Mehmet Kırkıncı'nın alimlerle hatıraları, latifeleri, görüşmeleri

"Hocam, bize misafirin iyisini tarif ettiniz. Bir gün de ev sahibinin iyisini tarif etseniz de, öğrensek” dedim. Osman hoca bir kahkaha attı. Hocam da gülerek; “sen sus, sen çok konuşma” dedi

Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin yeğeni Muhammed Kırkıncıoğlu ile yapılan röportajın 6. Bölümü
Salih Okur/cevaplar.org

MEHMET KIRKINCI HİZMET İNSANLARI İLE

MUSTAFA SUNGUR VE BAYRAM YÜKSEL AĞABEYLER

Mustafa Sungur ve Bayram Yüksel ağabeyler zaman zaman Erzurum’a gelirlerdi. Çok kalabalık cemaat toplanırdı. Bir gün demişlerdi; “Hocam her tarafa gidiyoruz ama Erzurum bir başka, bunda çok hisseniz var.”

Bunun üzerine hocam dedi ki; “ben bütün bu hisselerimi size vereyim, Üstada verdiğiniz bir bardak su hissenizi bana verin, ben razıyım.

Gerçekten ağabeylere çok değer verirdi. Onlar da hocamı çok severlerdi. Mesela Sungur ağabey gelip derste hocamın yanına oturur, hocam ders yaptıktan sonra o da ya hatıra anlatır ya da kitap dağıtıp ders yapardı.

Yine Bayram ağabey geldiğinde de öyle olurdu. Önce hocam usulü üzerine izahlı ders yapar, Bayram ağabey de hatıra anlatırdı. Hatta Bayram ağabeyin “ya hocam, burayı hiç böyle anlamamışız” dediğini hatırlarım.

İyi hatırlıyorum. Zira 1984’den 88’e kadar dershanede kaldım. Böyle ağabeyler geldiği zaman terminalden alırdık. Mesela misafirhanede kaldığım seneler onları misafir ederdik. Sabah kahvaltı hazırladığımızda hocamı da davet ederdik. Hocam da gelir, onlarla kahvaltı ederdi.

Not: Hocamız bir derste bu iki merhum ağabeyle bir hatırasını paylaşıyor; “Çok seneler evvel Van’da bir mevlid vardı. Allah rahmet eylesin Bayram ağabey, Sungur ağabey ve birçok arkadaşlarla Van’a gittik. Eski Van’ı gezdik. Akşam namazı vakti olunca orada bir yerde namaz kıldık. Yavaş yavaş yürüyerek şehir merkezine doğru geliyoruz. Baktım orada bir işlek (eşek) var, bağlanmış otluyor. Yanında da üç beş günlük bir yavrusu var. Kulaklarını dikiyor; bir oraya, bir buraya koşuyor, zıplıyor. O hayvana baka kaldım. Sungur ağabey ve Bayram ağabey ilerlemişler. Bana “ne yapıyorsun” dediler. “Şu hayvandan ders alıyorum. Bu hayvan sevinçle koşturuyor, işlek olarak yaratıldığından memnun, Allah’a şükrediyor” dedim. (Salih Okur)

MOLLA NUSRET HOCA

Ağrılı Nusret Hocamız ile hocamın çok sıcak bir ilişkisi vardı. Gidip gelirlerdi. Biz de dershanede kalırken kendisini misafir ederdik. Hocama karşı fevkalade bir hürmeti vardı. Hocam sormazsa, hürmeten hocamın yanında bir şey konuşmazdı.

Babamla hukuku da çok iyiydi. Her geldiğinde mutlaka uzun uzun görüşürlerdi.

MOLLA FAHREDDİN HOCA

Hocam onunla tanışmasından bahsederken derdi ki; “Babamın mahallebaşında oteli vardı. Bir gün oraya gittiğimde gördüm ki, ilmin vakarı üzerinde görünen bir adam var. Selam verdim, selamımı aldı. Nereli olduğunu sordum. Hınıslı olduğunu söyledi. İslami ilimleri okuyup okumadığını sordum. “Biraz okumuşluğumuz var” dedi. Bir iki soru sorunca, iyi bir ilminin olduğunu anladım. Erzurum’a niçin geldiğini sordum. “Burada bir işimiz var. Bu otelde kalıyorum” dedi. Dedim ki; “burada bizim bir medresemiz var, seni orada misafir edelim.” “Ben gelemem, bu otele para ödedim” deyince, “ben şimdi senin paranı geri alırım, sonra medreseye gideriz” dedim.

Gittik. Hoş beşten sonra, Fahrettin Hoca’ya Bediüzzaman’ı tanıyıp tanımadığını sordum. “Duydum” dedi. “Eserlerini okudunuz mu?” diye sordum. “Hayır, okumadım.” dedi. “İsterseniz o eserlerden kısa bir bölüm okuyalım” dedim. O da “Ben Türkçe eser okumam.” dedi. Bunun üzerine; “Hoca Efendi faydalı bir ilim olduktan sonra niye Türkçesinden okumayalım” dedim. O da; “Eğer bu eserlerde Kur’an’ın tercümesinin mümkün olmadığını ispat ediliyorsa o zaman okurum.” dedi. Ben; “Kur’an’ın tercümesinin mümkün olmadığını ve bu işe bizim de karşı olduğumuzu, Risale-i Nur’da bu mevzuun çok güzel bir şekilde işlendiğini anlattım ve 25. Söz’den ilgili bahsi okuduk... Hocaefendi bu izahtan çok memnun oldu, sık sık Erzurum’a gidip gelmeye başladı ve Risale-i Nur’a talebe oldu.”

Bir zaman PKK Hınıs’ta camilerin açılmaması, hükümetin boykot edilmesi emrini vermiş. Fahreddin Hocam da gidiyor sabahları, her camide ezan okuyor. O zaman PKK’nın ora sorumlusu demiş ki; “onu alnından vuracağım.” O terörist kısa bir zaman sonra özel harekât timleri tarafından saklandığı tandırın içinde iki kaşının ortasından vurularak öldürüldü.

İmamlıktan sonra hocamın isteğiyle Erzurum’a yerleşti. Kendisinin hocama çok hürmeti vardı. Zaten biliyorsunuz Ekrad’da yani Kürtlerde ulemaya hürmet meselesi bizden çok ileri. Hocama karşı bu hürmeti hem Nusret hocamda görüyorduk, hem de Fahreddin hocamda. Hocam da her ikisini çok severdi, zaten Fahreddin Hocam hakkında “kara kuru veli” tabirini siz de duymuşsunuzdur.

Fahreddin Hocam Hınıs’ta gerek halkın her kesimi, gerek bürokrasidekilerle yakın ilişkisi vardı, herkes tarafından çok sevilirdi.

OSMAN DEMİRCİ HOCAEFENDİ

Vefatından 15 gün kadar evvel Bayburt’ta bir vakıf okuması oldu. Bayburt’ta Çetin Koloğlu isminde bir ağabey vardı, o hocamları davet etti. Kendisi çok hizmeti sebkat etmiş, nurları çok okuyan bir ağabey. Acaip bir dava adamı. Esnaf kendisi. Biz de hocamgilleri aldık, iki üç araba gittik.

Allah razı olsun bizi orada yedirdi, içirdiler. Dersler okundu. Kalabalıktı. 150-200 metrekare bir salon dolu idi. Zaten 80-90 vakıf vardı. Hocam sohbet etti, Osman Hocam da dua etti.

Dönüşte Kop dağında bulunan bir kaynaktan Osman Hocam soğuk su içmek istedi, kendisi soğuk suyu çok severdi, hocam çok soğuk su içmezdi.

Su kar suyu idi, gerçekten çok soğuktu. Onun üzerine rahatsızlandı. Hastaneye kaldırdılar, kısa bir süre sonra da vefat etti. Hocam hastanede bir kaç sefer kendisini ziyaret etti.

Benim şahit olduğum hususu söylüyorum, hocam onun vefatıyla gerçekten çöktü. Ben bunu bir kaç ağabeye söyledim. Aralarında gerçekten çok ciddi bir irtibat vardı. Hocam bu vefattan bayağı etkilendi yani.

Onlar aralarında çok şakalar yapardı. Osman Hoca Erzurum’a geldiğinde dükkana uğrar, “bir Kümbet’e gidelim” derdi. Ben de alır getirirdim Kümbet’e. Hocam hemen ayağa kalkar, musafaha eder, sarılırlardı. Hocam o geldiğinde çok neşeli olurdu. Çay gelene kadar veya çay esnasında hocam Osman hocaya mutlaka takılır (buna beş- altı kez şahit olduk) şöyle derdi; “Hocam, sana misafirin iyisini tarif etmemişlerdir. Ben sana misafirin iyisini tarif edeyim. Misafirin iyisi geç gelen, tez gidendir.” Osman hocam da güler, tebessüm ederdi.

Hocam, Demirci Hoca her geldiğinde bu latifeyi mutlaka yapardı. Bir gün denk geldi de, ben de o sırada dedim ki; “hocam, Osman hocamın her gelişinde bize misafirin iyisini tarif ettiniz. Bir gün de ev sahibinin iyisini tarif etseniz de, öğrensek” dedim. Osman hoca bir kahkaha attı; “yaşa Hacı Muhammed, yaşa Hacı Muhammed” dedi. Hocam da bana gülerek; “sen sus, sen çok konuşma” dedi.

İNAM HOCAEFENDİ

İnam Muhiddinoğlu hoca Bayburtluydu. İri yarı, çok da sert bir adamdı. Hocamın 12-15 kişi arası imamlardan oluşan bir Arapça ders halkası vardı. İnam hoca da o halkanın içindeydi.

İnam hoca gençliğinde biraz Arapça okumuş, sonra Arapça tedrisat yasaklanınca, eğitimi yarım kalmış. Kendisi de Bayburt’tan İstanbul’a gitmiş, müteahhit olmuş. Kırklı yaşlarında tekrar Arapçaya başlamış ve hocamın ifadesiyle Arapçada iyi bir alim olmuştu. Onun da kendisinden Arapça okuyan bir ekibi vardı.

Hocamdan 15 yaş büyük olmasına rağmen hocama karşı çok saygısı ve sevgisi vardı. Bir gün eski Kümbet’e geldiğimde içeriden gürültüler geliyordu. Sandım ki hocamla İnam hocam dövüşüyor. Meğerse hocamın elini öpmeye çalışıyor, hocam da elini çekmeye çalışıyor. O sırada hocam çok sinirlendi, dedi; “bak, bir daha böyle yapma, ısrar etme ya, rahatsız oluyorum” dedi.

Hocamın ondan çok etkilendiği şöyle de bir hatırası oldu. İnam hoca hastalandı. Hocam; “İnam efendiyi gidip bir ziyaret edelim” dedi. Gittik, evine çıktık. Yatakta yatıyordu, kaldırdılar, oturdu. Hocam ısrar etti; “hocam, rahatsız olma” filan dediyse de, kendilerini oturtmalarını istedi. Sohbet, muhabbet derken bayağı bir oturduk. İnam hoca bir ara dedi ki; “Hocam, kendi kendime diyorum ki; “ben bu dünyada daha niye yaşıyorum ki, gerçek yurdumuza bir gitsem diyorum. Ama ben anlayamıyorum, daha neden yaşıyorum ki.”

Hocam bir şeyler söyledi, “dünyada kalmak, iki rekat namaz daha kılmak hayırlıdır, faziletlidir” filan dediyse de, İnam Hocanın bu sözleri çok hoşuna gitti. İnam hocanın sakalının iki tarafından tuttu, böyle sıvazladı. Sarıldı; “biz kalkalım” dedi.

Hocam onun o sözlerinden gerçekten çok etkilendi; “Allah Allah” dedi, “maşallah, işte gerçek yurduna hasret duyan bir insan” dedi, Kümbet’e kadar çok taaccüb etti.

Not: Merhum Kırkıncı Hocamız bir derste bu hatıraya şöyle değiniyor; “İnsanın doğması nasıl nimet ise, yaşaması nasıl nimet ise, ölmesi de öyle bir nimet ki, sorma daha. Allah rahmet etsin, Bizim peder Medine’de idi. Görmeye gittim. Baktım rahatsız, yaşı da fazlalaşmıştı. Gece beraber oturuyorduk. Dedi ki; “hoca, bilirsen, şimdi ölüm parayla satılsa var ya, birinci müşterisi benim.”

Hacı Süleyman Arı’nın pederi vardı, İbrahim efendi. Kendisi hocaydı. Çok da yaşlıydı. Beni gördükçe “hocaefendi” derdi, “buyur hocam” deyince, “acaba sen ne dersin, ben daha acaba niye duriram? Benim yapacak bir şeyim yok, ölmem lazım.” Sanki ben kendisine diyorum; “bir kaç gün daha dur.”

İnam efendi de yine aynı filan. Gidiyorum İnam hocayı ziyarete. Diyor ki; “hoca, sence ben niye ölmirem? Daha neye duriram ki, sene (sana) soriram?” ölümü arzu ediyorlar yani.”(Salih Okur)

İnam Efendi sert yapılı bir insan olmasına rağmen hocam bir meselede; “tamam İnam Efendi” dedi mi, hiç konuşmaz, susardı. Hocama karşı derin bir hürmeti gerçekten vardı.

İnam efendi namazlarını vazifeli olduğu camide kıldırdıktan sonra Kümbet’e gelirdi. Erken geldiği zaman bir tarafa oturur, cemaatin namazını bitirmesini beklerdi. Bir gün Kümbet’e yeni bir adam gelmişti. Namaz kılarken ayaklarını yerden kesince, İnam efendi bunu fark etmiş. Biraz da sertçe adamı ikaz etmek istediğinde hocam müdahale ederek; “tamam İnam efendi” dedi. İnam efendi daha hiç konuşmadı. Adamın da kalbi kırılmamış oldu.

Demek Şercil abi o hadiseyi unutmamış. O adamın tekrar bir gelişinde biz çay doldururken hocama sordu; “Hocam secdede kaç uzuv olması lazım? Ayaklarımı secde ederken yerden kaldırsam, namazıma zarar verir mi?” dedi. Hocam dedi ki; “Şercil Efendi, iki ayağını da kesersen, namazın bozulur.” Yani adamı hiç muhatap almadan doğrusunu gösterdiler. Orada hocam İnam hocaya hiç fırsat vermedi yani.

BABAM HACI MUSA EFENDİ

Babam hayatı boyunca hocama hep destek olmuş, aynı davanın ızdırabıyla yoğrulmuş bir adamdı. Hocamın arkasında dağ gibi duran biriydi. Nev’i şahsına münhasır zekasıyla zor meseleleri çözer, cemaati bir arada tutardı.

BABAMIN HOCAMA SAYGISI

Hakikaten de öyle iki kardeş tarihte olmaz yani. Babam hocamın karşısında, komutanın karşısındaki asker gibiydi.

Hocam bize bazen derdi ki; “siz bana sormadan iş yapmışsınız. Hacı Musa ömründe hem bana sormadan iş yapmazdı, hem de benim sözümü sadece iki sefer dinlememiştir. Onun haricinde biz ne demişsek, Hacı Musa öyle yapmıştır” der, öyle tatlı tatlı şikayetlenirdi. Allahu Teala her ikisine de gani gani rahmet eylesin.


-Hacı Musa Efendi iki oğlu ile-

Bu iki meseleden birisini şöyle izah ederdi; babam hacca insan getirip götürdüğü seneler. Burada da arsa emlak işleri ile uğraşıyor. Bir adam almış, çalıştırıyor. Adam da işte maharetli çıkmış. Hocam demiş ki; “ona ortaklık ver.” Babam “Ne kadar vereyim” diye sorunca, “üçte bir ver” demiş. Akşam evde sormuş; “ne ettin hacı Musa?” demiş ki; “ağabey, yarı yarıya verdim.” Hocam; “Eee böyle istişare ettik” deyince, “baktım kazanacağız, ben üçte ikisini alacağım, o üçte birini alacak. Vicdanım rahat etmedi. Allah bana da versin, ona da versin” demiş.

Bir tane de buna benzer bir hadise cereyan etmiş. Onun haricinde gerçekten babam ağabeyine karşı askerin komutanının karşısındaki gibi bir saygısı vardı.

BABAMIN YAPICI YÖNÜ

Bir gün İstanbul’da bir arkadaşın dükkanındaydım. Merhum Vahdet Yılmaz ağabey geldiğimi haber almış, telefon etti, “bir yere ayrılma” dedi. Biraz sonra geldi.


-Hacı Musa Kırkıncı-

Erzurum hatıralarını anlatmaya başladı. Dedi ki; “Erzurum’da baban hizmette birliği çok tutardı. Baban hayattayken cemaat içinde küskün, kırgın diye bir şey olmazdı.”

Gerçekten öyleydi. Hakem gibi bir adamdı babam. Çok ferasetli birisiydi, meseleleri çok iyi tahlil eder, tedbirlerini söylerdi. Mesela Ilıca’dan bir kaç kardeş dedelerinden kalma bir yerlerini dükkan yapmışlar, “bir kaç kiracıyla uğraşmayalım” diye tek bir bina olarak kiraya çıkarmışlar. Bakmışlar ki arayan soran yok. Babaları da babamın arkadaşı. Bir oğluna demiş ki; “sen git, Hacı Musa’ya sor.”

Oğlu anlatıyor; “babama; ‘ya, Hacı Musa bey buradaki binayı ne anlar, Erzurum’da iş yapan bir adam” dedim. Ama babam ısrar edince, Erzurum’a geldim. Hacı Musa beyi bulup derdimizi anlattım.

Bana; “Araban var mı” diye sordu. “Yok” dedim. “Benim var gel, dedi. Onun arabasıyla Ilıca’ya geldik. Dükkanın olduğu yere gelince biraz baktı, sonra dedi ki; “burayı kiraya veremezsiniz.” Hayrola niye veremeyiz” diye sordum. “Adnan, bu ilçede bu kapasitede dükkan açacak adam yok. Şuradan şuradan şu ölçülerde üç tane duvar yaptır, dükkanını üçe böl, bir dükkanı diğer ikisine göre küçük tut. Beş birine, beş birine, üç birine iste. Toplam 13 lira eder” dedi.

Ben bir hafta sonra dediği gibi yapmaya başladım. Daha vitrinleri takarken üçünü de kiraya verdim. Hem de bizim tek olarak istediğimizin çok üzerinde bir kiramız oldu.”

Mesela iki ortak ayrılamadıkları zaman babamın yanına gelir, babam onların meselesini hallederdi.

Yine mesela Fatih Yurdu yapılıyor. Binasını babam yaptırmıştı. Arsasını kendisi vermişti, inşaatıyla da bizzat kendisi ilgilenmişti.

İnşaat devam ederken bir gün o sırada merhum Vahdet ağabey geliyor, ustalara diyor ki; “duvarı buradan yap.” Başka bir ağabey gelip diyor ki; “buradan yap.” Direk babama diyemiyorlar da, ustalara söylüyorlar.

Babam onlara diyor ki; “Sizin bu tip işlerinizi takip edecek mühendislikten anlayan, inşaattan anlayan birini bana muhatap seçin. Bu şekilde sizlerin karışmasıyla inşaat ilerlemiyor. Ben bu işi kaldıramam.”

Ondan önce de yapılan inşaatlarda ufak tefek sıkıntılar olmuş. Onlar da Selami Ceyhun ağabeyi temsilci seçmişler. Müteaahhit birisi. Eski vakıfta da bir süre başkanlık yapmıştı.

Selami ağabey diyor ki; “ondan sonra iş düzene bindi. Onlar bana söylüyor, ben hacıma söylüyorum. Uygunsa yapıyor, değilse yapmıyor. Böylece iş hız aldı. O dokuz katlı binayı kısa zamanda yaptık.”

1979’da açılan Fatih Yurdu 450 metrekare dokuz kat. Şu an da duruyor, bayan medresesi olarak hizmet veriyor.

BABAMIN VEFATI

Rahmetli babam 1988’de beyin kanaması geçirdi. Ondan önce de iki sefer kalp krizi geçirmişti. Bir süre hastanede de kaldı. 21 Haziran 1988’de vefat etti.

Fatih yurdunun alt kısmında babam gençler için bir hamam yaptırmıştı. Kendisinin cenazesi de orada yıkandı. Yıkamaya hocam biz üç kardeş ve Musa Şekerci hoca girmiştik. Hocam çok şiddetli ağlıyordu, bizim de aklımız başımızda değil.

Hocam bu vefattan çok etkilendi. Hatırladıkça da gözyaşlarını tutamazdı. Mesela bir keresinde bizim küçük biraderin yazıhanesine gelmişti. Neşeliydi, “hele bir kahve söyleyin” dedi. Söyledik. Bir an oldu, babam aklına geldi, gözyaşları sel oldu. Zaten babamın vefatından sonraki senelerde de hatırladıkça böyle ağladığı sık olurdu.

Devam edecek

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Nur Talebeleri Haberleri