Medresetüzzehra modelinde Nur'un zengin veri tabanı var

Araştırmacı yazar Safa Mürsel ile Devlet felsefesi ve Medresetüzzehra üzerine konuştuk...

Röportaj: Serdar Bilgin
RİSALEHABER

Özellikle "Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi" eseriyle tanıdığımız Araştımacı Yazar Safa Mürsel ile Devlet Felsefesi ve Medresetüzzehra konuları üzerine konuştuk. Kısa ve güzel sohbetimizde Safa Mürsel Bey önemli noktalara değindi. 

Sayın Hocam, 1970’li yılların sonunda yeni ufukların açılmasına vesile olmuş, “Risale-i Nur Külliyatı”nı tanımak ve daha detaylı bilgi edinmek isteyenler için istifade ve ilham kaynağı olan Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi” adlı çalışmanız hakkında Risale Haber okuyucularına neler söylersiniz?

Fakülteyi bitirdikten sonra bu kitabı hazırlamaya başladım. Yazım safhası yaklaşık 2-3 sene sürdü. Mehmet Emin Birinci, Mehmet Fırıncı, Mehmet Kutlular, Abdülvahit Mutkan Ağabeyin, Mustafa Sungur ve Mehmet Kırkıncı Hoca’nın teşvikleri çok oldu. Yazar dostlarım İhsan Atasoy, Necmeddin Şahiner de ilgilerini esirgemediler. Kısacası birçok gönül dostunun bu eserin oluşumunda ciddi katkıları ve destekleri oldu, eserin yazılışında birçok kişinin emeği geçti, fikir verdi, tavsiyelerde bulundu. Rabbim hepsinden razı olsun.

Bu çalışmamda Risale-i Nur Külliyatını, değişik ilmî disiplinler açısından sistematik bir tasnif içinde ortaya koymaya, Üstadın düşüncelerini “devlet felsefesi” altında akademik bir tasnif içinde etraflıca analiz ve takdim etmeye çalıştım.

Sayın Hocam, İslam dünyasının durumunu ve sıkıntılarını göz önüne alırsak “Üstadın Medresetüzzehra Projesi”nin İslam ilim-kültür-medeniyet hayatına ve ülkemizin dini ve demokratik değerlerine yansıması nasıl olur?

Risale-i Nur Külliyatında din–bilim, akıl-kalp birlikteliğine dayalı eğitim öngörüsü, “Medresetüzzehra” ismiyle kavramlaştırılır. Bu öngörünün temeli, dindarı taassuptan, inançsızı inkar ve şüpheden korumaktır. Medresetüzehra, Bediüzzaman’ın Kur’an ve Sünnet merkezli tahkik ve tefekkür mesleğini pratiğe taşınmanın kurucu kavramlarından birisidir. Çağına teklif ettiği özgün bir eğitim tasavvurudur.

Bediüzzaman’da eğitim, öncelikle fıtratın öngördüğü insaniyete layık “insanı” yetiştirme vasıtasıdır. Eğitimden beklediği kapsamlı sonuçlardan birisi de, “hal-i perişaniyet” dediği geri kalmışlığı bertaraf etmektir. Bu yüzden eğitim kurumları, inanç ve bilim temelinde nitelikli insan yetiştirmeyi hedeflemeliydi.

O eğitimi, tevhit eksenine oturtmakta hep ısrarcı oldu. “Fünun-u cedideyi, ulum-u medaris ile mezc ve derc” ifadesindeki amacı da bu idi. (İlk Dönem Eserleri, 508) Yani fen ve din bilimleri kaynaştırmalıydı. Bilim ve din birbirini ret ve dışlayan konumunda olamazdı. Bütün sebep-sonuç ilişkileri Yaratıcı bir gücün tasarrufu ve eseri olarak görülmeliydi. Yaratılmış bir şey yaratıcı olamayacağı gibi, Yaratıcı da yaratılmışın cinsinden olamazdı. Yaratılmış her şey, Allah’ın eseri olarak görülmeli ve okunmalıydı. Bu söz, fen bilimleri ile din ilimlerini aynı müfredat içinde mezc (imtizaç- telif- kaynaştırma) anlamı taşıyordu. Din ile bilim aslında ayrı katagoriler değildi. Fakat, “felsefenin dinsiz kısmı” “fenn-i hikmet kütüphanesinin” sahibi olan Yaratıcıyı görmeyerek, inkara sapma kolaycılığını seçmişti. Kısaca bilim ile din arasına “beşerin bulaşık eli karışmıştı. ”

Bediüzzaman, bilimi din dışı tutan pozitivist bir yaklaşımı kabul etmiyor, bilim ve eğitim için “seksen yıllık hayatımda öğrendim” dediği “dört kelime”den birisi olan tevhidi bir “nazar” (bakış açısı) öngörüyordu. Yapılması gereken bir zihniyet, bir bakış açısı değişimi idi. Zira, pozitivist felsefenin her şeyin “tesadüfen”, “kendiliğinden” veya “tabiat eliyle meydana geldiği” iddiası, bilimsel düşünce adına dayatılan ve hiçbir dayanağı olmayan bir safsata idi. Kainattaki her hareket ve oluşumu, “tabiat” eliyle, “tesadüfen” veya “kendiliğinden oluyor” demek, akla ve gerçeğe hakaret idi. Zerrelerden bütün galaksi sistemlerine kadar her şeyi, “ne güzeldir. ” diyerek sahipsiz bir gözle değil; “ne güzel yapılmış nazarıyla” bakarak ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaratıcının varlığına bağlamak aklın mecburiyeti idi. Bir Yaratıcının varlığına “akıl inkara yol bulamazdı. ”

Aklın, “fenn-i hikmet kütüphanesi” olan varlık aleminden hareketle oluşturduğu bütün bilimleri, bir Yaratıcının ilim, irade, kudret ve hikmet gibi isim ve sıfatlarını temel alarak açıklamak ve buna göre bir müfredat oluşturmak Medresetüzzehra projesinin esasını teşkil eder.

Bu ana konu yanında, hangi dilin okutulacağına ilişkin “lisan-ı Arabî vâcip, Kürdî caiz, Türkî lazım kılmak” öngörüsü, dayatmacı nitelikten uzak, seçme imkanı veren esnek ve çoğulcu bir anlam taşır. Onun içindir ki, öncelik ve etkinlik konumuna göre birden fazla dil kullanmanın yolu açık tutulmuştur.

Medresetüzzehra, her toplum için geçerli ve insan gerçeği ile uyumlu eğitim metodu öngörür. Bu eğitimde kişinin vicdanını din ilimleriyle, aklını da fen ilimleriyle aydınlatmak ilkesi benimsenir. Böylece insan kimliği, dine mensubiyet adına taassuptan; ilme mensubiyet adına da inkar ve şüphelerden korunmuş olacaktır. “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. ” sözü bu amaçla söylenmiştir. Yani bu eğitim anlayışında din ve bilim birbirini tamamlayacağı gibi, din ile bilimin “mezc”i ile insan kişiliği, dine ve bilime yabancılaşmaktan da korunacaktır.

Bediüzzaman’ın öngördüğü bu eğitim anlayışı, Osmanlıda 16. asra kadar farklı boyutta uygulanan bir modeldi. Bu tarihten sonra fen bilimleri, dini bilimlere kıyasla mâlâyâni (gereksiz) görülerek medrese müfredatından çıkarıldı. Bediüzzaman, terkedilen bu din - bilim ittifakına dayalı eğitim anlayışını, Medresetüzzehra modelinde, hem tashih ediyor, hem de güncellemiş oluyordu. Bu güncelleme, çağın pozitivist akımlarının inkarcı tutumu dikkate alınarak yapılmıştır. Din - bilim birlikteliği öngörüsü, soyut iddiadan ve temenniden ibaret değildi. O ilkenin arkasında, altı bin sayfalık Nur Külliyatının zengin veri tabanı vardı.

Osmanlının güçlü eğitim kurumları olan Medreseler, 20. asra gelindiğinde, kendisini yenileyemediği için ihtiyaçları karşılamaktan oldukça uzaktı. Osmanlı yönetimleri, 19. asırda batılı tarzda eğitim kurumları açarak bu yanlışlığı aşmaya çalıştı. Bu yapılan gerekli, fakat yetersizdi. Zira maddi eğitim vardı ama manevi boyut yoktu. Pozitivist fikirler, tartışmasız doğru bilgiler diye okutuluyor, dini bilgi ve bakış açısı dikkate alınmıyordu. Bu yüzden o eğitim kurumlarında yetişen tek boyutlu nesiller, kendi kimlik ve değerlerine hasım hale gelecek derecede yabancılaşarak, Batı kültürünün taşıyıcısı ve bağımlı misyonerine dönüşüyordu.

Kilisenin, Hıristiyanlık adına bilimi dinin dışında tutan, hatta engizisyonlarda yargılayan gerçek dışı yanlış yaklaşımı, özellikle Cumhuriyet döneminde laik okullarda, haksız yere İslam’a uyarlanıyordu. İslamda da din bilim ayrımı olduğu iddiası, eğitimde önyargıyla genç zihinlere işleniyordu. Böylece nesiller eğitim yoluya “pozitivizm dini”ne yönlendiriliyordu.

Batı’ya eğitim için gönderilen ve batılı eğitim alan gençlerdeki kimlik erozyonu ve yabancılaşma had safhaya varmıştı. Bediüzzaman bu konuya çarpıcı bir örnek verir. “Avrupa'nın kâselisleri(nden) (dalkavuklarından) birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı”diyerek, Batıcı aydınlarımızın aşağılık kompleksine girmesine ve kendi değerlerine yabancılaşmasına bu ilginç ifadesiyle dikkat çeker.

Henüz otuz yaşına gelmeden, 1907’de “memleketime maarif” istiyorum diyerek padişahın kapısına dayanan Bediüzzaman, aydınlardaki bu yabancılaşma ve inkar sürecini durdurmanın gereğine inanmıştı. Onu en iyi anlayacak olan I. Abdülhamit idi. Zira, eğitim için Avrupa’ya çok sayıda genç göndermişti. Fakat hatıralarında, bunlardan çoğunun ülkesine yabancılaştığından ve beklediği sonucu alamadığından şikayet ediyordu. Padişahın özel kalemi görüşme fırsatı tanımadığından Bediüzzaman, padişaha ulaşıp maksadını anlatma imkanı bulamadı.

Medreselerin yetersizliği hem cehaleti besliyor, hem de maddi ve manevi alanda geri kalmışlığa yol açıyordu. Medresetüzzehra modelinden beklenen din ile bilimin, akılla kalbin buluşması idi. İslam dünyasını maddeten ve manen perişan hale getiren en temel sebep, din ile bilimin birbirine karşı kutuplaştırılmasıydı. Bu ise, mekteple medresenin çatışması olarak topluma yansıyordu. Bediüzzaman’a göre çözüm, bu iki alanın “ünsiyet”ini yani birbirini tanıyıp kabullenmesinin sağlanmasına bağlıydı.

“Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hal-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedide-i medeniye ile olacak. O fünunun da gayr-ı müteaffin bir mecrâsı ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din, fünun ile ünsiyet peyda etsin. “(İlk Dönem eserleri, 395)

Bu ifadede ortaya koyduğu din- bilim ittifakına dayalı eğitime ilişkin görüşlerini sadece kitapta ve teoride bırakmak niyetinde olmadığı için, Bediüüzzaman, onu hayata geçirmenin gereklerine azami ölçüde dikkat etti. Toplumun eğitim alanındaki hassasiyetini dikkate alarak onların eğitim çabalarına aktif olarak katılmasını sağladı.

Düşündüğü eğitim sisteminin başarısı için işe isimden başladı. Bölge insanı ve toplumun “medrese”kavramına duyduğu ilgi ve güven sebebiyle bu kavramı korumayı, teşebbüsün başarısının “ birinci şartı” olarak işaret eder. Zira, halkın nazarındaki “meluf ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz itbarı” sebebiyle “rağabatı (rağbeti) uyandıran medrese” ismini kullanmanın yerinde olacağını söyler.

Bu eğitim sisteminin öncelikle hayata geçmesini istediği yer Mezopotamya havzasıdır. Bu eğitim kurumuyla bölge, yeniden bir medeniyet ve cazibe merkezi haline gelecekti. Bu eğitim kurumunun temelini atmayı düşündüğü ilk pilot bölge, “Bitlis', Van ve Diyarbakır”üçgenidir. Uygulama alanı olarak seçilen bu bölge, eğitime en muhtaç durumdaydı. Yapılacak eğitimden beklediği ilk ve pratik sonuç, sosyal, siyasi, kültürel, ekonomik konularda da bölge kalkınmasına katkı yapması idi. Onun “Medresetüzzehra”da yapılacak bir eğitimden beklediği sonuçlar, mevzii ve mahalli olmayıp, medeniyetler arasındaki ilişkiyi düzenlemeye varıncaya kadar çok daha büyük hedeflere sahip olup, makale ile ayrıca ele alınması gerekir.

*Araştırmacı Yazar Safa MÜRSEL kimdir?

1949 yılında Denizli’nin Tavas ilçesinde doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1973 yılında mezun oldu. Nesil Yayınları’nda 2002 ile 2014 yılları arasında Yayın Kurulu Başkanlığı görevini yürüttü, Moral FM radyosunun kuruculuğunu ve TV111 isimli internet televizyonunun haftalık yorum programını yaptı. Yeni Asya gazetesi ile 1970 yılında başladığı yazı hayatına halen değişik dergi ve internet sitelerinde sosyal ve kültürel içerikli yazılarıyla devam etmekte olup serbest avukatlık yapmaktadır.

Eserleri
Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi
Laikliğin Neresindeyiz?
Siyasi Düşünce Tarihi Işığında Bediüzzaman Said Nursi
Risale-i Nur Hizmetinde Metot 

 

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Röportaj Haberleri