Resûl-i Ekrem’in (sav) Yüksek Şahsiyeti ve Engin Merhameti

Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

Önümüzdeki 3 Eylül Çarşamba günü H. 1447 yılı, Rebîu’l-Evvel ayının 12’sidir. Yani Resûl-i Ekrem’in (sav) dünyaya teşrifinin, mevlid-i Nebî’nin yıl dönümüdür. İslam tarihçileri, Hz. Peygamber’in (sav) meziyetlerinden ve Allah vergisi olan fikirlerinden övgüyle, büyük bir zevk ve heyecanla bahsederler. 63 yıllık ömründe herkes için ne kadar çok hayır istediği ve davasında ne kadar samimi olduğu simasından zaten anlaşılıyordu. Ümmi olmakla birlikte kâinat kitabına derinden nüfuz eden Hz. Muhammed’in zihni, gerek ümmileri gerek âlimleri eşit şekilde etkileyen bir tesire sahipti. Büyüklere hürmeti, çocuklara, kimsesizlere, fakirlere şefkati ve cüretkârlara karşı cesaretiyle herkesin takdirini kazanmıştı.

Simasında öyle bir haşmet, öyle bir deha ifadesi vardı ki, kendisiyle temas kuranların hepsine hürmet ve muhabbet duygularını ilham ederdi. Yahudilerin âlimlerinden olan Abdullah b. Selam onu görür görmez ayaklarına kapanıp Müslüman olmuştu. Yakınları kendisine, “Onun peygamber olduğunu nasıl anladın?” diye sordular. Abdullah b. Selam, “Çünkü o simada yalan olmaz, o yüzde hile olamaz” demişti.[1]

Hz. Peygamberin fikri yüceliği, ince kalpliliği ve temizliği, iffeti ve doğruluğu hususunda bütün tarihçiler ittifak ederler. Kendisinden aşağı olanlara karşı çok şefkatli olan Hz. Muhammed (sav) kendisine hizmet edenleri bir kere olsun hiç sorgulamamıştır. Peygamberimizin hizmetkârı Hz. Enes der ki: "Resulullah’a on yıl hizmet ettim. Bana bir kere olsun "of" dediğini işitmedim[2]

O hayatında hiç kimseyi dövmemiş, hiç kimseye kötü bir söz söylememiştir. Uhud savaşında, “Mekkeli müşriklere beddua edin Ya Resûlellah” denildiğinde cevabı şu olmuştu: “Ben lanet okumak için değil, âleme rahmet olmak için gönderildim.[3]

Hz. Peygamber’de (sav) bir itaat cazibesi vardı. Bu kadar temiz, bu kadar ince duygulu ve bu kadar kahraman bir fıtrat yalnız hürmet değil aynı zamanda muhabbet de telkin eder. Bu yüzden onu bir kez gören ve ona iman eden bir insan sınırsız bir şekilde ona itaat eder, deyim yerindeyse ona âşık olurdu. Hiçbir imparator ve hiçbir hükümdar, yoksulluk içinde büyüyen, kendi eliyle ayakkabısını diken ve abasını yamayan Hz. Peygamber kadar itaat görmemiş ve sözü dinlenmemiştir. Hz. Muhammed (sav) insanları etkilemek gibi bir simaya ve bir kabiliyete sahipti. O her zaman insanları iyiliğe, hidayete ve hayra sevk etmek için bu kabiliyetini kullanma asaletini göstermiştir.

Hz. Peygamber (sav) kötülüğe karşı kötülükle mukabele etmeye muktedir olduğu halde sadece sözle değil, hareketleriyle de Allah'ın hoşgörü ve müsamaha prensibini esas almayı tercih eden bir karaktere sahipti. Böyle bir karaktere sahip olan insanlar herkese değer verirler. Hz. Muhammed (sav) bir devlet reisi olarak halkın hayat ve hürriyetlerinin koruyucusu olmak bakımından her zaman adaleti icra etmiş, suçluları layık oldukları cezalara çarptırmıştır. Fakat aynı zamanda bir rahmet peygamberi ve büyük bir hidayet rehberi olan Hz. Muhammed (sav) bu yönüyle en korkunç düşmanlarına karşı bile şefkatli ve merhametli davranmıştır. Kısacası Hz. Resul-i Ekrem, insan fikrinin hayal edebileceği en yüksek adalet ve merhamet sıfatlarını taşımaktaydı.

Bir defasında Müslümanlar bir savaştan dönmüşler, ganimet dağıtılmış ve herkes payına düşeni almıştı. Resûl-i Ekrem (sav) ashabına sohbet ederken Zü’l-Huvaysara adında bir adam yağa kalkıp, (اعدِل يا محمَّدُ فإنَّكَ لم تعدِلْ) “Adil davran ya Muhammed, sen adil davranmadın” dedi. Hz. Ömer, silahına davranıp, “İzin ver bu münafığın kafasını keseyim ya Resûlellah” dediyse de Resûlüllah izin vermedi. Sadece, (ويلَكَ ومَن يعدلُ بعدي إذا لم أعدِلْ) “Yazık sana, ben adil davranmazsam benden sonra kim adil olabilir?” buyurdu. Sonra konuşmasına izin verdi. Adam payına düşen kumaşın bir cübbeye yetmediğini oysa Resûlüllah’ın payına düşen kumaşın bir cübbe olduğunu söyledi. Resûlüllah (sav) ise, başka bir payın kendisine hediye edildiğini ve bu şekilde bir cübbeye yettiğini buyurunca adam mahcup oldu.[4]

Hz. Peygamber (sav), saldırgan olan bedevi Arap kabilelerini tedip etmek amacıyla gönderdiği askeri birliklerin komutanlarını “zayıflara dokunulmaması” konusunda uyarmıştır. Keza Bizans'a karşı sevk edilen birliklerin komutanlarına şunları söylemişti: "Bize karşı işlenen suçların intikamını alırken evlerinde oturan ve düşmanca hareketlerde bulunmayanlara saldırmayınız. Kadınların zafiyetine saygılı olunuz. Anne kucağındaki çocuklara ve hastalara dokunmayınız. İnsanların geçim kaynaklarını imha etmeyiniz. Yemiş ve hurma ağaçlarına el uzatmayınız."[5]

Onun izini takip eden Hz. Ebubekir (r.a) de aynen ona uyarak komutanı Yezid b. Ebi Süfyan'a şu talimatı vermişti: "Ey Yezid, Zafer elde ettiğiniz zaman çocukları, hastaları, ihtiyarları ve kadınları öldürmeyiniz. Ekinleri ve meyve ağaçlarını tahrip etmeyiniz. Yiyeceğiniz için gerekli olan hayvanlardan başkasına sakın zarar vermeyiniz.”[6]

Hz. Peygamber (sav) 23 yıllık risalet dönemi içinde nasıl bir insan olduğunu bütün dünyaya göstermiştir. O'nun engin merhameti, güçlü dostluğu, her türlü eziyete tahammül göstermesi, cesareti ve her şeyden önemlisi samimiyeti ve hak uğrunda hararetli gayreti, O'nun güzel ahlakını ve yüksek şahsiyetini ortaya koymuştur. Doğum yeri olan Mekke’de kendisini anlamak istemeyen müşrik liderler tarafından zorlanınca Medine’ye hicret etmişti.

HİCRET

Medine halkı Hz. Muhammed'i (sav) tanır tanımaz hem kalben hem de emirlerine itaat etmek suretiyle O'na bağlanmıştı. Bu büyük sevgi o kadar yayıldı ki, bütün kabilelere sirayet etmişti. Sonunda on yıl gibi kısa bir zaman içinde bütün Arabistan Hz. Muhammed'in (sav) getirdiği tevhit inancına teslim olmuşu. Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicret ettiğinde orada yaşayan Evs ve Hazrec Kabileleri, aralarında süregelen kavga ve düşmanlıkları din kardeşliği içinde unuttular. Bu iki Kabile İslam sancağı etrafında toplanarak İslam cumhuriyetinin temelini oluşturdular. Aralarındaki ihtilafları yok ederek bunalım dönemlerinde İslâm’a yardım ettikleri için tümüne birden "Ensar" adı verilmiştir. Doğum yerleri olan memleketlerini terk eden ve yurtlarıyla olan bütün irtibatlarını keserek hicret eden müminlere de "Muhacir" unvanı verilmiştir.

Muhacir ve Ensar İslâm’ın rükünleriydi. Bu iki grubun Hz. Peygamber'e bağlılıkları sonsuzdu. "Muhacirler", evlerini ve yurtlarını terk etmişler, bütün Arap geleneklerine aykırı bir şekilde dinleri uğruna akrabalık bağlarını çiğnemişler, tüm zahmet ve meşakkatlere göğüs gererek sırf Allah rızası için her türlü tehditlere karşı koymuşlardı. Medine-i Münevver'deki Ensar da bu din kardeşlerine kucak açmışlar, onların fakirlerine mal-mülk vererek diğer ihtiyaçlarını da temin etmişlerdi.

Hicretten sonra da Müşriklerin ölüm tehdidi devam ediyordu. Ancak müşriklerin tehdidi karşısında sarsılmayan Hz. Peygamber (sav), başkalarının varlığı kendi hayatına bağlı olduğu zaman elbette ki hiç sarsılmayacaktı. Sarsılmak bir yana, Hz. Peygamber kendisini “Allah’ın peygamberi” olarak kabul eden herkesle bir sosyal bütünlük oluşturmaya başladı.

O, barış mümkün olduğu sürece silaha başvurmamayı esas alan bir savunma stratejisine sahipti. Bu amaçla Önce kabileler arasındaki kan davalarını kaldırdı; Evs ile Hazrec kabileleri arasındaki ihtilafa son verdi. Yahudi ve Hristiyanları da kendi cemaatinin içine almayı başardı. Bütün müminler arasında, müşrik Arapları ve Yahudileri şaşırtan güçlü ve içten bağlar kurdu. İster Yahudi, ister sabiî, ister Hristiyan olsun, Allah’a ve ahirete iman ederek iyi işler işlediği takdirde, Medine’de hiç kimse için korkunun olmayacağını ilan etti.

İLK SAVAŞ

Medine’ye geldiği sırada, senelerden beri birbirileriyle savaşan Evs ve Hazrec kabileleri pamuk ipliğiyle bağlı bir antlaşma imzalamışlardı. Kureyş’in nüfuz ve tesiri altında olan çöldeki kabileler, bütün kabalıklarıyla Medine’ye düşmandılar. Hz. Peygamber’in Medine’ye teşrif buyurmasından hemen sonra İslam’ı tehdit eden tehlikeler meydana çıkmıştı. Mekke’de iken ölümle burun buruna mücadele eden, şimdi de gönüllerinde doğan nur uğrunda gurbet ve sefalete maruz kalan Mekkeli Müslümanlar sayıca çok fazla olmadıkları gibi aynı zamanda maddi durumları da zayıftı. Medine’li Müslümanlar da sayıca fazla olmadıkları gibi, aralarında kabile ihtilafından kaynaklanan bir takım kıskançlıklar da vardı.

Medine'ye vardığı dakikadan itibaren Hz. Peygamber ve ashabının mukadderatı, kendisini davet eden ve samimiyetle kabul eden Medine halkının mukadderatıyla birleşmişti. Her türlü zulüm ve saldırıya açık olan Müslümanlar, ellerindeki kılıcı kullanmadıkları takdirde kesinlikle yok olmaya mahkûmdular. Bununla birlikte, ancak düşmanların saldırılarına maruz kaldıkları zaman, Allah kendilerine nefsi müdafaa yapabilecekleri müjdesini vermişti: Allah şöyle buyurdu: (أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَاتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَإِنَّ اللَّهَ عَلَىٰ نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ) "Saldırıya uğrayanlara zulme mâruz kaldıkları için savaş izni verildi. Allah onları muzaffer kılmaya elbette kadirdir.”[7]

Müslümanlar için nefis müdafaası kelimenin tam anlamıyla, canlarını, mallarını ve ırzlarını koruma müdafaasıydı. Müslümanlar ya toptan katliama uğrayacaklar ya da saldırıya maruz kaldıkları zaman kendilerini müdafaa edeceklerdi. Müslümanlar ikinci şıkkı tercih ettiler ve normal olan da buydu. Nitekim Bedir savaşıyla başlayan çok uzun mücadelelerden sonra düşmanlarını ancak mağlup etmeye muvaffak oldular.

Nihayet Müslümanlarla Mekkeli müşrikler, M. 13 Mart 624, Hicrertin 2. Yılı, 17 Ramazan’da Bedir’de karşı karşıya geldiler. İslam ordusu ile küfür ordusu ilk kez çarpışacaktı. Müslümanlar oruçluydu. İslam ordusunda 74’ü muhacir, geri kalanı Ensar’dan olmak üzere yaklaşık 305 asker vardı. Orduda ayrıca 70 deve ve 2 de at bulunuyordu. Ebucehil komutasındaki küfür ordusunda ise, Kureyş kabilesinin hemen bütün kollarından toplanan binden fazla eğitimli asker vardı. Orduda ayrıca 700 deve, 100 de at bulunuyordu.

Hz. Peygamber Bedir’deki çadırında ayağa kalkıp uzunca bir dua yaptı. Arkaya doğru o kadar eğilmişti ki, ridası omuzundan düştü. Sonunda çok dokunaklı bir cümle kurdu ve şöyle buyurdu: “Ya Rabbi, eğer bu orduyu helak edersen yeryüzünde sana hakkıyla ibadet edecek kimse kalmaz.” Ebû Bekir (r.a) ridasını aldı, omuzuna koydu, elinden tuttu ve: “Yeter ya Resûlellah, Allah senin duanı kabul edecektir” dedi. Hemen ardından Cebrail indi ve: (سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ) “Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönüp kaçacaklar”[8] ayetini okudu. Sonunda zafer Müslümanların oldu. Mekkeli müşrikler büyük bir yenilgiyle geri döndüler.[9]

MÜTEVAZILIĞI

Mütevazı bir kişiliğe sahip olan Resulullah (sav), deyim yerindeyse, Arabistan’ın hükümdarı olmuş, dünyevi açıdan kisralarla kayserlerin derecelerine çıkmış ve insanların mukadderatına hâkim olmuştu. Fakat aynı ruhanî tevazu, aynı fitrî asalet, aynı kalp temizliği, aynı güzel ahlak, aynı duygu nezaketi, aynı vazifeperverlik, aynı kadirşinaslık hâsılı ona “el-Emin” lakabını kazandıran bütün vasıflar onda devam etmiştir. Bununla beraber Rabbinden bir an gaflet etmemiş ve insanlığın hizmetinden ayrılmamıştır. Bir defasında Mekke’nin, sözü en çok geçerli eşrafından bazılarıyla bir dini mevzu konuşurken, her nasılsa hakikat arayan İbnu Ümm-i Mektum adındaki bir âmâya iltifat etmemiş ve bu hareketi yüzünden Allah tarafından uyarılmıştı.[10] Hz. Peygamber bu hadiseyi daima üzüntü ve pişmanlıkla yâd eder ve Allah’ın, bu hareketini tasvip etmediğini söylerdi.

Hz. Muhammed (sav) Allah'ın kendisine öğrettiği siyaset ile dünya çapında bir devlet kuran ve sosyal bir toplum meydana getiren benzersiz ve güçlü bir devlet adamıydı. Fakat vatandaşlarını birer köle kabul eden Bizans ve Sasanî hükümdarlarının aksine bağdaş kurup yere oturur, merkebe biner ve kölelerle yemek yerdi.

Bir gün Onu görmeye gelen bir bedevi, “Muhammed nerede?” diye sordu. Ona, “İşte şurada oturuyor” dediler. Adam Hz. Peygamber’i bir kral gibi hayal edip öyle gelmişti. Bir topluluk içinde bağdaş kurup oturduğunu görünce, şaşırmıştı. Nihayet Peygamberimizin yanına götürüldü. Hz. Peygamber ona, “Otur” dedi. Adam oturdu. Hz. Peygamber, “Biraz daha yanaş” dedi ve Ona İslam’ı anlattı. Adamın dizi Peygamber’in dizine bitişmiş, korkudan titriyordu. Bunu hisseden Hz. Peygamber, “Rahat ol, ben bir kral ya da zorba bir insan değilim. Ben kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum. Ancak Allah’ın kulu ve elçisiyim[11] buyurdu.

Onun birçok ismi ve unvanı vardı. Fakat en sevdiği unvanı, “Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed” idi. Bir gün Resûlüllah (sav) çölden gelen bir grubun bulunduğu bir meclise dâhil oldu. Hepsi birden ayağa kalktılar ve: “Sen büyüğümüzsün, mevlamızsın, şereflilerin şereflisisin” diye onu methettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Hıristiyanların Hz. İsa’yı abartılı şekilde methettikleri gibi beni methetmeyiniz. Ben ancak Allah’ın kulu ve elçisiyim” dedi.[12]

O sadece Allah’a güveniyor ve ona teslim olmuştu. Gatafan Gazvesi sırasında Resûlüllah (sav) yağmurdan ıslanan elbiselerini kurutmak için bir ağacın altında dinleniyordu. Gavres b. Haris adında bir adam, Onu öldürmek için kılıcıyla başucuna gelerek; “Bu gün seni benim elimden kim kurtaracak ya Muhammed?” dedi. Resul-i Ekrem (sav) mükemmel bir cesaretle “Allah” diye cevap verince, Gavres’in kılıcı elinden düştü ve eli havada kaldı. Resul-i Ekrem (sav) hemen kılıcı alıp “Peki, ya şimdi seni benden kim kurtaracak?” buyurdu. Gavres “Beni kurtaracak hiç kimse yoktur ya Muhammed” dedi ve Müslüman oldu, kavmini de İslam’a davet etti.[13]

İslâm’ın getirdiği din kardeşliği bir takım ihtilaf ve çekememezlikleri ortadan kaldırmıştı. Ayrıca Allah ve Resulü uğrunda en büyük fedakârlığı seçmek konusunda Müslümanlar arasında bir fazilet yarışına da vesile olmuştu. Müslümanların bu yeni uyanış yolunda gösterdikleri büyük arzu ve kaynaşma, hayatlarını feda edebilmek için duydukları heyecan, Hz. İsa’nın havarilerinden o güne kadar, dünyada benzeri görülmemiş bir olaydı.

اللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنا مُحَمَّدٍ وَعَلى آلِهِ وَاَصْحابِهِ وَ أزْوَاجِهِ وَذُرِّيَّتِهِ أَجْمَعِينْ

Binlerce salat ve selam ona ve onun âl ve ashabına olsun. Rabbim şefaatine nail eylesin.

[1] İbn Sa’d, Tabakat, 1/235; Bediüzzaman, Mektubat, 19. Mektup, 2. Nükteli İşaret.

[2] Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, V, 322.

[3] Müslim, Birr, 87.

[4] Buhari, Menâkıb, 35.

[5] İbnu Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, IV, 262, Beyrut, 1985.

[6] A.g.e., VI, 320.

[7] Hac, 22/39.

[8] Kamer, 54/45.

[9] Müslim, Cihad, 58.

[10] Abese Suresi, bu olay üzerine Resûlüllah’a indirilmiştir.

[11] İbn Maceh, Et’ime, 30.

[12] Buhari, Enbiyâ, 48.

[13] Buhari, Cihad, 87.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (8)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.