Miraç okumaları

Himmet UÇ

Bediüzzaman’ın Miraç bahsi, muhakkak ki anlattığı İslami temaların umumiyetle kapalı anlamları çok, yani müphem. Bunun yanında sarih anlamları olan, mütenevvi anlam tabakaları olan bir bahis. Bediüzzaman şu cümlesi ile konunun Müslüman itikadındaki yerini belirler. Bunu birçok eserinde yaptığı gibi bir ihtar ile anlatır. İhtar hatırlatma demek midir? Hayır, dikkat edilmesi gereken bir hatırlatmadır. Cemaatin içinde farklı etnik yapıdan gelen, belki de etnik yapısı zulme uğramış insanlar vardır, çünkü zulme uğramak çok zaman fikri tercihlerin itici güçlerinden biridir ama sağlıklı değildir. Benim annem köyden gelmiş şehire saf saf insanlara Kur’an öğretiyormuş. Cuma günleri geleneksel Cuma toplantıları yapar, Cuma ayetlerini okur sonra da tarikat dersi verir, sonra defle gazel ilahiler okurmuş. Bu yüzden takibata uğramış, karakola çağrılmış ben o yüzden devlete karşı bir iğbirar duymadım. Ya Bediüzzaman? Görülmedik zulümlere uğramış İslam tarihinde ona edilen zulme paralel bir zulüm daha yok ama hiçbir zaman anlatımlarında ve hayata bakış açısında sapma olmamış. Tarihimizde azıcık zulüm gördüğü için çok zalim hainler çıkmıştır öyle değil mi?

Ne mümkün zulm ile bidad ile imhayı hürriyet
Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten.

Bediüzzaman harika bir cümle ile Mirac‘ın yerini belirler. İmanın erkanından, nurlarından meded alan bir nurdur, bunu kendi izah eder:

“Çünkü Allah’ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melaikeyi kabul etmeyen veya semavatın vücudunu inkar eden adamlara Miraç’tan bahsedilmez. Miraç’ın iki muhatabı var, biri Miraç’ı istibat ile vesveseye düşen bir mümin.”

Neden mümin olduğu halde Mirac’ı uzak görüyor çünkü bütün itikadı bahislerin metrik bir anlama şekli var ama Miraç tamamen aklın ve kalbin, matematiğin eşyanın düzenindeki geometrinin yapısına uygun değil. İnsan mümin olabilir ama bir insanın ışık hızı mı desem, rüzgar hızı mı desem veya başka bir hızla mı bütün semayı dolaşıp mümkin dünyanın sınırlarının ötesinde vacibin sınırlarına gidip onu da aşması müminin de aklının almayacağı bir şeydir. Hz. İbrahim Kur’an’da Allah’tan nasıl öldürüp dirilttiğini ona anlatmasını ister. O da dört kuşu farklı uzaklıklarda öldürmesini sonra inip onları çağırmasını ister. Onlar dirilip canlanınca o da sadece tatmin olmak için istediği bu beklentiyi görür ve itikad eder, tatminsizliği gider.

Şinasi;
“Vahdet-i zatına aklımca şehadet lazım
Ta can ü gönülden münacaat-ı ibadet lazım” der.

Diğer muhatap ise mülhid’dir. Mülhid ne demek? Tamamen dinden çıkmış, kabul etmiş fakat sonra dinden çıkmış belki de muarız olmuş kişidir. Allah göstermesin zor bir duraktır. Ama batı felsefesinin ve ilminin göze hitap eden, kalbi inkar eden, herşeyi maddede arayan mantığı yüzünden son 300 yılda büyük mülhidler ortaya çıkmıştır.

Bediüzzaman’ı eserlerinin üç muhatap grubu biri mümin ama akli ve mantıki süzgeçten geçirerek iman edinmemiş bir mümin. Çünkü tarih boyunca akıl, kalb ile arkadaşmış sonra batı felsefesi ve ilmi bu iki ebedi arkadaşı birbirine düşürmüş, ikisi de bayrak aç mışlar. Bediüzzaman bu mümini tedavi ve rehabilite etmek için yazmış, ne harika bir himmet ve gayret değil mi? Kemal-i nezaketle aklı tedavi eder, mesela Haşir’de Ayet’ül Kübra’da bir çocuk gibi elinden tutar semavatı seyrettirir onun itikadına yapar, bütün eserlerinde bu tıfl-ı ekberin itikadını böyle yapar. Bediüzzaman ve muhatapları bir kitap olur, ah ah ah.  Diğer muhatabları da sultan-ül beyanın mülhid ile istibad eden mümin, burada müminin bir türüdür bu anlamadığı için uzak görmek, inkar etmiyor ama uzak görüyor. Onu da tedavi eder Bediüzzaman.

İhtarda bir cümle kullanır. “Kemalat-ı Ahmediye’nin (asm) cemaline birden bir ayine yapmak…“ Miraç kemalat-ı Ahmediyenin cemalidir. Peygamberimizin hayatında çok kemalat örnekleri var hepsi de güzel ama Miraç yani sevilenin sevenin mülkünde dolaştırılıp saltanatına şahit olup sonra saltanatın sahibine mülaki olmak… Bu saltanata kim sahip olabilir, bu güzellik Peygamberimizin kemalatının bir güzelliğidir. Süleyman Çelebi daha birçok natı şerif yazarları onun güzelliklerini anlatırlar. Onun yüzünü gören bir sahabe “bu simada yalan yok, bu simada yalan olamaz” demiş. Ne bahtsız nesiliz, onu görmedik, onu görenleri de görmedik, onun hüsnünü anlatan bir zatı da görmeseydim ne olurdu bizim halimiz.

19. Söz’de “vema medehtü Muhammedin bi makaleti, Velakin medehtü makaleti bi Muhammedin” (Evet şu söz güzeldir, fakat onu güzelleştiren güzellerin güzeli olan evsaf-ı muhammediyedir) ifadesi yer alır. O güzellerin güzelidir, onun evsafı bütün güzeldirler, Mirac da onun güzel evsafındandır. Bizi onun dergahından kovdurma, bizi  ona layık et, bizi onun yaşayışını takib edenlerden et. Dünyevi değerlendirmelerin, etnik tercihlerin yüzünden bizi bu büyük güneşten uzaklaştırma. Bizi ümmet-i Muhammed olmanın hazzını yaşayanlardan et. Ne Kürt ne Türk biz ümmeti Muhammediz. “Ümmetin olduğumuz devlet yeter” der mübarek peygamber aşıkı Süleyman Çelebi. Türklük, Kürtlük bir devlet değil bir bela, bu yüzden düştük bu hala, kurtarsın bizi yüce Mevla.

Daha sonraki bahiste ise bir zamirin iki bakış açısı ile izahını yapar. Ben burada bu iki bakış açısının Mirac’ı iki değişik noktadan izah olduğunu görüyorum, ki öyledir. Biri Peygamberimiz açısından yorum, diğeri Allah açısından yorum. Biri peygamberin yükselişi ve o yükselişle vardığı makama liyakatini, bunun doğrultusunda bana kadar yükselecek keyfiyet kazandırır. Şimdi benim mülkümü dolaşmayı hakettin, dolaş ve kullarıma itikadlarının muktezası olan mülkümü anlat, çünkü benim mülküm onların itikadlarının mekanlarıdır, bu yüzden benim mülkümü bilmeleri gerekir.

Peygambere göre Miraca bakarsak, bir seyahat-ı cüziye, bir cüzi seyahat gibi ama onda uruc-ı külli var. Uruc yükselme demek, seyahat ama bir asansör gibi yukarıya doğru gidiyor, külli bir yükselme yani bir mekanla dar bir koridor gibi değil, asansörden çaktığınız mekanın sağını solunu altını üstünü göremezsiniz. Ama miraç asansöründen yükselme anında her dört yönü görüyor ve gittikçe yükseliyor. Seyahat-ı cüzi ama uruc–ı külli. Bütün etrafı kucaklayan bir yükselme. Külli yükselme nereden nereye ta Sidret’ül Müntehaya ta Kab-ı Kavseyne kadar. Bu yükselme sırasında görülen şeyler hadis-i şeriflere dağıtılmış, toplu miraç hadisleri vardır ama ben görmedim. Peygamberimiz semanın katlarında peygamberlerle karşılaşmış, onlarla konuşmuş. Ayrıntısı çok. İbadetlerin ahirete, cennet ve cehenneme yansımasını görmüş, mesela namazı ihmal edenlerin hallerini görmüş, daha neler neler.

Kab-ı Kavseyn ne demek. İki yay aralığı kadar bir mesafe, hatta daha da yakın, çok kısa bir mesafe. Hz. Peygamber’in (asm) Miraç gecesi Allah’a çok yaklaştığını anlatan ifade. Varlık dairesi denilen emr-i ilahide isimler arasındaki mütakabiliyet itibariyle ismi (esmai) yakınlık makamı. Mesela ibda, iade, nüzul, uruç, faaliyet kabiliyet gibi isimler arasındaki karşıt olma. (Tekabül) ilişkisi vardır. Bu farklılık ve ikilik devam etmekle birlikte Hak ile ittihad etme, diğer bir ifade ile ittisal halidir. Bunun üstünde evedna makamı vardır. Bu da aynül cemin ehadiyetten ibaret olup burada farklılık ve ikilik söz konusu olmaz. Salt fena ve tüm farklılıkların silinmesi halidir. (Kaşani Tarifat) Kısa kabı kavseyn hak ile ittihad ve ittisal ev edna ise aynül cem makamıdır. Kabı kavseyni ev edna. İki kavis ifadesiyle vücub ve imkan dairesine işaret edilmiştir, diyenler de vardır. (Süleyman Uludağ.)

Sidret ül Münteha, tüm saliklerin, seyirlerinin Allah’a doğru gidişlerinin, amellerinin ve ilimlerinin sona erdiği nokta ki büyük berzah adını da alır. (Kaşani)

Varlık ağacının sonu, O ‘nun varlık alanının başlangıcı.

Aldı al şah-ı cihanı o l zaman
Sidreden götürdü vü gitti heman

Bir başka anlam “Tefsirlerdeki açıklamalar göz önüne alındığında sidre, Hz. Peygamber Allah’ın huzuruna varmadan önce cennetü’l-me’vâda Cebrâil’i yanında bıraktığı mübarek bir ağaçtır. Abdülvâsi Çelebi’nin mi‘râciyyesinde bu ağaç, “O yerden geçtik ve gördüm bir ağaç / Ol ağaçtır bu gökler başına taç ... / Dedim bu ne acâib müntehâdır / Dedi bu da o sidrü’l-müntehâdır” mısralarıyla tanıtılır. Sidre aynı zamanda Cebrâil’in makamıdır.

Sidre huzûr-ı ilâhîye varan yol üzerinde bir sınır kapısı gibidir. Abdülvâsi Çelebi bunu, “Girü (tekrar) refref gelip götürdü beni / O sidre katına irürdi (ulaştırdı) beni // ... // Revan sidre katına girü vardım / Ki tahfîf isteyü yüz yere vurdum” beyitleriyle ortaya koymuştur. Allah katından gönderilenler orada aracılara (melekler) aktarılarak dünyaya ulaştırılır, yukarıya çıkacak veya aşağıya inecek her şey o sınırdan alınıp verilir. Mi‘râciyyelerde Cebrâil’in, “Lev denevtü ünmületen leharaktü” (buradan bir parmak dahi ileri geçersem yanarım) dediği bu sınır çizgisini aşma konusunu Receb Vahyî, “Giderek sidreye geldi iki hemrâh-ı şefîk / Olamam ben sana artık dedi Cibrîl refîk” beytiyle anlatır. Bir hadise göre sidre ağacının yaprakları fil kulağı gibi, meyveleri testi veya dağ tepesi kadar iridir (Müsned, III, 164; IV, 207; Buhârî, “Ṣalât”, 1). Halilnâme’deki, “Onun bir yaprağı dünyâyı küllî / Bürür baştan başa her câyı küllî” beyti sidrenin bu özelliğini ifade etmektedir. Ayrıca sidre, altında yüz atlının gölgeleneceği kadar uludur.(TDVA)

Bir diğer bakış noktası Allah’a göre Miraç harikatına bakmaktır. Birinci Resulullah’ın hareket noktası onun yukarı çıkışı urucu idi. Bu ise yukardan yani Allah’ın canibinden olaya bakıştır. (Allah) bir abdini bir seyahatta huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haramdan mecma-i embiya (peygamberlerin toplandığı yer) olan  Mescid-i Aksa’ya gönderip Enbiyalarla  görüştürüp  bütün enbiyaların  usül-i dinlerine varis-i mutlak olduğunu  gösterdikten sonra ta Sidret ül Müntehaya ve Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekutunda gezdirdi.” Bu safhayı Mevdudi anlatır eserinde. Nerelere uğrayıp kimlerle görüştüğünü. Bediüzzaman görüşmenin dini Mübin için zorunluğunu anlatır.

O bir seyahattir ama nasıl bir seyahattir, Bediüzzaman seyahatın keyfiyetini, mana-yı mütealini anlatır:

“İşte çendan o bir abddir. Ve o seyahat bir miraç-ı cüzidir. Fakat bu abdin bütün kainata taalluk eden bir emanet beraberindedir.”

İnsanlar arz ve semanın ilahı diye kendini tavsif eden Allah’ın elbette arz ve semavatının keyfiyetini bilmek isteyeceklerdir, onu beklemektedirler, gelip de neler anlatacaktır, gelip konuşunca bütün kainatı ilgilendiren bir emaneti onlara gösterir, anlatır, tahlil eder, din bunların kısmen izahıdır.

“Hem şu kainatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir.”

Kainat tıpkı kapalı ve esrarlı bir kutunun nasıl açılacağı konusunda müphemlik arzetmektedir. Çünkü beşeri dinler ve mitoloji bir sürü uydurma ile alemin anlamını anlatmaya çalışmışlardır, en makul anlatımı, aslına mutabık Peygamberimiz yapar.

“Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için Cenab-ı Hak kendini bütün eşyayı işitir ve görür. Sıfatıyla tavsif eder.”

Bütün eşyayı gören Allah kuluna da gösterir. Ta ki o da insanlara anlatsın. İnsanlık tarihi ve mitoloji yüzyıllardır birçok şey uydurmuştur, ama onlar da illa bir izahının olmasını konusunda müttefiktir, ama “yapan bilir elbette bilen konuşur” yapan Allah konuşacak da odur.

Şimdi emanetin mahiyetini anlatır. “Ta o emanet o nur o anahtarın cihan şümul ve muhit ve umum kainata amm ve bütün mahlukata şamil hikmetlerini göstersin.” Mesela Peygamberimiz (asm) insanların amellerini yazan meleklerin kalemlerinin cızırtısını duyar.

Ah sanatçısı olmayan millet, bu Miraç ne kadar fantastik bir roman olur, film olur. Yok ne yapalım. Çocuklarımız onu okur, batılılar dünya romanının büyüklerini nasıl resimlemişler, hem çocuklara hem büyüklere. Kafka’nın davasını çizimle anlatmış, Dickens’in iki şehrin Hikayesini. Yüzyılların klasik kalıplarını kıramamışız, hala da kapının önünde kazmasız ve kalemsiz duruyoruz. Yaptığımız tek şey şevk kırmak, böbürlenmek, ne yapalım. Kalite meselesi.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.