Bediüzzaman milliyetçilikle ilgili olarak, hiç kimsenin yapmadığı önemli bir tahlil yapıyor. Milliyetçiliği “müspet” ve “menfi” olmak üzere iki kısma ayırıyor ve şöyle diyor: “Fikr-i milliyet iki kısımdır: Bir kısmı menfidir, şeâmetlidir, zararlıdır. Başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebeptir."[1]
Milliyetçiliğin menfi ve müspet şeklindeki bu ayırımı tenkit eden birçok İlahiyatçı vardır. Ben bir ilahiyat hocasına bunu anlatınca, “Bu da ne demek oluyor? Milliyetçilik menfidir; bunun müspeti olmaz” dedi. Ancak Bediüzzaman’nın bakış açısını anlatınca ikna oldu: Bediüzzaman’a göre bir insanın kendi ırkını ve ırkdaşlarını sevmesi için birçok sebep bulunabilir. Çünkü bizzat Allah (c.c) insanları bir kadınla bir erkekten yarattığını, onları gruplara ve kabilelere ayırdığını ifade buyuruyor.[2]
Fakat ayete göre insanların farklı ırk ve kabilelere ayrılmasının esprisi insanların tanışması ve dayanışmasıdır; sürtüşme, restleşme, adavet yapma ve kavga değildir. Dolayısıyla bir insan, başka bir ırka mensup olan insanları yok saymadıkça ve onlara buğzedip kendi ırkıyla övünmedikçe ırkçı sayılmaz. Başka ırklara mensup insanların varlığını yok saymak, adeta onları yutmakla beslenmek, kendi ırkının bütün ırklardan daha üstün olduğunu söylemek veya kendi ırkının asla ırkçılık yapmadığını iddia etmek ırkçılıktan başka bir şey değildir.
Bediüzzaman bir endişesini de dile getirerek şöyle diyor: “Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları yutsunlar.”[3] Bediüzzaman, “Dessas Avrupa Zalimleri” ifadesiyle bugünkü Avrupa Birliğini oluşturan kurucu büyük devletleri kast ediyor. Dessas demek, karşısındakini hile ve düzenbazlıkla aldatmaya çalışan, hilekâr ve entrikacı kimse demektir. Yani bizim dostumuz gibi görünen bu ülkeler hem entrikacı hem de zalimdirler. İki yıl içinde Gazze’de 100 binden fazla insanı öldüren bombalar Avrupa Birliği ülkelerinden temin ediliyordu. Gazze olayı, Bediüzzaman’ın Avrupalılar hakkında söylediği sözleri tasdik etmiştir.
Milliyetçilikte Nefsanî Zevk ve Gafletli Lezzet
Bediüzzaman, “Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var” diyor. Milliyetçi olduklarını söyleyenlere baktığımız zaman bunu görebiliyoruz. Kendi ırkıyla övünmek ve başkalarını yok saymak, nefsanî bir zevkten ve gaflet içinde bir lezzetten kaynaklanıyor. Bu gaflet sebebiyle, tarihte ün salmış, başarı göstermiş başka ırklara mensup tarihi şahsiyetleri bile kendi ırkından sayarlar. Mesela Salahaddin Eyyubî, büyük tarihçi ve fakîh İbn Hallikân el-Erbilî, Melay-i Cizirî, Ahmed-i Hânî, Mevlana Halid Nakşebendî, Dr. Abdullah Cevdet ve Bediüzzaman…
Bu zatların ya hayatları hiç anlatılmaz veya anlatılsa da Kürt oldukları söylenmez. Tam tersine Yıllarca Salahaddin Eyyubî’nin Türk olduğu kitaplarda anlatıldı. Şimdi Filmi yapılmış; yanına da orta Asya Türklerinin simgeleri olan kurt ve totemler konulmuştur. Kimse Abdullah Cevdet’in ve Mevlana Hâlid’in Kürt olduklarını bilmiyor bile. Büyük mutasavvıf ve şair Melay-i Cizirî’nin ismi anılmaz bile. Öte yandan Bediüzzaman’ın kendisi Kürt olduğunu açıkça beyan ettiği halde, bazıları onun Kürt olmadığını ısrarla iddia ediyorlar. İşte bütün bunlar, adeta birer tuzak gibi gizli ırkçılık kokan nefsanî yaklaşımlardır. Üstelik bu kişiler, ırkçılık tuzağına düştüklerinin farkında değiller.
Hâkim Sınıfın Irkçılığı
Genellikle sosyologlar hâkim sınıfın ırkçılık yapmasını doğru bulmamakla birlikte, onların emri altında yaşayanların ırkçılık yapmalarına göz yumuyorlar. Çünkü bunlar baskı altındadır, diyorlar. Ancak bu yaklaşım doğru değildir. Konuyu Türkler ve Kürtler açısından ele alacak olursak, bu ülkenin aslî sahiplerinden olan Kürtlerin ırkçı yaklaşımlar sergilemeleri doğru değildir.
Hâkim bir sınıf olan Türklerin ırkçı yaklaşımlar sergilemesi ise “inşikak-ı asaya” [birlik ve bütünlüğün bozulmasına] yol açacağı için çok tehlikelidir. Bediüzzaman ülkede hâkim sınıf sayılan Türklerin İslam’la bütünleşmiş olan tarihlerine dikkat çekerek şöyle der: “Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyet’le imtizaç etmiş; ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme.”[4] Türklerin, ırkçılık konusunda neden daha çok dikkat etmeleri gerektiğini bu referanstan anlamak zor değildir.
Bir Kürt veya Türk Nasıl Irkçı Sayılır?
Kürt kökenli bir vatandaşın “Ben Kürdüm” demesi ve Kürtçe konuşması ırkçılık değildir, olmamalıdır. Bir Kürt teröre bulaşmadan demokratik haklarını talep ederse ırkçı sayılmaz. Fakat eğer bir Kürt başka ırklardan olan insanlara, örneğin Türklere, hakaret ediyorsa, onları aşağılayıcı sözler sarf etmekten çekinmiyorsa ve onların dinsiz, zalim olduklarını iddia ediyorsa ırkçılık yapıyor demektir.
Keza bir Kürt, din kardeşliğini yok sayan ve ortadan kaldıran yaklaşımlar sergileyecek siyasal bir çizgi izliyorsa, söz gelimi, amacına ulaşmak için her şeyi mubah kabul ediyorsa ırkçılık yapıyor demektir. Esefle belirtmek gerekirse bugün ülkemizde bu türden yaklaşımları görmek mümkündür. Hatta Türkleri öldürmenin dinen caiz olduğunu söyleyecek kadar rotasını kaybetmiş ırkçı Kürt hocalarla karşılaştım.
Türklere gelince, bir Türk eğer bilinçli olarak “Türk’ten başka Türk’ün dostu yoktur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” ve “Türkiye Türklerindir” gibi sözler sarf edebiliyorsa elbette ki ırkçı yaklaşımlar sergiliyor demektir. Peki, “Türk İslam Tarihi”, “Türk Medeniyet Tarihi” ve “Türk milleti” deyimleri ırkçılık ifade ediyor mu? Elbette ki hayır. Belli bir tarihsel döneme ve anlam yüklü tarihsel kavramlara aidiyet ifade eden bu gibi sözcüklerin kullanılmasını ırkçılığın bir belirtisi olarak kabul etmek, en hafif anlamıyla cahilliktir.
Bir genelleme yaparak Türklerin ırkçı olduklarını iddia etmek büyük bir hatadır. Bazı radikal gruplar, Orta Asya’da yaşamış olan Türkleri ilham kaynağı kabul ederek eski kökenlerine değer verme gibi bir takım fantezi düşüncelere sahiptirler. Bazı Kürt gruplar da, asıl dinlerinin Zerdüştlük olduğunu söyleyecek kadar ahmaklaşmışlar. Oysa Türkler ve Kürtler Müslüman olduktan sonra büyük bir değişim geçirdiler ve İslam’la şereflendiler.
Evet, Türkler Müslümanlığı kabul ederek diğer Müslüman milletler gibi cehaletten kurtulup şerefin zirvesine yükseldiler. Türklerin Müslüman olduktan sonraki şeref dolu tarihleriyle yetinmeyip cahili dönemlerdeki hayatlarına ve övünç kaynaklarına ilgi duymak akılsızlıktır. Kürtler için de durum aynıdır. Kavminin cahiliye dönemiyle övünmek, tıpkı kuluçkaya yattıktan sonra yavrularını semalarda gezdiren Tavus kuşunun yuvasında kalan yumurta kabuklarıyla ilgilenmeye benzer. Semalarda uçan Tavuslarla yetinmeyip “şu yumurta kabukları da ne kadar asil” demek ahmaklıktır.
Milliyetçiliğe Karşı İslam Kardeşliği
Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, milliyetçilikle ilgili teori ve tezler bize batıdan gelmiştir. İslam kardeşliğini zayıflatmak amacıyla bulaşıcı bir hastalık gibi Müslüman milletlerin arasında yayılmıştır. Ancak dini hayat güçlü olduğu sürece bu hastalığın yayılma gücü zayıflayacaktır. Böyle dönemlerde Türklerin ve Kürtlerin yapabilecekleri en akıllıca iş, İslam kardeşliğinin şuuruna vararak kendilerini İslam öncesi ırklarına değil, Osmanlı dönemine olan aidiyetlerini hatırlamalarıdır. Kabul etmemiz gerekir ki, Osmanlılar, imparatorluk topraklarında yaşayan milletlere karşı mümkün mertebe adil davranan bir millet olmuşlardır.
Bediüzzaman İslam kardeşliğini ve menfi milliyetçiliği bir misal ile anlatıyor: Bir kale düşünün, içinde çok kıymetli elmaslar bulunmaktadır. Kalenin muhkem duvarları bu elmasları gayet iyi bir şekilde koruyor. Birisi çıkıp: “Ben kalenin içindeki elmasları, kalenin duvarlarında yer alan taşlarla değiştireceğim” dese, ne kadar ahmakça bir iş yapmış olur. Bu misalde olduğu gibi, İslamiyet elmaslara benzer. Bizim milliyetlerimiz kalenin duvarlarındaki taşlara benzer.
Bediüzzaman şöyle der: “Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, ona zırh olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir.”[5]
Şu halde bizler Müslüman olarak milliyetimizi İslam’a hizmetkâr yapmalıyız. Aksi takdirde elmaslar gittiği zaman kale de yıkılmış olur. Milliyetlerini, bir kale gibi İslam’ın koruyucusu olarak kabul eden Müslüman milletler, uzun ömürlü devletler kurmuşlardır. Abbasileri, Selçukluları ve Osmanlıları buna örnek verebiliriz. Diğer taraftan kahraman bir Kürt olan Salahaddin-i Eyyubî’nin İslam’a ve Müslümanlara yaptığı hizmetler tarih boyunca birer şeref levhası olarak Müslümanların başı üzerinde durmaktadır.