Mevlana ve Şems

Ahmet Nebil SOYER

Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi Müdürü Mehmet Sait Halet Bey'in oğlu olan Asaf Halet Çelebi İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'nde 8 yıl eğitim gördü. Babasından Fransızca ve Farsça, Mevlevi Şeyhi Ahmet Remzi Dede (Akyürek) ile Rauf Yekta Bey'den musiki ve nota dersleri aldı. Kısa bir süre kaldığı Fransa'dan dönüşünde üç yıl Sanayi-i Nefise Mektebi'nde öğrenim gördü. Adliye Meslek Mektebi'nden mezun oldu.

Üsküdar Adliyesi Ceza Mahkemesi zabıt kâtipliği yaptı. Osmanlı Bankası, Devlet Deniz Yolları İşletmesi'nde çalıştı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü kitaplığında görevliyken yaşamını yitirdi.

Gençlik yıllarında divan edebiyatından etkilendi. Gazeller ve rubailer yazdı. 1937'den sonra serbest ölçü kullanmaya ve Batı şiirinin tekniklerine yönelmeye başladı. Yeni şiir akımının önde gelen dergilerinden Ses, Hamle, Sokak, Servet-i Fünun-Uyanış'ta ve Gün gazetesinde 1938-1941 yılları arasında ilk şiirleri yayınlandı. Bu şiirlerinde ergenlik çağına ait duygular, çocukluk, masallar ve tekerlemelerin gerçeküstü dünyası gibi temaları kullandı. Hırsız, Trilobit ve Cüneyd adlı şiirlerinin Fransızca çevirileriyle birlikte 45 şiirin bulunduğu He'nin (1942) ardından aynı çizgide on şiirin yer aldığı Lamelif'i (1945) yayımladı. Bütün şiirlerinin toplandığı Om Mani Padme Hum (1953), Çelebi'nin içrek ve gizemci şiirini bütünüyle gözler önüne serer. İstanbul dergisinde yayımladığı Benim Gözümle Şiir Davası (Temmuz-Aralık 1954) adlı altı makalede poetikasını açıkladı. Ses, imge, anlam ve düşünce olarak kültürler arası ve metinler arası bir nitelik taşıyan şiirleriyle Asaf Hâlet, Türk şiirinde 'modern gelenekçi' tavrın temsilcisi oldu.

İlk dönem eserlerinin ardından, şiirlerinde dinlerden, ideolojilerden, toplumsal olaylardan çok Anadolu-İran-Hindistan çizgisi üzerinde uzanan bir yaşamın görünümlerini sesler aracılığıyla dile getiren şair, şiirin tıpkı hayatta olduğu gibi soyut araçlarla soyut bir dünya yarattığına inandı. Kendisinden sonra gelen nesli soyut şiir anlayışının Türk Edebiyatı'ndaki ilk tanımlarını yaparak etkiledi. Şiire bakış açısını 'Mesela esasen, müşahhas malzeme ile mücerret olan hayali yaşatabilmektir. Yani mücerret şiir, bilakis mücerret mefhumlu kelimelerden mümkün mertebe soyunmuş olan ve toplu bir halde mücerret bir mana anlatan ve bize o ihtisası veren ruh anının ifadesini taşıyan şiirdir.' diyerek açıkladı.

Şiirlerinin yanı sıra eski edebiyat ile ilgili çalışmalarıyla da tanınan Çelebi, Hint ve Fars Edebiyatları üzerine yaptığı çalışmaları dergilerde ve kitaplarda yayınladı. Bu konuda yazdığı makalelerden biri 1949 tarihli Şadırvan Dergisi'nde bulunabilir. Ayrıca, çeşitli dergilerde yayınlanan düz yazıları ve Hint edebiyatı üzerine makalelerini Semih Güngör, Asaf Halet Çelebi incelemesiyle birlikte yayınladı.

Eserleri

Şiir
He (1942)
Laleler (1943)
Lâmelif (1945)
Om Mani Padme Hum (1953)

Araştırma
Mevlâna (1940)
BeNJamiN (1940)
Molla Câmi (1940)
Eşrefoğlu Divanı (1945)
Naima (monografi, 1953)
Ömer Hayyam (1954)
Divan Şiirinde İstanbul (antoloji, 1953)

Asaf Halet Çelebi’nin ünlü "İbrahim" şiiri

içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrahim
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrahim
gönlümü put sanıp kıran kim.”

Mansur

renkler güneşten çıktılar
renkler güneşe girdiler
renkler güneşsiz öldüler
ne renk gerek bana
ne renksizlik
güneşler bir yerden çıktılar
güneşler bir yere girdiler
güneşler onsuz öldüler
ne aydınlık gerek bana
ne karanlık
şekiller bir yerden geldiler
şekiller bir yere gittiler
şekiller görünmez oldular
büyük köse vur
bütün sesler bir seste boğuldu
mansur mansuuur.

Asaf Halet bizim dünyamızdan habersiz Avrupai şiirin yemek artıklarını çanaklarda yalayan kaselis şairler gibi değil, iki şiirin de bile bu hissedilir.

Deneme kitabımızın ikinci yazısı yine Asaf Halet Çelebi’nin, Mevlana ve Şems adını taşıyor.

Bir dörtlükle başlar şiiri, manidardır.
Şems-i  Tebriz’i arar destine almış meşal 
Gece gündüz dolaşıp pir-i felek dünyayı 
Dide-i encüm ile tabe kıyamet arasa 
Ne bulur bir daha Şems’i ne de Mevlana’yı.

Yazı Mevlana’nın Konya’ya kadar gelişini özetlemekle başlar. “Mevlana büyük bir alim olan babası Bahaeddin Veled’le beraber yedi yaşında çıktığı Belh şehrinden itibaren  islam medeniyetinin merkezleri olan bir çok şehirler görmüş, alimler ve mutasavvıflarla tanışmış, yirmi yaşında yokken  nihayet kati olarak Konya’ya yerleşip kalmıştı.” 

Yetişme çağında farklı şehirler ve kültürler görmek olgunlaşmanın temel şartlarından biri gibi. Bediüzzaman da kaderin sevki ile farklı coğrafyalarda bulunmuş. Van, Kostruma, Doğu Bayezıt, Erzurum, Hasankale, Ankara, İstanbul, Barla, Denizli, Afyon, Kastamonu, Eskişehir, Isparta, Burdur, İstanbul, Şam, Urfa. 

Büyük bir sanatçı biyografa rastlamadı Bediüzzaman. Kurbağayı ilk defa gören insanlar hayretlerinden bakakalırlar, o da ey insanlar siz bir de kendinize bakın der, insanlar gülerler, kurbağa da güler.

Zwayk Balzac Biyografisini Yazmış, Tolstoy’u bir Rus asıllı Fransız Yazar, bir de Dosto’yu yazmış. Bizde Namık Kemal‘i kaleme almış bir biyograf Mithat Cemal Kuntay. Namık Kemal hayranı. Onları okudum Uluslararası Namık Kemal Sempozyumuna yetiştirdim, gözlerim kanlanmıştı. Bin beş yüz sahife, çok estetik değil ama adamın izini sürmüş. Hazreti İsa ile ilgili yazılanlar, çevrilen filimler hesapsız bizim Nebiyy-i Zişan için yazılanlar, onların yanında nasıl kalil ve garip heyhat İslam dünyası. Ben de dört büyük biyografi yazdım, Iğdır’daki mezar kazıcılar mezar taşımı hazırlaya dursunlar, hey gibi Üstadım harikasın be… Hıbarlara kalan dünya.

Yazının tamamını almak gerekir o kadar etkileyici yazılmış ki “Larende’de henüz onsekiz yaşında iken  babası onu kendisi gibi bir alimin kızı ile evlendirmişti. Bütün dahi çocuklarda olduğu gibi Celaleddin’de de çok evvelden gelişen  kabiliyetleri erken yaşında büyük  bir bilgiye sahip etmiş  bulunuyordu. Burada birkaç sene sonra  babası öldüğü zaman  onun ders verdiği medresede genç bir mütebahhir olan oğlunu  yirmi dört yaşında müderrisliğe getirmişlerdi.” 

Ferhad

vurma kazmayı
ferhâaad
he'nin iki gözü iki çesme
âaahhh
dağın içinde ne var ki
güm güm öter
ya senin içinde ne var
ferhâaad
ejderha bakışlı he'nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı
kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad

Asaf Halet Çelebi

***

Otuz yaşında iken Şam’a yakın acaip kıyafetli bir adam gelip onun elini öpmüş: 
Alemin sarrafı , beni tanı ! dedikten sonra  birdenbire kalabalığın içine karışıp kayboluvermiş. Mevlana’yı dolu  ve yanmaya hazırlanmış bir lamba gibi telakki eden kimseler Şems’in mevkiini de bir kibritin yaptığı işe benzetirler. Asıl yanan  ve nurlanan  Mevlana idi, O nu uyandırmak  ve ziya saçar hale getirmek için bir kibrit lazımdı ki bunu da Şems yapmıştı. Başka bir görüşle Tebrizli Şems Mevlana’yı ateşlemiş, fakat öyle bir infilak karşısında kalmıştı ki onun alevleri içinde kendisi de yanmıştı. 

Allah Rububiyeti gereği bütün Anadolu’yu Asya ve Avrupa’ya islamın güneşinin doğduğu her yerde tesirli olacak bir nebevi yıldızı elbette terbiye etmek ve hazırlamak için rical ül gayb birtakım olaylar hazırlamışlardır. Bizim küçük aklımız nerden anlasın bu anlamı. Bin yıl islamın bayraktarı olan her metre karesine bilmem ne kadar şehid kanı düşen gecesinde gündüzünde lailahe illallah sadaları yansıyan bir millete elbette farklı muamele edecektir.

Çelebi’ye devam edelim: "Bu esrarlı ve garip bir hüviyet taşıyan seyyah bu hiçbir yerde karar etmeyen, müşkül bilmeceler, manası derin suallerle insanın beynine bir şüphe kurdu  soktuktan sonra sırra kadem basan biraz  batınî  dailerine benzeyen aslı ve hilkatı meşkuk kimse bu hareketi ile Mevlana’da büyük bir hayret uyandırmıştı”Kimliği ile ilgili farklı mülahazalar ve yorumlar var." Molla Cami’iye göre de Horasandan gelip Tebriz‘e yerleşen bir dokumacının oğlu idi. Fakat her kim olursa olsun aldığı terbiyeden garip olmakla beraber manalı ve hesaplı hareketlerinden onun mühim bir tasavvuf terbiyesi aldığı birçok mutasavvıflarla tanıdığı anlaşılıyordu. Büyük bir cezbeye sahipti . Bu tasavvufi telkinleri ruhi bir ihtiyaç halinde samimi olarak hissetmişti, kuvvetli bir şahsiyeti olduğu da muhakkaktı. 

Asaf Halet onunla Sokrat arasında bağlantı  kurar. “Şems alim olmakla beraber şiddetli ruhani bir cezbenin tesiri altında bulunuyordu. Gerek bu bakımdan  gerek büyük iradesi, azmi, tevazuu ve karşılaştığı ölümün  mahiyeti itibariyle  Şems’el  Sokrat arasında bir benzerlik göze çarpmaktadır. Hakikaten her ikisi de deha sahipleri üzerinde tesir yapmışlar  ve ilka ettikleri ham fikirlerin sanatkarane  bir şekil almasına  muvaffak olmuşlardır. Bundan başka her ikisi  de müsbet bilginin lüzumsuzluğunu , nefis tezkiyesini  vicdan temizliğinin zaruri oluşunu  aşkın yüksek mahiyetini  ön planda göstermişlerdi.

Herhalde Mevlana’nın  şahsiyetini kazanması için geçirdiği conversion (dönüşüm) hadisesi Sokrat’ın Eflatun üzerinde yaptığı  tesire çok benzemekte idi. Mauric Barres, cihanın en cazip hadiselerinden biri de  Sokrat’la Eflatun da olduğu kadar  Şems’le Mevlana’da da birbirinden ayrılmayacak derecede tehalükle birbirlerine karışmak isteyişleri bu ruh birliğinden doğmuş  bir şeydir. Üstadla talebesinin birbirinin  yerine geçmeleri  Tevrat’da İlyas ve Elyasa’da da  görülüyor. Dedikten sonra başka bir yerde de.

Şems’le Mevlana’nın dostluğunu  çok makul ve tabii bulmakla beraber  talihin bir lütufu olmak üzere  esrarlı ve cazip bir tarafı   olan Goethe ile Schiller’in  arkadaşlığı ile ölçmek isterim” diyor bu hali Tawienski  ve Mickiewitz’in ki ile de mukayese ediyor. ”Şems etkileyici şaşırtıcı bir tesire sahiptir.“ Mistik şiir ile meşhur olan Evhadüddin Kirmani  ile aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:

Şems; Derdin nedir? Ne yapıyorsun ?diye soruyor
Evhadüddin; Leğen içindeki suda aya bakıyorum , diye cevap veriyor.
Şems : Boynunda çıban yoksa ayın niçin gökte görmüyorsun? Bir hekime git de sana ilaç versin , baktığın şeylerde hakikatı görmeye alışırsın !
Evhadüddin; Beni hizmetine alır sohbetinde bulundurur musun?diye ısrar edince  Şems herkesin içinde , Bağdat çarşısının ortasında kendisi ile içki içip içmeyeceğini soruyor, red cevabı alınca da 
-Erlerin önünden çekil , sen henüz cılızsın , sen de o kuvvet yoktur. Hakkın hasarlılarının kudretine malik değilsin, benim sözlerim senin işin değildir. Sen bana arkadaş olamazsın . Ben mürid değil , şeyh istiyorum. Hem her şeyhi  değil , kamil ve muhakkik şeyhi , deyip ayrılmıştı.”

“Şems, Mevlana’nın şöhretini  duyduktan ve karakteri hakkında lazım gelen  malumatı aldıktan sonra  bu mütemadi seyahatlar sırasında  bir gün de kasten  Konya’ya gelmişti. Bu vaka ikinci teşrin 1244'de cereyan etmişti. 

Mevlana maiyetinde bir cemaatle medreseden çıkıp Şems’in kaldığı Şakkerrizan Hanının önünden  geçerken Şems birdenbire  Mevlana’nın bindiği merkebin önüne geçip durdurmuş  ve şu suali sormuştu.

Bayezıt mı  büyüktür? Yoksa Muhammed mi?  Bayezıt “Kendimi tesbih ederim, şanım ne kadar büyüktür ve ben sultanların sultanıyım, demesi susuzluğunun  bir yudumla  teskin edilir olmasında idi. Halbuki “Seni hakkile bilemedik” diyen  Peygamberimizin  Kur’an daki “senin göğsünü yarmadık mıydı?“ ayetinde işaret edilen hakkın geniş kainatı olan göğsü  bir türlü kanamıyor onun için her gün daha yakınlık istiyordu.  Bu cevabı alan Şems bir nara atarak kendinden geçmiş ve bir daha Mevlana’nın peşinden ayrılmaz olmuştu.”

Asaf Halet, onun bakış açısını anlatır. “Bir gün birçok şeyhlerin ve alimlerin hazır bulundukları  bir mecliste bulunuluyordu. Birçok alim ve mutasavvıfların fikirleri ortaya atılıyordu. Bir köşede murakabe halinde bulunan Şems buarada birdenbire  yerinden fırlayıp şöyle bağırıyordu. 

Ne zamana kadar başkalarının sözlerini  naklederek övünceksiniz? İçinizden bir kişi çıkmıyor ki “ Rabbimden kalbime şöyle ilham olundu , diye söze başlasın. Siz bu zamanın adamlarısınız sizin söyleyeceğiniz bir şey yok mudur?” işte bu hikaye bize Şems’in karakterini onun illumination’lara  nasıl ilk planda yer verdiğini Mevlana’ya  bunun ehemmiyetini anlattığını göstermektedir. 

Bu tarihten evvel tamamen zühd ü  ibadet içinde saklı bir insan olan Mevlana’nın birbdenbire ölçüsüz  ve samimi bir heyecan içinde  yaşadığı görülüyor. Ahbablarından Selahattin Zerkub’un evine kapanarak tasvvufa dair derin bahislere  dalan Mevlana talebesini ve dostlarını tamamen ihmal etmiş bulunuyordu. Şems bu evde ona öteden beri  mutasavvıflar arasında  görülün ve musikisiz yapılan Sema’  öğretiyor, fazla şiir ve vecd ile  musiki ile karışık geniş bir tasavvuf zevki  vermekte devam ediyordu. 
Mevlana artık Şems’ten ayrılmaz olmuştu, derslerini çoktan terkederek yalnız sema etmeğe, ney üfleyip rebab  çaldırıp  vecd ve istiğrak içinde  yaşamaya başlamıştı. Şiirlerinin  bir çoğunu  bu tasavvufi vecd içinde  söylerken müridleri tarafından zabtetilemiyordu.

Bu durumlar halk arasında konuşulur. “Halk birbirine soruyordu Mevlana niçin böyle bir adama bağlanıp bizden yüz çevirdi. Bu Şems kimdir ki ırmağın bir çöpü sürüklediği gibi  onu bizden koparıp götürüyor. Dedikodular büyük, bu vaziyeti gören  Şems  haber bırakmaksızın Şam’a kaçıverir. Mevlana oğlunu ve dostlarını unun gelmesi için ricacı gönderir. 

Mevlana ona yazdığı şiirinde, “Ezelde olan  daima yaşayan  bilen , kadir ve kayyum olan Allah’a yemin ederim ki  onun nuru , aşkın mumunu alevlendirmiş ve böylelikle yüzbinlerce sırlar  ayan olmuştur. Onun bir emri ile bütün bu alemler  aşklar, aşıklar hakimler ve mahkumlarla dolmuştur.

Tebriz’li Şems’in tılsımıile  acaip acaip aleminin hazineleri saklanmıştı. Seyahata çıktığı andan itibaren  biz mum gibi bütün tatlılıklardan uzak kaldık, bütün gece mumlar gibi yandık . Baldan uzakta ve ateşle kuvak kucağa idik.  Güzellikten mahrum kalınca cismimiz harap oldu ve ruhumuz da  o harabelerde tüneyen baykuşa döndü. 

“Şems ilk gelişinden iki yıl sonra Konya’ya döndü.  Mevlana onu bağlamak için ne varsa yaptı kendi yetiştirdiği Kimya ile evlendirmek suretiyle  bir nevi sihriyet tesis etmişti.  Kimya bir süre sonra ölür, Şems ikinci defa bir kış mevsimimde tekrar Şam’a dönmüştü. Üçündü defa Mevlana onu Konya’ya getirtir. Dedikodular daha da artar, Şems  bunlara dayanamaz ve Mevlana’ya  “ Bu sefer öyle bir  kaybolacağım ki  benim izimi kimse bulamayacak, der. Nihayet bir gün  dediği çıkar büsbütün ortadan kaybolur, öldürüldüğü Alaattin Çelebi’nin de katiller arasında olduğu rivayet edilir. Eflaki’nin rivayetine göre öldürülüp bu kuyuya atılmıştır. (Ben Konya'da onun mezarı diye bir yere gittim orası sadece mezar görüntülü bir yerdi içinde kimse yoktu.) Sultan Veled onu rüyasında görerek buradan çıkarttırıp  teçhiz ve telkin ettikten sonra türbeye defnettirmiştir. Mevlana yine onun öldüğüne inanmaz. “Bu öyle bir sırdır ki herkesin buna vukufu yoktur” denilmiştir.

Mevlana yazdığı bir şiirde “Bu ezeli hayatta yaşayan kimse için öldü“ diyorlar. Ümit güneşinin söndüğünü söyleyen kim.

Mevlana en güzel şiirlerini bu olaydan sonra yazmıştır.    

Mevlana’ya bir gün birisi “ Şems’i gördüm “ demiştir,  Mevlana üstündeki yeni feraceyi  çıkararak  ona bağışlar. Bu adamın yalan söylediğini diyenlere karşı , bunu onun yalanına bağışlıyorum, doğru söyleseydi eğer ona canımı verirdim“ der.  Ömrünün sonuna kadar Hazreti Mevlana  bu ayrılıktan şikayet ederek şiirler yazmıştır.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.