Muhaliflerin Bediüzzaman’ı Anlatmaları

Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ

1) Son zamanlarda kendilerini “Hoca” veya “Âlim” kabul eden bazı şahıslar her nedense Bediüzzaman’ı ve onun eserlerini anlatma merakına tutulmuşlar. “Kerameti kendinden menkul”, biraz Arapça ibare okuyabilen bu tür şahıslar, bir Youtube kanalı açıp sabah akşam Bediüzaman’ı ve Risale-i Nur eserlerini tenkit ediyorlar. “Said Nursî şöyle yanlış yapmış, böyle hataları vardır” diye esip gürlüyorlar. Bir de belki onun ilmine bir değer katar diye onun “Bediüzzaman” ismini hiç kullanmıyorlar. Belli ki, sözüm ona bu ismi ona layık görmüyorlar.

2) Aslında bu güzel bir gelişme. Çünkü eğer bir eseri muvafık ve muhalif insanlar okuyorsa o eserin ne kadar yüksek bir kıymete sahip olduğunun en önemli bir delili, müellifinin de sıradan bir âlim olmadığının en büyük emarelerinden birisidir. Muhalif olanlar velev ki Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur eserlerine üstünkörü bir nazarla baksalar bile ondan istifade edeceklerinden eminim. Çünkü Risale-i Nur bir meyve bahçesi gibidir. Bahçeye giren az-çok mutlaka istifade eder.

3) Ne yazık ki bu tür hocaların bazı kötü huyları da vardır. Onlardan birisi ve en tehlikelisi tedlis yapmaktır; yani hakikati gizlemeye çalışmak, yokmuş gibi kabul etmek ve faziletleri inkâr etmektir. Gerçek şu ki, tenkit gözüyle dahi olsa Bediüzzaman’ın eserlerini okuyan hocalar ondan çok önemli hakikatler öğreniyorlar; fakat sonra kendi malıymış gibi onları satmaya çalışıyorlar. Hatta kaynak göstermeden kitaplarına bile koyuyorlar. Oysa bu durum ilme, ilmin adabına aykırıdır ve âlimlere hiç yakışmaz.

4) Bediüzzaman hakkında ileri geri konuşan bu talihsizlerden birisi de Mustafa Öztürk’tür. Onun Tarihçe-i Hayat’ını okuyarak, tenkit etmek için kendine göre bol malzeme bulmuştur. Youtube kanalında yaptığı konuşmada bir müsteşrik kurnazlığıyla zaman zaman güya Bediüzzaman’ı överken aynı zamanda ona yapılmayacak en büyük iftiralarda bulunuyor. Mesela onun büyük bir egoya sahip olduğunu söylüyor. Bu dehşet verici bir iftira…

5) Mustafa Öztürk ölümü hakir görerek cihad meydanına atılmanın ne demek olduğunu bilmediği ve yaşamadığı için zalimlere meydan okumayı ego olarak niteliyor. Bilindiği gibi, meşhur 31 Mart vakası, zamanın hükümeti tarafından bastırılınca, “Şeriat isteriz diye” meydanlara çıkan bazı meczuplar ve onların etrafında toplanan darbe taraftarları, “şeriati istediniz” diye divan-ı harpte sorguya çekilmiş ve onlarca kişi idam edilmişti.

O zaman İstanbul’da bulunan ve vaka ile hiçbir alakası olmayan Bediüzzaman da gözaltına alınıp sorguya alınmıştı. Divan-ı harp mahkemesinin hâkimi kendisine, “Sen de mi şeriati istemişsin?” diye sorunca Bediüzzaman bu soruya, "Şeriatın bir tek hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil” diye cevap vermişti. Üstelik divan-ı harp mahkemesinden beraat edilince dışarı çıkıp, “Zalimler için yaşasın Cehennem” diye haykırmıştı.

Bediüzzaman Sultan Abdülhamid’in huzuruna çıkarak, “Yıldız sarayını Darü’l-Fünun yap; ta Süreyya gibi ol olsun” dediği ve Van’da bir üniversite kurulması talebinde bulunduğu için zaptiye nazırı onun bu cesaretini aklına sığdıramamış ve “mecnundur” diyerek onu tımarhaneye göndermişti. Muhtemelen Mustafa Öztürk de Tarihçe-i Hayat’ı incelerken divan-ı harpteki savunmasını okumuş ve Bediüzzaman’ın bu cesaretini, bu pervasızlığını aklına sığdırmadığı için, “Bediüzzaman’ın büyük bir egosu vardır” diyor.

6) Eğer Mustafa Öztürk Bediüzzaman için “Büyük egosu var” diyorsa ya okuduğunu anlamıyor ya da kötü niyetli birisidir. Yargılandığı mahkemede, “Sarığını çıkar” diyen savcıya, şeriatın bir tek hakikatinin çiğnenmemesi için, “Savcı efendi, bu sarık bu başla beraber çıkar” diyen Said Nursî, Müstafa Öztürk’e göre egosunu ortaya koyuyor, öyle mi? Hayır… Bu çirkin bir iftira. Bu tavır, cihat ruhu kuvvetli olan bir İslam kahramanının, Resûlüllah’ın (sav) sünnetine hakaret edilmemesi için gerekirse hayatını ortaya koymasıdır. Fakat Mustafa Öztürk bu kahramanlığı, bu fedakârlığı ve bu adanmışlığı idrak edemiyor.

7) Bediüzzaman’ın Denizli mahkemesinde, savcının “tarikatçılık ve siyasi cemiyet kurmak” ithamına karşı, mahkeme heyetinin yüzüne bakarak söylediği şu söze bakalım: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşallah.” Hiç şüphesiz Bediüzzaman’ın bu sözü bir ego alameti değil, bir serdengeçtiliğin işaretidir. İşte Mustafa Öztürk ve diğer muarızların anlamadığı nokta burasıdır.

Hocalar! Siz zekânızı, 90 kitabı ezberleyecek kadar büyük bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahip olan, yanında Kur’an’dan başka kitap olmadığı halde dev-asa bir Külliyat telif eden bir adamın zekâsı ile mukayese edebilir misiniz? Siz en ufak bir menfaatiniz için lafı eğip bükerken Bediüzzaman idamla yargılandığı mahkemelerde, İslam’ın izzetini korumak için mahkeme heyetini bile şoke edecek ifadeler veriyordu.

8) Siz Bediüzzaman’ı tenkit edenler! Bu zekânızla üniversite hocası olmuş, en az bir arabaya, bir daireye ve belki de birkaç arsaya sahip olmuş adamlar iken, Said Nursî, kendisini Bediüzzaman yapacak kadar yüksek bir zekâya sahip olduğu halde bu dünyada bir karış toprağa sahip olmamıştır. Mustafa Öztürk dâhil Bediüzzaman’ı tenkit eden hiçbir muhalif, “Bediüzzaman kendisi için servet biriktirdi, zengin olmak için etrafına adam topladı” diyemez ve dememiştir. Evet, eğer isteseydi Türkiye’nin en yüksek maaş alan bir memuru olur, evlere, çiftliklere ve arsalara sahip olabilirdi. Nitekim kendisi sürgün hayatında, Barla’nın dağ ve derelerinde ve mahrumiyet içinde Risale-i Nurları telif etmekle meşgul iken onun çağdaşları olan birçok hoca, M. Kemal’in verdiği hakk-ı sükût maaşlarla geçinip gidiyorlardı. Ey Hocalar! Eğer bu durum sizi tefekküre sevk etmiyorsa demek taakul ve tefekkür merkeziniz arızalanmıştır.

9) Diğer taraftan Bediüzzaman, dine saldırıların açıkça yapıldığı 1921 yılında, M. Kemal’in ve İsmet İnönü’nün dinin öldürülmesi hakkındaki projelerini fark etmiş ve onlara karşı dini ihya etmek için evlenmekten, ev ve araba sahibi olmaktan ve bütün dünyevi zevklerinden vazgeçmiştir. O da diğer zamane hocaları gibi M. Kemal’in verdiği sus payı maaşı kabul ederek, evlenip çoluk-çocuk sahibi olur, bey gibi yaşar ve yolu hiç sürgüne ve hapishaneye uğramazdı. Ama öyle yapmadı, maaşa tenezzül etmediği gibi onun yerine dine, imana ve Kur’an’a yapılan saldırıları önlemek ve bu vatanın evlatlarına bir iman dersi vermek için kollarını sıvadı. Bu uğurda sürgün, hapis hatta ölüm dâhil her şeyi göze aldı.

10) Üstad Risale-i Nur hakkında şöyle diyor: “Risale-i Nurlar benim değil Kur’an’ın malıdır. Kur’an’ın feyzinden gelmiştir. Risale-i Nur’a hücum edilmez. O, doğrudan doğruya Kur’an’a bağlanmış ve Kur’an da Arş-ı Azama bağlıdır. Kimin haddi var ki elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün. Bazı zındıkların şeytaniyetiyle Risale-i Nura karşı çevrilen planlar ve hücumlar bozulacaktır. Onun şakirtleri başkalara kıyas olmaz, dağıttırılmaz, vaz geçirilmez. Cenab-ı Hakkın inayetiyle mağlup edilemezler.”

Bütün İslam âlimleri Üstadın “Risale-i Nurlar benim değil Kur’an’ın malıdır, Kur’an’ın feyzinden gelmiştir” şeklindeki sözünü bir tevazu işareti olarak kabul ederken Mustafa Öztürk bu sözü bir gurur ve kibir alameti olarak görüyor. Bu bir Su-i zandır. Çünkü onun bu sözü bir kibir değil, zalimlerin yüzüne hakikati haykırmaktır. Ama Mustafa Öztürk bunu anlamaktan uzaktır. Bediüzzaman, gizli zındık komitelerine alet olan bazı savcıların asılsız isnatlarına karşı bu cesur, heybetli ve susturucu cevapları vermek zorunda kalmıştır.

11) Mustafa Öztürk, Bediüzzaman’ı kendisi gibi sıradan müelliflere benzeterek “Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’an’a bağlanmıştır” sözünden bir kibir ve ego çıkarıyor. Evet, Kur’an’ın tefsiri için hayatını tehlikeye atan, telifinden hiçbir maddi beklentisi olmayan ve tefsirinde yazdığı hakikatler sebebiyle sürgüne gönderilen ve hapse atılan bir adamın yazdığı tefsir doğrudan doğruya Kur’an’a bağlanmıştır. Eğer Mustafa Öztürk bunu idrak edemiyorsa demek ki tersten bir idrake sahiptir.

Bediüzzaman’ın mahkemelerde defalarca ifade ettiği gibi Risale-i Nurlar’ların bir tek amacı vardır: o da gençliğin imanını kurtarmaktır. O, ekilen küfür tohumlarına bakarak, istikbalde iman hakikatlerini inkâr edecek bir neslin geleceğini görmüş, gençliği küfrün pençesinden kurtarmayı dert edinmiş; her derdin dermanını veren Allah da ona Nur Risalelerinin yazılmasını ilham ve ihsan etmiştir. Nitekim kendisi “Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır” diyor. Onun için Risale-i Nur’da riya yoktur, o mahz-ı hakikattir.

12) Mustafa Öztürk bir kurnazlık daha yaparak, Risale-i Nur’u cazibe merkezi haline getiren samimi ifadelerini, belagatini ve kendine mahsus akıcı üslubunu yok saymak için Bediüzzaman’ın popüler olmasını, devlet tarafından takip edilmesine bağlıyor. “Eğer devlet tarafından takibe uğramasaydı, sıradan bir hoca gibi kalır ve popüler olmazdı” diyor.

Oysa Said Nursî’yi “Deccallara meydan okuyan imanın remzi” olarak tanımlayan, Risale-i Nurları da “Büyük bir imparatorluğun son sözleri” olarak değerlendiren çağımızın büyük sosyoloğu Cemil Meriç Risale-i Nurlar hakkında bakınız ne diyor: “Risâle-i Nur’da üslûp ile mana tam bir ahenk halindedir. Denizin suyunda tuzla su nasıl kaynaşmışsa, Nur eserlerinde de mana ile üslûp o şekilde kaynaşmıştır. Bu itibarla Risâle-i Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi. Risâle-i Nurlar bizim millî hazinemizdir.”

Mustafa Öztürk ve onun gibilerin sözleri bu ifadelerin yanında sinek vızıltısı gibi kalır. Demek Said Nursî’yi anlatabilmek için önce onu ve onun eserlerini tanımak gerekir. Hatta Türkçeyi öğrenebilmek için Risale-i Nurları okumak lazım. Ama onu çala-kalem anlatanlar Tarihçe-i Hayat ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî’den başka hiçbir eserini okumadıkları, maksatlı sözlerinden anlaşılmaktadır.

13) Mesela Mustafa Öztürk, Haşir Risalesinden, 33 Pencereden, 22 ve 23. Sözden ve Tabiat risalesinden hiç bahsetmiyor. İki ihtimal vardır: Mustafa Öztürk ya bu eserleri hiç okumadı; eğer bu doğruysa, Bediüzzaman’ı anlatan birisi için bu hem ayıp hem büyük bir basiretsizliktir. Veya okumuştur; eğer okumuşsa yine iki ihtimal vardır; ya hiçbir şey anlamadı; bu doğruysa cehaletini ortaya koymuş demektir. Veya ne demek istediğini anladı ama fikre derinlik kazandıran ve üslûbunun güzelliğiyle gönüllere huzur veren bu eserlerin güzelliklerini tedlis edip gizledi. Bu ise hakikatin inkârından başka bir şey değildir. Bu tutum insanı, (وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ) “Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin” (bakara, 2/42) ayetinin hükmüne dâhil eder.

14) Mustafa Öztürk gibi Bediüzzaman’ı ve eserlerini anlatanlar sözü hep Sikke-i Tasdik-i Gaybî adlı esere getirirler. “Bediüzzaman neden cifir ve Ebced hesabıyla ayetlerden, Risale-i Nur’a ve müellifine işaretler çıkarıyor?” diye itiraz ediyorlar. Her şeyden önce, Arab harflerinin ilk dizilişi olan Ebced harfleri tarih boyunca birçok İslam âlimi tarafından istihraçlar için kullanılmış ve hala kullanılmaktadır. Bediüzzaman’ın yaşadığı ceberut döneminde hem kendisi hem talebeleri ağır tehditler altındaydı. Bediüzzaman’ın sık sık kullandığı, “Benim düşmanım olan münafıklar, gizli zındıka komitesi” ve buna benzer birçok ifade, kendisini nasıl takip ettiklerini ve tehdide maruz kaldıklarını açıkça gösteriyor. Şu ifadeler onundur:

Nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hürmetsizliktir.”

İşte O’na ve talebelerine saldıranlar bu insan suretindeki canavarlardı. Bediüzzaman, tıpkı eski ulemanın yaptığı gibi, talebelerinin kuvve-i maneviyelerini güçlendirmek, onlara manevi destek olmak için (اَللَهُ أَعْلَمُ بِالصَّوَابْ وَالْعِلْمُ عِنْد اللهْ لاَيَعْلَمُ الْغَيْبَ إِلاَ اللهْ) “Allah daha doğrusunu bilir, ilim Allah’ın yanındadır, Allah’tan başka hiç kimse ğaybı bilemez” dedikten sonra Ebced usulüyle Kur’an’dan bazı istihraçlar yapmıştır. Bundan dolayı ona, “Kendisini methediyor” diyenler, kendilerini onun yerine koyup yaşadığı o ceberut dönemi anlamaya çalışsalar hakka ve hakikate biraz yanaşmış olurlar.

15) Mustafa Öztürk, Sikke-i Tasdik-i Gaybî’deki istihraçları göstererek, “Bu metot tamamen hastalıklı bit metottur” diyor. Ey Hoca! Siz Bediüzzaman’ın cifir ve ebced hesabıyla ilgili çalışmalarına takılacağınıza neden onun devlet tarafından takip edilme sebeplerine hiç bakmıyorsunuz? Onu hiç konuşmuyorsunuz. Onu memleket memleket gezdirenlerin, ona hapishanelerde yer hazırlayanların, neden bu zulmü ona reva gördüklerini hiç anlatmıyorsunuz?

Bitlisli olan Said Nursî’nin, Burdur, Isparta, Barla, Kastamonu, Eskişehir, Denizli, Afyon ve Emirdağ’ında ne işi vardı acaba? Neden bunu hiç araştırmıyorsunuz? Neden M. Kemal’in ve İ. İnönü’nün bu memlekete giydirdikleri, fakat Bediüzzaman’ın giymemekte ısrar ettiği deli gömleğinden hiç söz etmiyorsunuz?

Ayrıca M. Kemal’in Kur’an harflerini kaldırıp yerine ecnebi harflerini koymasından, kadını yuvasından çıkarıp ecnebilere benzetmesinden, ezanı Türkçeye çevirip şapkayı zorla imamların başına geçirmesinden, şapka giymeyenleri de idam etmesinden… Ve Bediüzzaman’ın bunlara karşı yaptığı mücadelelerden neden hiç söz etmiyorsunuz? Çünkü korkuyorsunuz. Geleceğinizden, maaşınızın kesilmesinden ve tutuklanmanızdan korkuyorsunuz. İşte Bediüzzaman’la aranızdaki fark budur. O din için, iman için, İslam’ın ve ilmin izzeti için hayatını ortaya koydu, sizler ise maaş alabilmek için hakikatlere karşı deve kuşu gibi başınızı kuma sokmuşsunuz.

16) Şu sözler de onundur: “Bana, sen şuna buna niçin sataştın, diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi?”

İşte asıl mesele budur. Bediüzzaman bütün âlem-i İslam’ı, alevlerin içinde yanan evladı gibi kabul ediyor. Onların imanını kurtarmaya koşuyor. Bediüzzaman’ı tenkit edenler onun nasıl bir külli davanın peşinde olduğunu, hayattaki maksadının ne olduğunu ve nasıl bir hedefe doğru koştuğunu idrak edemiyorlar. Allah onlara akıl-fikir ihsan etsin.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (34)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.