Allah En’am Suresinin 151. ayetinde şöyle buyuruyor: (قُلْ تَعَالَوْا اَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ اَلَّا تُشْرِكُوا بِه۪ شَيْـًٔا)[1] “Onlara şöyle de: Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri bildireyim: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın…” Allah’ı bir kabul etmek, her şeyin Ona muhtaç olduğuna, onun hiçbir şeye muhtaç olmadığına, kimsenin babası ve kimsenin çocuğu olmadığına, hiçbir şeyin ona denk ve benzer olmadığına inanmak,[2] İslam inancının bir rüknü ve Müslüman olmanın da ilk şartıdır.
Başka bir ayette Cenab-ı Allah Hz. Peygamber’e (sav) hitaben şöyle buyuruyor: ( قُلْ اِنَّ صَلَات۪ي وَنُسُك۪ي وَمَحْيَايَ وَمَمَات۪ي لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ لَا شَر۪يكَ لَهُ وَبِذٰلِكَ اُمِرْتُ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُسْلِم۪ينَ) “De ki: Şüphesiz benim namazım, bütün ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emredildim ve ben Müslümanların ilkiyim.”[3]
Bu ayette, Mekke müşriklerinin putlara tapmalarına karşılık Hz. Peygamber’in namazıyla, niyazıyla, kurbanıyla ve ölümüne kadar bütün varlığıyla hayatını Allah’a adadığını ve kendi döneminde hak dine teslimiyet gösterenlerin ilki olduğunu, bu sebeple de Allah’tan başka birini asla tanrı tanımayacağını tam bir inanç ve güvenle açıklaması ona emredilmiştir.[4]
Burada yer alan(لَا شَرٖيكَ لَهُ) “Onun hiçbir ortağı yoktur” cümlesi, Hz. Peygamber’den (sav) rivayet edilen ve akşam ile sabah namazlarından sonra tekrarı çok faziletli bulunan (لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَرٖيكَ لَهُ) ile başlayan zikrin[5] başında da yer almaktadır. (لَا شَرٖيكَ لَهُ) kısmı Allah hakkında şirki kökten reddediyor. (لَا شَرٖيكَ لَهُ) zikrini şerh eden Bediüzzaman şöyle der:
“Yani, nasıl ki uluhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddid olamaz. Öyle de rububiyetinde ve icraatında ve icadatında dahi şeriki yoktur. Evet, ezel ve ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi icraat-ı rububiyetinde dahi muînlere (yardımcılara), şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa hiçbir şey, hiçbir şeye müdahale edemez.” (20. Mektup, 1. Makam.)
Esasen Enʻâm suresi, tevhidi simgeleyen ifadelerle başlamıştır. Surenin başında yer alan ilk ayet şudur: (الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ ثُمَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ) “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Böyle iken kâfir olanlar başka şeyleri rablerine denk tutuyorlar”[6] Bu ayetle, övgüye layık olan tek varlığın Allah olduğuna, yaratma sanatının ona mahsus olduğuna, Allah dışında ibadet edilen tanrıların tümünün batıl olduğuna dikkat çekilmektedir.
Taberî, Enʻâm 1. Ayette yer alan “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur” ifadesinin emir manasında olduğunu dile getirmektedir. Ona göre Allah bu ifadeyle şöyle demek istiyor: “Ey İnsanlar! İyilik kimden gelirse gelsin hamde ve şükre layık olan sadece Allah’tır. O halde övgü ve teşekkürlerinizi ona sunun. Bu konuda hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayın. Çünkü sizi yaratan ve sizi nimetleriyle terbiye eden o’dur.”[7]
Her kimden gelirse gelsin bütün övgülerin, hamdlerin, teşekkürlerin, şereflerin ve güzel sözlerin sadece Allah’a ait olduğunu en güzel anlatan şu ayettir. (مَن كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ) “Kim izzet ve şeref isterse bilsin ki, izzet ve şeref tamamıyla Allah’a mahsustur. Güzel sözler ona yükselir. Rızasına uygun iş ve davranışları da o yüceltir.”[8] Güzel amellerin ve samimi davranışların da Âllah’a yükseldiği bu ayetten anlaşılabilir. Bu duruma göre, ameli kötü olan birisi de Allah’ı zikrettiği zaman sözleri Allah’ın katına yükselir. Ya da ayet, “Salih ameller, güzel sözleri Allah’ın katına yükseltir” şeklinde anlaşılabilir. Ancak cumhura göre mana, her türlü güzel söz ve salih amel Allah’ın katına yükselir, şeklindedir.[9]
Karanlıkları ve aydınlığı yaratan o olduğuna göre, karanlık veya aydınlık nerede varsa orası Allah’ın mülküdür ve mahlûkudur. Dolayısıyla 13. Ayette, (وَلَهُ مَا سَكَنَ فِي اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ) “Gece ve gündüzde var olan her şey onundur. O her şeyi işitmekte ve bilmektedir”[10] ifadesiyle birinci ayetteki mana desteklenmiştir. 13. ayet, aynı zamanda tüm varlığın [mülkün] Allah’a mahsus olduğunu beliğ bir şekilde ifade etmektedir. Çünkü bir yerde aydınlık varsa orası gündüzdür; eğer karanlık varsa orası gecedir. Dolayısıyla “Gece ve gündüzde var olan her şey onundur” ifadesi, varlığın başkasına ait olduğu vehmini kökten reddetmektedir.
Bazı müfessirlere göre karanlıklardan maksat küfür ve cehalet, aydınlıktan maksat da iman ve ilimdir. Karanlığın “zülumât” şeklinde çoğul gelmesiyle, küfrün ve cehaletin çeşitliliğine, aydınlığın ise “Nûr” şeklinde tekil olarak zikredilmesiyle imanın ve iman yolunun tek olduğuna işaret edilmiştir.[11]
Birinci ayetin devamında, “Böyle iken, inkâr edenler başka şeyleri rablerine denk tutuyorlar” ifadesiyle insanın nankörlüğüne, cahilliğine, akılsızlığına ve zavallılığına vurgu yapılmaktadır. Gerçekten de insanoğlu, kendince kutsadığı bazı varlıklara “tanrılık” vasfını yakıştırmakla büyük bir zulüm, cehalet ve nankörlük örneğini sergilemektedir. Oysa insanoğlu dönüşün Allah’a olduğunu idrak edip iman etse maddi ve manevi sıkıntılarından kurtulur, saadet kapısı ona açılır.
Bediüzzaman (لَا شَرٖيكَ لَهُ) “Onun ortağı yoktur” cümlesinin beşer ruhu için bir müjde taşıdığını ifade ederek şöyle diyor: “İmanı elde eden ruh-u beşer; manisiz, müdahalesiz, hâilsiz (perdesiz), mümanaatsız (engelsiz), her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazain-i rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemil-i Zülcelal, Kadîr-i Zülkemal’in huzuruna girip hâcatını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemal-i ferah ve süruru kazanabilir.” (20. Mektup, aynı yer)
(Devam Edecek)
[1] En’âm, 6: 151.
[2] İhlas, 112: 1-4.
[3] En’âm, 6/162-163.
[4] Diyanet, Kur’an Yolu, En’âm 162-163. ayetlerin tefsiri.
[5] Tirmizî, Daâvât, 34.
[6] En’âm, 6: 1.
[7] Taberî, Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, IX: 144.
[8] Fâtır, 35/10.
[9] İbn Atiyye Abdulhak Ebû Muhammed el-Endulusî, el-Muharrerü’l-Vecîz fî Tefsiri’l-Kitabi’l-Aziz, 2. bs. (Katar: Vezâretü’l-Evkâf, Matbaatu Daru’l-Hayr, 1428/2007),VII: 206.
[10] En’âm, 6/13.
[11] Mâverdî, en-Nüketu ve’l-Uyûn, II: 92-93.