Ey âşık, ey yaralarına dadandırılmış kişi, başını kaldır, derdime de bak. Sen kendi harfinde kaybolmuşsun. Halbuki kelime olamadığın her yer sızlıyor. Gerçi, doğru, harflere saygı göstermezsen kelimeleri okuyamazsın. Okumak ayırmakla başlar. Ayırmak, ayrı tutmak, saygının başıdır. Bölmelisin, tanımalısın, tutmalısın. O şey artık 'şey' olmuştur bölününce. Evet. Yine herşey içinde birşeydir. Fakat yalnız ona bakmanla artık 'şey'dir. Diğerlerinin içinde ama ferddir. Cemaatledir lakin tektir. Ben'inde bir bütünlüğü vardır. Başka bütünlüklerin içinde parça olması kendi bütünlüğüne sahip olmasını engellemez. Sen ona bu saygıyı göstermiş oldun. Senin gösterdiğin bu saygıyla o 'şey' oldu. Harf oldu. Hatta 'hayat' oldu. Ya, öyle, hayat da şeyin kendi bütünlüğünün farkında olmasıdır.
İstersen tek hücrelilere kadar inebilirsin. Biz, her neye 'hayatlı' diyorsak, aslında diyoruz ki; 'Bu şeyin kendi içinde bir bütünlüğü var.' Ve biliyor böyle bir bütünlüğü bulunduğunu. Ve biliyor dışarısının başkası olduğunu. Zararlarından kaçıyor. Faydasını arıyor. Dışında tutuyor. Dahil ediyor. Kuvve-i gadabiye. Kuvve-i şeheviye. Her ne ki hayata mazhar oluyor, eğer arızîyse, varlığını devam ettirme arzusu bu iki kuvveyi netice veriyor. Seninki kadar girift olmayabilir. Tamam. Seninki kadar üstdüzey görünmeyebilir. Fakat hücre de biliyor zararını hem faydasını...
Böyle olması onu hayat sahibi kılıyor. Yahut da biz hayatın yalnız bu çeşidini biliyoruz. Harf de böylece hayat sahibi oluyor. Onu ötekilerden başka bir bütünlük gibi gördüğünde harfler hayatlanır. Ancak, dikkat et, tekrar bütüne dahil etmezsen okuyacak pek az birşey bulursun. Yani okumak ameli içinde iki şey birden yapılır: 1) Harfler tek tek tanınır. 2) Harfler tek tek görülmez. Hem ayrılır hem birleştirilir yani. Hem bakılır hem görünmez yani. Her öyledir hem böyledir yani. Bu 'bilmek' ama 'tutmamak' tavrıyla 'okumak' fiili gerçekleşir. Benim tasvirimi beğenmedinse sen kendi okumalarını seyreyle. Harfleri ayırmasan nasıl okuyacaksın? Ayırırsan nasıl okuyacaksın?
Bakara sûresi 'Elif, Lâm, Mim' ile başlıyor. Yaratılışın sırrını fısıldar gibi. Herşey 'şey' oldu. Herşey 'şeyler' oldu. Araya esbap girdi. Zaman girdi. Mekan girdi. Hareket girdi. Öncelik-sonralık oldu. Nedenlik-sonuçluk oldu. Bütün bu olanlar parçalara ayırmaktı belki. Fakat Susan Sontag'ın dediği gibi: "Zaman 'Herşey bir anda olmasın' mekansa 'Hepsi bizim başımıza gelmesin' diye var." Allah 'Kün/Ol'unu 'ol'cuklara böldüyse bilmenin zorluğundan. Mahlukatın hafsalası yeter miydi Vahdaniyet gölgesindeki bütünlüğü kavramaya? Heyhat. Haddimizi bilelim. O yüzden "Evet, izzet, azamet ister ki, esbab perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında." İzzet, azamet, 'birden varılıcı' değillerdir. 'Kolay ulaşılır' olmazlar. O yüzden basamaklar serpilmiştir bilmenin yollarına. Sinema perdesi gibi. Görüntünün daha güzel aksetmesi için gerilmiştir. Eğer o perde gerili olmasaydı gözler tecelliyi okuyamazdı.
Lakin perdede olup bitene de aldanma sakın. "Fakat, vahdet ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden." Herşey harflerle örülmüş olsa da manayı veren harfler değil. Kelime olmak harflerin ötesinde birşey. Birşeyin manasının olması için 'manayı ulaşılır kılacak sistem'le kurulmuş olması lazım. Usûlü olması lazım. Tutarlılığı olması lazım. Taşıması lazım. Yazmakta nizam var. Her harf her yere gelemez. Her kelime herhangisiyle yazılamaz. Harfler, kendisine tâbi olunan değil, tâbi olanlar. Fakat sen okurken onlara tâbi oluyorsun. Yazan sen değilsin çünkü. Sen sadece okuyansın. Okuyandan sadece kelimeleri anlaması beklenir. Dil yaratması beklenmez.
Kur'an huruf-i mukattaa ile harflere saygı göstermesini öğretiyor bize. Tek tek harflere hâkim olmayan kelimelere hâkim olamaz. Bütünü kime veriyorsan parçalar da onundur. Bizim Allahımız detayların da Allah'ıdır. Boşvermek hiçbir sistem koyucunun şânı değildir. Zira sistem detaylarının üzerinde durur. Dil harflerinin üzerinde. Kainat 'kün'lerin üzerinde. Varlık 'var'ların üzerinde. Müzik 'nota'ların üzerinde. Biz bütünü oluşturan parçalara ayrı ayrı da saygı gösteririz. Lakin mana-i harfî ile bakmaya saygımız yoktur. Mana-i ismî ile deriz: "Parçalar haktır. Ama onlardan bütünleri muraddır. Öteleriyle birlikte anlam sahibi olurlar." O yüzden müslümanlar ferdiyeti ihmal etmeyen cemaatçilerdir. Bireyi görmezden gelmezler. Ama onu yalnızken de beğenmezler. Cem olmaya çağırırlar.
Yani ki, 'Elif, Lâm, Mim' yok değil, fakat yalnız var da değil. "Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır." Tıpkı kainat gibi. Tıpkı mahlukat gibi. Tıpkı sen-ben gibi. Tıpkı... Tıpkı... 'Tıpkı' demekle sırrı ortaya döküldü zaten.