Bediüzzaman Said Nursi Münazarat isimli eserinde “Neden tekebbür küçüklük alâmetidir?” sorusunu şöyle cevaplar: “Zira” der, “Her bir insan için, içinde görünecek ve onunla insânları temâşâ edecek bir mertebe-i haysiyet ve şöhret vardır. İşte, o mertebe eğer kapasitesinin boyundan daha yüksek ise; o, o seviyede görünmek için kibirlenerek o yüksek kamete doğru uzanıp tetavul ve tekebbür edecektir. Şayet kıymet ve istihkakı daha bülend ise, tevazu ile tekavvüs edip ona eğilecektir.” Yani Hazret diyor ki, ilmi kameti olmayan boyunu uzatmaya çalışarak yüksek tutmaya çabalar, ilmiyle edeplenmiş olan ise tevazuyla eğilir.
Emanetinde bulunan varlığıyla veya ilmiyle kibirlenip böbürlenmek İblis’in ve Karun’un özellikleriydi. Ne yazık ki bu sıfatlar kıyamete kadar insanlığa ibret olacak sadece o iki sembol şahsiyetle sınırlı kalmamış. İnsan işte öylesi kibirli bir tutum sayesinde hikmetin inceliklerini fark edemez, mananın derinliğini ve genişliğini ihata edemez hale düşer.
Hayasız Akınlara Cevaplar başlığı altındaki birkaç yazımızla bir süredir işte öyle bir nasipsizin Said Nursî ve Nurculara yönelik iddialarına cevap vermeye devam ediyoruz ki bu yazımızla şimdilik nihayet vereceğiz. Bu küstah iddiacı, bugüne kadar onlarca defa tökezletilen demokrasiye 28 Şubat post-modern darbesiyle “balans ayarı” verilmeye çalışılan o uğursuz dönemde Diyanet’e danışman olarak akıl hocalığı(!) yaptırılanlardan biriydi.
İddia: Musa Kazım Efendi 4. Defa Şeyh’ul İslâm olunca, Dar’ul Hikmet’ul İslâmiye diye bir kurul oluşturdular. Ali Akın, bu heyetin üyelerini ve görev ünvanlarını sıraladıktan sonra Said Nursî’nin Hadis Mütehassısı olarak heyette yer aldığını söylüyor. Neymiş, hadis mütehassısı, diyerek Ahmet Hüsrev Altınbaşak Grubuna ait Cevşen-i Kebir, 10-16. sahifelerde bulunan birkaç hadis okuyor ve işte hadis mütehassısı budur, böyle hadislerin aslı var mıdır, hadis ilminden haberdar olan biri böyle hadislere itibar eder mi, bunlara itibar edenin ilmine itibar edilir mi? diye alay ediyor…
Cevap: Bediüzzaman Said Nursî Dar’ul Hikmet’e hadis mütehassısı ünvanıyla dahil edilmiştir fakat onun uzmanlığı sadece hadislerle sınırlı değildir. Bediüzzaman’ın ezberindeki kitaplar “Bilge” Ali Akın’ın önünde görüntü verdiği kütüphaneler dolusu eserlerdir. Merak ediyorsa hangileri olduğunu internetten araştırsın. Nursî, eserlerinde delilli, makul, ikna edici ve harika izahlarıyla onlarca ilim dalında ihtisas sahibi olduğunu kabul ve tescil ettirmiştir. Gelelim alay ettiği ve itibar etmediği hadisler için söylediklerine…
Bütün peygamberlerin iki mühim görevi olmuştur. İlki ve en önemlisi Allah’ın kendilerine vahyettiği emir ve yasakları insanlara duyurmak, diğeri ise iman edenlere kitabı ve hikmeti öğretmek. Ayette de bu mana ifade ediliyor: كَمَٓا اَرْسَلْنَا ف۪يكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّ۪يكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَۜ (Bakara/151) “Nitekim aranızdan size bir peygamber gönderdik: O size âyetlerimizi okuyor, sizi arındırıp temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor; yine size bilemeyeceklerinizi öğretiyor.” Allah’ın muradını ve maksadını kâmil manada ancak vahye mazhar olan peygamberler anlarlar. İnsanlar ne kadar akıllı, zeki ve bilgili de olsalar, anlayamayacaklarını onlara peygamberler talim edip öğretirler, yani vahyedileni açıklarlar. İşte küçümsediğiniz ve itibar etmediğiniz, “en güzel tefsirin kendisine verildiği” (Furkan/33) Peygamber Efendimizden rivayet olunan hadisler, vahyin, biz ümmetine ve bütün insanlara açıklaması, izahı ve tefsiridir.
Sünnet ve hadis olmadan Allah’ın gayesi anlaşılabilir mi? Sahih bir din anlayışı olabilir mi? İşte dini akide, anlayış, yorumlayış vs. ortadadır; her kafadan bir ses çıkıyor. Allah dinini herkesin aklına esecek şekilde anlamasına müsaade etmemiş. Din, yüze yakın ayetin emriyle Allah’ın kitabını tebliğ edip inananlara da hayatın her sahasında rehberlik yapan peygamberin fiilleri ve sözleriyle öğrettiği gibi yaşanacaktır. Hadis rivayetleri arasında günümüze kadar gelenlerin sahih olmayanları var mıdır? Evet belki vardır, olabilir. Mevzu veya zayıf olanı, rivayet silsilesinde veya haberde (hadis metninde) sıhhat bakımından sorunlu olanları bir kenara koyar diğerlerini baş tacı ederiz.
İddia: Barla Lahikası, 41 sahifede, “Kim sabah evinden çıkarken bu duayı okursa Allah onu her türlü tehlikeden korur.” İşte okuduk. (Hadisleri kast ediyor.) İftira mıdır bu? Bu Nurcular kadar cahil ve cehaletinde mağrur bir sınıf yoktur.
Cevap: Cahil bilmeyendir. Bildiğini sanıp bilmeyen ise cahilden çok daha beterdir. Yazılı olduğu iddiasında bulunulan hadis Barla Lahikası’nda yoktur. “Bilge”, bir de istihza ederek okuduğu başka bazı hadisleri “işte hadis dedikleri budur” diye alaylı bir dille sünnet ve hadis muhalifi olduğunu gösteriyor.
Eğer öyle ise, biz de ona لِكُلِّ اُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا هُمْ نَاسِكُوهُ فَلَا يُنَازِعُنَّكَ فِي الْاَمْرِ وَادْعُ اِلٰى رَبِّكَۜ اِنَّكَ لَعَلٰى هُدًى مُسْتَق۪يمٍ (Hac/67) “Biz her ümmet için uyacakları dinî kurallar koymuşuzdur. Boşuna bu konuda seninle tartışmasınlar ve sen Rabbinin yoluna çağrıda bulunmaya devam et! Sen hakka götüren doğru bir yol üzerindesin.” Keza, لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ (Ahzap/21) “Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır.” مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ وَمَنْ تَوَلّٰى فَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَف۪يظًاۜ Fiiliyle ve sözüyle “Resûlullah’a itaat eden Allah’a itaat etmiş olur...” olacağını ve aklını başına alıp يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُٓوا اَعْمَالَكُمْ (Muhammed/33) “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, resule itaat edin ve yaptıklarınızı boşa çıkarmayın.” emir ve ikazına uyarak Peygamber Efendimizin amel ve ibadetleri olan sünnetine riayet etmesini, mübarek söz ve tavsiyeleri olan hadislerine de kulak vermesi gerektiğini hatırlatalım.
İddia: Bana yazdırılıyor. Ayet-ül Kübra için, yazdığım vakit irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedim. Hiç müdahale etmedim, yukarıdan geldiği gibi, değiştirmeden ve düzeltmeden yazdım diyor. Bu küfrün ta kendisi değil mi? Bu vahiy iddiası, peygamberlik iddiası değil mi? “Allah’a yalan yere iftira edenden daha zalim var mı?” ayetini okuyup kendisine vahyedilmediği halde bana vahyedildi diyenden daha zalim var mı, demiyor mu Kur’an? Bu ilham olamaz. “Peygamberler dışında hiç kimse Cenab-ı Allah’la konuşamaz.” (Şuara, 51) Konuştum diyen kezzaptır, yalancıdır. Kitabın adı da Ayet-ül Kübra…
Cevap: Fessubhanallah! Bir konuyu hem anlamamak hem çarpıtmak için bu kadar gayret edilir mi? O halde şu ayetle cevap verelim: وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا (İsra/82) “Biz Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki, o müminler için bir şifa, bir rahmettir; zalimlerin ise sadece ziyanını arttırır.” Cenâb-ı Allah, Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olanı indiriyor. Kur’an nedir o halde? Elbette Allah’ın maksad ve muradını anlattığı kelâmıdır. Pekâlâ, bu kelâma muhatap kılınan insandan istenen nedir? Tabii ki o kelamın taşıdığı manayı anlaması ve kelam ile yapılması istenenleri, yani ibadet görevini yerine getirmesidir.
Gelelim anlamaya. Allah’ın muradını eksiksiz ve noksansız olarak kim anlayacak? Tabii ki kendilerine vahiy indirilen peygamberler. Pekâlâ, nübüvvet bitti mi? Elbette ki Hâtem’ul Enbiya olan Hazreti Muhammed (asm) ile din kemâle erdi, vahiy kesildi ve peygamberlik sona erdi. Amenna. O halde şu âyete bakalım: بَلْ هُوَ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ ف۪ي صُدُورِ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْعِلْمَۜ وَمَا يَجْحَدُ بِاٰيَاتِنَٓا اِلَّا الظَّالِمُونَ (Ankebut/49) “Hayır! Gerçekte o (Kur’an), kendilerine ilim verilenlerin gönüllerinde yer eden apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi zâlimlerden başkası inkâr etmez.” Cenâb-ı Allah, bu ayetle kendilerine ilim verilenlerden, kalplerine/gönüllerine ilim konulanlardan bahsetmiyor mu? Evet. Sinelere konulan bu ilim vahiy midir? Tabii ki hayır. Vahiy kesilmiş ise kendilerine ilim verilenlere vahiy gelmiyorsa bu ilham değil midir?
وَابْتِغَٓاءَ تَأْو۪يلِه۪ۚ وَمَا يَعْلَمُ تَأْو۪يلَهُٓ اِلَّا اللّٰهُۢ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ اٰمَنَّا بِه۪ۙ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَاۚ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ … (Al-i İmran/7) “Hâlbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” Eee artık siz de akl-ı selim sahibi olun da anlayın artık!..
Yukarıdaki izahlar vahiy ile ilham arasındaki farkı açıklamıyor mu? Aradaki farkı ne ilmi kameti ne de idrake takati olmayan bilemiyor ve birbirine karıştırıyor. Biz de her iki kavramı ve aralarındaki farkı bir öğren, ondan sonra ahkam kes, diyoruz. Said Nursî hiçbir eserinde Allah ile konuştum dememiş ve demiyor. Allah tarafından kalbime, bazen de sünuhat kabilinden, bazen ilhamen, bazen feyiz ve ilham yoluyla bildirildi, diyerek bu tabirleri onlarca defa yazmış.
Konunun anlaşılması için şöyle soralım: İnsanın kalbine gelen ilham kişinin kendi ihtiyarıyla mıdır? Tabii ki değil. “Kalbe geldiği gibi (yani ilhamen geldiği gibi) acele olarak yazdırılmış, birinci müsvedde ile iktifa edilmiştir. Üstad, "Yazdığım vakit irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedim." beyanı, yani “mânânın kalbime gelen safi haline müdahale etmeyeyim, kendi fikir ve kanaatimi dahil etmeyeyim” ifadesinde hâlâ nasıl bir suç ve kabahat buluyorsunuz?
İddia: “İmam-ı Ali (r.a.) gayb-âşina nazarıyla bu risaleyi görmüş, "Kaside-i Celcelutiye"sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip وَبِاْلاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ fıkrasıyla onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.” diyor. Hazreti Ali bizim kitabımızı şefaat yapmış! Tövbe estağfirullah! Sen kimsin? Senin risalen saçmalıklardan ibaret olan seni ve şeyini şefaatçi kılacak, Hazreti Ali Allah’ın huzurunda bunların hürmetine Ya Rabbi beni affet diyecek. Bu sapıklığın zirvesi değil mi?
Cevap: Çok bilmiş “Bilge”nin “saçmalıklardan ibaret olan” dediği Şualar isimli eserin Yedinci Şuası olan “Ayet-ül Kübra” Risalesi, kainatta zerreden güneşe, gezegenlerden galaksilere, insandan bitki, hayvan ve diğer canlılara, maddeden manaya, anatomiden astronomiye, botanikten biyolojiye, fizikten kimyaya varasıya kadar bütün bilimlerin diliyle, her cüzde ve küllde, tevhidin en parlak delilleri ve Hazreti Muhammed’in (asm) nübüvvetinin hakkaniyeti akli, mantıki usullerle ve bu asır insanının idrak mertebesine uygun bir dille izah edilmiş. Be adam, esere bir bak ta öyle konuşsana!
Okunduğu bütün dünya dillerinde ve milletlerinde hayranlık uyandıran Ayet’ül Kübra Risalesi, bu bir türlü anlamaz şahsın her vesileyle hizmet ettiğini iddia ettiği tevhid inancını, yani Allah’ın mutlak varlığını, mutlak uluhiyetini, mutlak rububiyetini, mutlak hakimiyetini, kevndeki fiil ve tasarruflarındaki, esma ve sıfatlarındaki kemâlâtını, Kibriya ve azametini red edilmez kesinlikle izah ve ispat ediyor. (Ayet’ül Kübra risalesi, bizim de bir makalemizle katkıda bulunduğumuz Köprü Dergisinin yayınlanan 157. sayısında (2022/Kış) çeşitli ilmi cihetleriyle incelenmiştir.)
Böyle bir eseri “İlim şehrinin kapısı” olan Hazreti Ali sahiplenmez mi, mana aleminde alkışlamaz mı, müellifine maşaallah, barekallah demez mi? Bu eseri Cenâb-ı Allah’ın huzurunda tebrik ve takdir etmez mi? Bu eserin isminin hangi dilin gramerine uygun olduğunun bir önemi yoktur. Eserin muhtevasına bakılır. Bir ilim adamı tenkit edeceği eseri okumadan ve içinde ne yazdığını bilmeden ağzından salyalar akıtarak tahkir ediyorsa ona “Bilge” denir mi? Şimdi sorma sırası bizdedir. Ali Akın, peki ya sen kimsin?!..
İddia: İstanbul Eski Müftüsü Ali Fikri Yavuz’dan nakil ile, kendisine Said Nursî’yi ziyareti esnasında, Nursî’nin kendisini tekrar tekrar zehirlediklerini ve her defasında Gavs-ı Azam Şeyh Geylani’yi çağırdığında onu kurtardığını, hiçbir defa Allah beni kurtardı demediğini, bu adamın inancı böyle ise inancında şirk vardır. Kaybolan cevizin bulunması meselesi…
Cevap: Said Nursî, Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde Şeyh Geylani’nin bir kasidesini şöyle yorumlar: وَسَّلْ بِنَا فِى كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ / اَغِيثُكَ فِى اْلاَشْيَۤاءِ دَهْرًا بِهِمَّتِى İlm-i cifirle mânâsı: "Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap.”
Elbette mübarek ve mukaddes bir hizmet yapanlara Cenab-ı Allah kolaylık da verir, yardımcılar da gönderir, gönderebilir. Bu husus birçok âyette açık ve gizli olarak beyan edilmiştir. Mesela, يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ (Muhammed/7) “Ey iman edenler! Eğer siz Allah´a (Allah´ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam ve sabit kılar.” veya “görünmez ordularla” (Ahzap/9) tabiriyle melâike ordularıyla veya “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (Bakara/154)
Hak Te’ala, yolunda hizmet edenlere hikmeti iktiza ederse fiziki şartları kolaylaştırır, isterse bizim göremeyeceğimiz melek ordularıyla, isterse ruhani ve nurani varlıkları veya ayette “onlara ölü demeyin, onlar diridirler” diye beyan edilen şüheda ile kullarına yardım edebilir. Gerek meşhudat ile gerek keşf u keramet sahiplerinin ihbarıyla böyle yardımların gönderildiğinin yüzbinlerce misali vardır.
İddia: İSAV Vakfı Başkanı Ali Özek, Said Nursî’ye Mısır’dan Mustafa Sabri’nin selamını iletip Türkiye’deki bu küfür rejimine karşı cemaatiyle ayaklansın. Nursî’de cevaben, M.Sabri’nin kendisi Türkiye’ye gelip bu kıyamı başlatması halinde 500 bin şakirdimle onun emrine gireceğim, diye haber gönderdiğini naklediyor.
Cevap: Said Nursî, Van'da, inzivaya çekilerek mağarada yaşamakta iken, Şarkta bazı hareketlenmeler baş gösteriyor. Şeyh Said’in "Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir" diyerek yardım isteyen mektubuna, Bediüzzaman da mektupla, "Türk milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez. Siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir." diye cevap gönderiyor.
Bediüzzaman bu tavrını Kur’an’dan aldığı derse binaen belirlemiştir. Mustafa Sabri’nin iddia edildiği gibi bir talebi olmuş ise, Said Nursî’nin cevabı Şeyh Said’e verdiğinden farklı olmayacaktır. Çünkü talep Şeyh Said’inkiyle aynıdır; isyan veya kıyamdır. Şunun bunun lafının ve gevelemesinin bir kıymeti yoktur.
İddia: Daha sonra da Said Nursî’nin ve benzerlerinin şeriat anlayışını anlatacağım. Bakalım onların istedikleri şeriatı siz kabul edecek misiniz? O Allah’ın kanunu dediğiniz o Emevilerin şeriatında neler vardır, kaynaklarıyla size göstereceğim. Said Nursî işte o şeriatı istiyor.
Cevap: Ukela “Bilge” sapla samanı birbirine karıştırıyor. Said Nursî’nin eserlerini okumadığı gibi Emevîlerle ilgili tahlil, tenkid ve beyanlarından da haberdar değil. Buna rağmen Emevîlere taraftar veya fikren beraber olduğu saçmalığını iddia ediyor. Nursî incelediği hiçbir konuda Emevî taraftarlığı yapmamıştır. Ele aldığı meselelerde öncelikle Üstad-ı Küll olan Kur’an-ı Hakim’i, Peygamberin sünnetini ve ardından nebevî geleneğin taşıyıcıları olan İmam Ali, İmam Hasan ve Hüseyin ile Ehl-i Beyt içtihatlarını referans almıştır. Her kim olursa olsun, Risalelerde tenkit edeceği bir husus var ise, göstereceği kaynak Said Nursî’nin kendi eseri ve kaydî olmalıdır. Herkesin sözü ve iddiası sadece kendisini bağlar. Şifahî veya kavlî ifadeler hiçbir zaman delil sayılmaz.
Yeri gelmişken Emevî meselesine birkaç cümle ile açıklık getirelim: Hazreti Ali’nin hilafetinden sonra iyisiyle kötüsüyle 91 yıl sürecek Emevî dönemi başlamıştır. O dönemde ehl-i beyte pek çok zulümler yapıldığı, dinin siyasi amaçlar için kullanıldığı, hutbelerde siyasi propaganda yapıldığı, otoriteye boyun eğmeyenlerin cezalandırıldığı, hadis uydurulduğu, idareye muhalif olanların susturulduğu vs. doğrudur. Buna rağmen o zorbalık döneminde her türlü eza ve cefayı göğüsleyerek sahih hadislere sahip çıkan ve şeriatı peygamberden geldiği şekliyle muhafaza eden İmam Mâlik, Said b. Müseyyeb, İmam Ahmed b. Hanbel gibi mücahid ulemanın da olduğu unutulmamalıdır.
Ancak Emevî dönemiyle ilgili olarak kasıtlı olarak söylenmeyen bir şey vardır ki, Emevîlerin ardından 505 yıl süren Abbasîler döneminde kan düşmanları oldukları Emevîlerin dinî, siyasî ve toplumsal hayata dair neredeyse bütün izleri silinmiştir. Buna rağmen sünnet ve hadis düşmanları hoşlarına gitmeyen meseleleri, İslâm’ın Kur’an dışındaki bilgi hamulesini Emevî İslâm’ı veya şeriatı diyerek sünneti, hadisleri ve selef-i salihin yoluyla gelen ilmî müktesebatı itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Bu güruhun gözü dönmüş kısmının son zamanlarda Kur’an-ı Hakim’e Emevî Kur’an’ı diyerek dil uzattıklarının duyumlarını alıyoruz.
İddia: Sike-i Tasdik-i Gaybî, s: 899. Sırat-ı Müstakim Risale-i Nur’dur. Yani bizi Risale-i Nur’a hidayet eyle!!!
Cevap: Sikke-i Tasdik-i Gaybî adlı eser, hiçbir yayınevinin kitabı 899 sayfa değildir. Bu eser 200-250 sayfalık küçük hacimli bir kitaptır. Ancak, adı geçen eserde, Risale-i Nur’a işaret eden sekizinci ayet olan “Sırat-ı Müstakim” tabirinin izahında, ayetin külli manasının bu asırda muvafık ve münasip bir ferdinin Risale-i Nur olduğu cifirle tevafuk ettiği, yazılmış. Bizzat hitap ile işaret arasındaki farkı anlamayana daha ne söylenebilir ki?!
Risale-i Nur’un selim akıl ve selim kalp ile hasıl olan selim fikirlerin meyvesi olarak her türlü ifrat ve tefritlerden uzak, güçlü iradeli, sağlam ve sarsılmaz bir iman ile Allah’a kulluk bilinciyle Hazreti Peygambere ümmet olma sorumluluğuyla sünnet-i seniyeyi yaşamak gayretidir. Risale-i Nur da baştan sona bu dersler vermektedir.
İddia: Bu Said Nursî şimdi Doğu’da hutbeler Arapça okunuyor. İnsanlar Arapça bilmiyor. Alay ederek Arapça bilmece gibi sözler söylüyor. Hutbe mev’ize yani öğüttür. Cemaatin diliyle öğüt vereceksin. Mesnevi-i Nuriye’de, “Cuma hutbesinin Türkçe okunmasını isteyenlere, “Bazı gafiller” diyor. Türkçe hutbe olamaz. Yani olur mu şimdi böyle. İşte bu böyle cahil bir insan.
Cevap: İlgili bahis Mesnevi-i Nuriye eserinde şöyledir: “Bu zamanda bu gibi içtihadlar, semâvî değil, ancak arzî içtihadlardır. Bu gibi içtihadlarla Hâlık-ı Semâvat ve Arzın hükümlerinde yapılan tasarrufat merduttur. Meselâ, bazı gafiller, hutbenin Türkçe okunmasını istihsan ediyorlar ki, halkın bilhassa siyasî ahvalden haberleri olsun. Halbuki bu gibi ahval-i siyasiye yalandan, hileden, şeytanî fikirlerden hâli değildir.”
İddiacının cevabı aslında tenkit ettiği cümlenin içindedir fakat anlamaya insaf, vicdan, akıl ve idrak lazım. Nursî, “Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlâhiyenin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır.” diyerek kanaatlerini, hutbelerin dünyevi gayelere alet ve tahsis edilmemesi, ibadetlere bid’at sokulmaması bakımından serdetmiştir. İslam tarihinde bazı dönemlerde cuma hutbeleri arzi meseleler için alet edilmiştir. Tarihi tecrübeler bakımından Said Nursî bu kanaatinde haklı değil midir? Cuma hutbelerinin ülkemizde bazen politik mesajlar için, bazen dünyevi meseleler konu edilerek okutulduğuna yaşı müsait olanlar on yıllarca şahit olmuştur. Zaten cuma hutbelerinin Arapça okunması gerektiği görüşü sadece Nursî’yle sınırlı değildir. Bu hususta müçtehitlerden ve selef-i salihinden görüş sahipleri de vardır.
“Bilge”nin bu konuları anlamamaktaki ısrarının sebebi ya kifayetsizliği sebebiyle kavrayamamak ya da şartlanmış aklının düğmesini idrak etmeye kapatarak inatla anlamak istememektir. Ali Akın’ın iddiaları bumerang gibi kendisine çarpıyor da haberi yok. Bildiğini zanneden böylesi inatçı ve temerrüde düşülmüş derekeye Necip Fazıl “Cehaletin bu kadarı ancak tahsil ile mümkündür.” demişti. Merhum ne kadar da haklıymış!..
Bu kişi, çenesi düşük boşboğaz gevezelerin dikkate bile almaya değmeyecek söylediklerini ne yazık ki delil ve dayanak diye zihninde taşıyıp düşünce melekelerini bunlarla bozuyor. Konuşmalarında ciddiye alınmaya layık olmayan tonlarca laf-ı güzaf, boş ve değersiz iddialarla okuyucuları daha fazla yormamak için bu kadarla iktifa ediyoruz.
Ali Akın üzerine kara çalmaya çalıştığı Said Nursî’nin davasını, mefkuresini ve neler yaptığını bilmeyebilir. O dönemde ülkede yapılanlarla, bin yıllık bu İslâm memleketinin ne hale getirildiği hem arşivlerde hem de milletin derin hafızasındadır. Kendisi belki bazısını görmüş, belki görenlerden duymuş olabilir. Söyledikleri itibariyle de -çok görmüyoruz- yaşı itibariyle bunamış veya unutmuş ta olabilir. 28 Şubat döneminin Diyanet’e atadığı “Bilge” akıl hocası eğer o karanlık dönem idarelerinin yaptıklarına sahip çıkmıyorsa, o vakitler neler yapıldığını hatırlamak için internetten araştırabilir.
Netice-i kelâm; Kur’an’ın davası sönmez ve söndürülemez. Bugüne kadar kimse söndüremedi. Kur’an’ın hakikatlerinin tebliğ, neşir ve irşad dersleri olan Risale-i Nur, Peygamber Efendimizden (asm) mânen tevarüs ettiği mukaddes dâvâsı ve hizmetiyle ateş saçan taşlar gibidir; üzerine vuruldukça kıvılcım saçar, vuruldukça ateşi daha da parlar ve parlatır. Büyük şair Şeyh Sâdi-i Şirazi bir beytinde şöyle demişti: “İtlerin uluması ayın doğuşuna mâni olamaz.”
Ukela Bilge’ye ve emsallerine tekrar bir ikaz ve hatırlatma ile yazımıza son verelim: Davamızı ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini müdafaa için hakikat sopası elimizdedir. Allah'ın izniyle, saldıracak ya da ısıracak olanın sırtına vurulup bitlerini dökülecek ve tozu atılacaktır inşaallah.