Münazarat-2

Mehmet Ali KAYA

Bediüzzaman Osmanlı’nın yıkılma dönemi olan 1900’lü yıllarda daima “İstikbalde bir nur, bir ışık var” diye müjde veriyordu. Vermiş olduğu bu müjde “Meşrutiyet” yani “Hürriyetçi Demokrasi”nin Osmanlı’yı yıkılmaktan kurtarması ve İslam ülkelerindeki Müslümanların da “Hürriyet” motoru ile maddi-mânevi kalkınarak Batı’lılardan daha ileri gidecekleri müjdesidir. Meşrutiyet ve Hürriyeti su-i istimal eden, istibdatlarına, ırkçılığa ve dinsizliğe alet edenlerin Kur’ânın gösterdiği gerçek hürriyete engel olmaları ile bu müjde kısa zamanda tahakkuk etme imkânı bulamadı. Batılılar da bundan istifade ile Osmanlı’yı parçaladılar.

Bediüzzaman’a göre “Her kemale mani olan” dehşetli istibdat bütün insanlık cevherlerini öldürmektedir. Demokrasi, Hürriyet ve Cumhuriyet namı altında bunu da “hiss-i kable’l-vuku” ile önceden hisseden Bediüzzaman, istibdadın bu çirkinliğini önlemek için Abdulhamid Han’ın mecbur kaldığı zayıf istibdadına hücum eden hürriyetçileri desteklemiştir. Ama daha sonra gelen ve Osmanlı’nın yıkılmasına ve İslam dünyasının ecnebilerin esaretine girmesine vesile olan ve 1944 yılına kadar devam eden dehşetli ve dünyada emsali görülmeyen bir istibdat maalesef ülkeye hâkim olmuştur.

Bu husus Kastamonu Lâhikasında şöyle ifade edilmektedir: “İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış. Evet, zaman gösterdi ki, hürriyetperver namını alan bir devletin, o istikbalde gelen istibdadın bir numunesi olarak, üç yüz müstebit memurlarıyla, üç yüz milyon Hindistan'ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede istibdat altına alarak, eşedd-i zulmü âzamî bir derecede, yani birisinin hatâsıyla binler adamı tecziye etmek olan kanun-u müstebidânesine inzibat ve adalet namını vermiş; dünyayı aldatmış, ateşe vermiş.” (Kastamonu Lâhikası, 2006, s. 93-94)

Gerçekten de İngilizler İslam dünyasını işgal ederek bilhassa Hindistan’da ve sömürge olarak idare ettiği ülkelerde “hürriyet ve adalet” adına istibdadın en dehşetlisini uyguladıkları gibi ülkemizde de “Cumhuriyet ve Hürriyet” adına nasıl bir istibdat uygulandığı açıktır. Aynı şekilde İslam ülkelerine “Demokrasi” getirme adına yapılan işgallerde aynı baskı ve zulümler yapılmaya devam etmektedir.

Bütün bunlar Bediüzzaman’ın “Münazarat” isimli eserinde anlattığı ve Kur’ânın insanlığa ders verdiği “Hürriyet” ve “Meşveret Sisteminin” yansıması olan “Meşrutiyet, “Cumhuriyet ve Demokrasi”nin İslam dünyasında işlemesine engel olmak için oynanan siyasi oyunlardır.

Manevi üst yapı olan ve maddi alt yapının şekillenmesine sebep olan “İman Hakikatlerinin” kalplerde gönüllerde yeniden yeşermesi ve kökleşmesi asıl ve esastır ve bu hizmetin yerini hiçbir şey tutmaz.  Maddi olan sosyal hayat ve bunu şekillendiren siyasi yapı ve buna dayanan kalkınma ve refah ancak kalplere ve gönüllere hükmeden ve kökleşen “İman” ile tahakkuk edebilir. En önemli mesele bu inançların kalplerde yerleşmesidir. İnsanlara ümit, azim ve şevk veren kalbinde taşıdığı imandır. Osmanlının yıkılmasının yegâne sebebi kalplerdeki bu inancın zayıflatılması ve buna bağlı olarak ahlâkî ve siyasi yapının da tahrip edilmesi idi.

Osmanlı’nın yıkılmasına sebep olan bu durum Cumhuriyet ve İnkılâplarla daha dehşetli bir hal alması ve siyasi tedbirlerle düzeltilme imkânının da ortadan kalkmış olmasından dolayı Bediüzzaman siyasi hayatına son vererek 1922 Kasımında geldiği Ankara’dan 1923 Nisan’ında ayrılarak Van’a gitmiştir. Bundan sonra Bediüzzaman dünyaya ve siyasete bakmayarak “İmanın” kurtulması ve tekrar kalplerde ve gönüllerde yeşermesi için çalışmaya başlamış ve sürgünlere, hapislere ve baskılara hiç aldırmadan “Risale-i Nur” ve “Sözler” adını verdiği Kur’ân tefsirini yazarak neşrine çalışmıştır.

İşte Bediüzzaman’ın müjdesinin tahakkuku için gerekli olan altyapıya kuvvet veren üst yapıyı bu şekilde oluşturmuştur. Münazarat’ta ifade ettiği hakikatlerin sosyal hayatta yerleşmesi ve tahakkuku için imal ettiği “İman” meselesinin halledilmesini Bediüzzaman “İstikbalin gerçek müjdesi” olduğunu belirterek iman hakikatlerine dikkatlerimizi çekmiştir.

Sonra yine sosyal ve siyasi hayatı şekillendiren dehşetli müstebitlerin on iki (12) on üç (13) sene sonra büyük darbeler yiyeceklerini söyleyerek tekrar “Münazarat”taki hakikatlerin hayata geçmesi için dikkatlerimizi bu esere çekmek için 1944 yılında Kastamonu’da talebelerine bu iki mektubu yazmıştır. (Kastamonu Lâhikası, 2006, s. 108–109)

Bediüzzaman Kur’an namına ve onun adına hadiselere baktığı için meselelerini sadece dar bir çerçevede ve ülkeye bağımlı olarak izah etmemektedir. Bütün dünyayı ve geleceği dikkate alarak ve onlara hitap ederek izah etmektedir.

malikaya_111@hotmail.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.