. Gizlenecek bir şey de yapmadı. 

Peki, niye birileri onunla ilgili belgeleri, bilgileri hâlâ halktan gizleme ihtiyacı duyar? Neden bir kahramanı korumak için kanun çıkarılır? 

Acaba onun hal ve hareketlerini, eylemlerini, düşüncelerini halktan gizlemeye çalışanlar aslında Atatürk’ün yaptıklarını içlerine sindiremedikleri için mi bu yola başvuruyorlar? Onu her hareketiyle benimsemiş taraftar, niye onun yaptıklarını gizlemeye kalkışsın ki! 

Kendisi veya en yakın dostu İsmet Paşa, ‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’ yapmaya ihtiyaç duymadıkları halde, Menderes’in böyle bir kanunu çıkarması ne kadar samimiyetten uzak ise, birçok yaptırımı olmayan geçmiş döneme ait kanunların, altlıklarının I. AK Parti hükümeti tarafından doldurulması da öyle… Hakiki taraftarlık zaaf içermez, samimidir. Gayrı samimi olanlar ise ifrat ederler. 

Hakiki Türk’ün Türkçülük yapmaya ihtiyaç duyduğunu gördünüz mü? Nerede bir Türkçü varsa, dikkat edin hakiki Türk unsur değil, Türkleşmiş unsurdur. Teorisyenler de dahil! Acaba kurucuların kökenleri konusunda mı bir sıkıntı var ki böyle kamufleler yapılıyor? Yoksa samimi taraftar, davasının hakikatinden şüphe etmeyen, davasını ve delillerini saklama ihtiyacı duymaz ki! 

Ama işte Türkiye, nedense, kendi kuruluş dönemleriyle ilgili vesikaları açmaya cesaret edemiyor. Acaba, iddialarının çürük, isnatlarının zayıf, karşıtlarının mazlum olmasından mı korkuyorlar? 

Yahut bize anlatılan tarihin kurmaca bir tarih olduğunun ortaya çıkması endişesi mi var? Mesela Vahdettin’in aslında hain olmadığı, Mustafa Kemal’in köprüleri atarak değil, padişahın teklifi ve yardımlarıyla Anadolu’ya geçtiği gibi… I. İnönü Zaferi gibi bir şeyin aslında hiç yaşanmadığı gibi… vs. vs. 

Belki de bütün bunlar saçma iddialar. Ama o döneme ait belgeler saklandıkça, her bir iddia haklılık payını korumaya ve söylence ile beslenmeye devam eder. 

Lenin, Stalin gibi acaba Mustafa Kemal’in etrafındakiler de yeni bir dünya kurmak için Mustafa Kemal’e kendilerinin yarattığı bir kişilik yüklediler de bunun anlaşılmasından mı korkuyorlar? Falih Rıfkı’nın Çankaya kitabında yer yer yansıtılan ‘normal’ insan Mustafa Kemal ile tarihlerin bize anlattığı yarı ilah Mustafa Kemal ne kadar da birbirinden uzak!.

Bence bu Mustafa Kemal’e yapılmış büyük bir haksızlıktır. Ben inanıyorum bir gün Mustafa Kemal de halkın önüne kendisi olarak çıkma ve çıkartılma hakkını elde edecektir. O zaman biz de toplum olarak tarihimizle yeniden yüzleşecek, gerçek kahramanlarla hainlerin kimler olduğunu göreceğiz. Bu açıdan Can Dündar’ın yaptığı bir insan için küçük ama kapalı kapıların aralanması açısından büyük adımını takdirle karşılıyorum. 

Mustafa Kemal ne zaman ki gerçek mahiyetiyle halka anlatılabilir hale gelir, o zaman diğer ölümsüz Türk kahramanları gibi tarihte hak ettiği yerini alır. Yoksa Atatürk’e yüklenen bu ’tanrılık misyonu’ bir süre sonra onu tamamen anlaşılmaz hale getirecektir.

Tanrı nasıl ki kendisinden ziyade tanrıcılık yapanlardan çekmiştir, Atatürk de Atatürk’ten ziyade Atatürkçülük yapanlardan çekiyor. Ama onların sultasından kurtulup kendisi olması zamanı hayli yaklaşmıştır…

Gasteci.com

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.