Mahlukatın çeşitliliği meselesi

Veysel TÜRK

Mahlukatın çeşitliliği meselesi-Kesret-i Mahlûkat ve Tecelliyât

Yazının nihai kısımlarında yapılması gereken tahlili başta yaparak konuya girmek istiyorum. Mahlûkatın çeşitliliği Sân-i Zülcemâl'in, Hâkim-i Zülkemâl'in esmâsının tenevvüünden kaynaklanır. Bu esmânın tenevvuu ise mahlûkatın da çeşitliliğine ve kesretine sebep olmuştur. Çünkü her isim ayrı ayrı mazhar isterler. Bu nedenle insanoğlu da sûreten ve sîreten çeşit çeşit halkedilmişlerdir. Her insan ayrı bir alem gibidir. Huyu, mîzacı, karakteri,yani sîreti farklı farklı olduğu gibi; dış görünüşü olan sureti de farklı farklı yaratılmıştır. Her ismin, mazharlar vasıtasıyla tezahür edebilmeleri için bu alemde çeşitlilik ve kesretlilik vukuu bulmuştur.

Evet, isimler mazhar isterler, isimler ayna isterler ve bu sonsuz isimlerin tecelîlleri mahlûkatta tezahür etmek isterler. Bazen bir mahlukta (kabiliyeti nisbetinde) yüzlerce isimler aynı anda tecellî ederken bazen de bir mahlukta bir kaç tanesi ancak tecellî eder.

* * *

Acemi tefekkürbâz

Tenhâlığın hakim olduğu bir gecede, şehirden uzakta bir karyedeyim, yalnızım. Gecenin arada bir nefes alıp vermesi, sukûnetin nabzını dinlememi engelleyen yegane âmil. Zaman zaman yüzümü okşayıp geçen bu nefeslerle nefesleniyorum. İlkbaharın ılıklığı her yere sinmiş durumda. Karanlığın simsiyah bir çarşaf gibi gökyüzünde ârz-ı endam ettiği gecenin ihtişamını seyrediyorum bir müddettir. Siyah fonun çehresinde pırıl pırıl parlayan elmaslardan gözümü alamıyorum bir türlü. Mahir ve kudretli sanatkârın bu enfes tablosunda 'ay' kavis yaparak semânın yüzüne gamze olmuş, bana tebessüm ediyor. Öbek öbek yıldızlar tüm müzeyyenâtıyla yerini almış bu eşsiz tabloda, bana göz kırpıyorlar. Semânın gergefinde işlenen nakş-ı ilâhi büyülüyor beni, cezbedarâne bakıyorum...

Elimi uzatsam dokunabilecekmişim gibi, hayretle seyrediyorum. Sonsuzluğa bakıyormuşçasına, ürperiyorum. Kadim bir sırrı keşfedecekmişim gibi, bir sırrın peçesini aralıyormuşum gibi, hicab ediyorum. Baktıkça küçülüyorum, baktıkça eziliyorum…Ve korkuyorum, evet evet korkuyorum. Kalb atışlarım bile hızlanıyor. Öylece kalakalıyorum. Sessizce bekliyorum. İç alemimin dengelerini sarsan garib bir olayın şahidiyim şu an. Fakat kendimi iyi hissetmiyorum nedense. Nefes nefeseyim...

Daha fazlasını kaldıramayacağım. Hemen bildiğim, kanıksadığım alemime tekrar dönmek istiyorum. Her şey yerli yerine otursun, dünya bildiğim dünya olsun istiyorum. İndiriyorum gözlerimi yere ve bir süre toprağa bakıyorum. Lakin az önceki hislerimin câzibesi öyle güçlü ki, âsumanda bana göz kırpıp gülümseyen semânın te'sirindeyim hâlâ ve kaçamak bakışlarla cevap veriyorum tebessümüne. Beni sarıp sarmalayan bu 'korku- haz' karışımı duyguyu tanımlayamıyorum. Yutuyor sanki bu duygu beni. Kalbimin kıpır kıpır oluşuna engel olamıyorum. Bu halde biraz daha kalsam, evet biraz daha kalsam, fenâ makamına ereceğim sanki...Bu halde biraz daha kalsam, bu duygunun bir parçası olcağım sanki…Kopacağım bu dünyadan. Ürküyorum bu hislerimden ve kendimden.
Bu hâlet-i rûhiyemin eşliğinde gelişen ve beni garib bir hâlete ve hayrete sürükleyen bu acemî müşahedâtımın tefekkürî açılımı aşağıda gelecek olan bahislerdir.

Ne kadar çok yıldız var gökyüzünde. Ne kadar çok mahlûkatı var Rabbimin. Her insan bir âlem, milyarlarca insan var. Her bitki bir âlem, binlerce bitki nevi var. Her hayvan bir âlem, yüzbinlerce hayvan nev'i var. Bahsi geçen envâın da hesaba gelmez sayıda efrâdı var.

Hepsi çeşit çeşit hiçbirisi hakikatte birbirine benzemiyor. Ne aynısı ne gayrısı tanımında ifadesini bulan o kadar çok mahlukat var ki hesaba gelmez. Bahsedilen canlı mahlukat taifelerinin yanında cansız olanları da düşününce muazzam çeşitliliğin varlıklardaki tezahürü ve bu tezahürün an be an yenilenmesi, hallakıyet-i daimeyi anlatan 'en güzel deliller' hükmüne geçiyor indimde.

Rabbimin azâmet-i Kibriyâsını ihsas ettiren fezâdaki bu azâmet aynı zamanda isimleri sonuz olan Ulûhiyetin habercisi gibi geldiler bana. Sonsuzluğa bakıyor gibi oluşum, kendisi de sonsuz olan Allah-u zülcelâlin "ekber" olduğunu bana ayne-l yakîn sûretinde isbat etti. Gitgide dağılan zihnim muvazeneli tefekkür yapmamı engelliyor, dağılıyorum. Semânın yaldızlı yüzüne tefekkürî dalışlarım beni boğuyor gibi oluyor. ''Afaki tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. içine dalma, boğulursun.'' hakikatını hatırlıyorum aniden. Fakat yine de tefekkürümü bir adım daha ileri götürmeye cesaret ediyorum.

Bütün mahlukat nevileri mezkur bahistekiler mi acaba? Bunlardan başka yaratılmış olan varlıklar yok mudur? Üstelik biz bu mahlukat çeşitlerini sıralarken bunu dünya ve dünyanın yakın çevresi ölçeğinde yapıyoruz. Daha ötesine vukûfiyetimiz olmadığından ve o alanların bizler için bakir olmasından, ötesini hesaba bile katamıyoruz.

"Semâvât"ın sadece görünen gökyüzü olmadığı yani 'gökler' manasına geldiği hesaba katılırsa, " halkissemavati vel ard " ayetinde, anlamı çoğul olarak verilen 'semanın' farklı tabakaları olduğu hemen farkedilir.

Astronomi ilminin verilerine istinaden, Dünya ötesi mahlukatın ancak 'dış çerçevesi' ile ilgili bir kaç bilgi notunu, nazarlarımızın yedeğine alarak tefekküre devam edelim:
-Güneşin büyüklüğünü anlatma sadedinde söylenen şu misal: Güneş, bir milyon üçyüz bin adet dünyayı içine alacak büyüklüktedir.
-Güneş sisteminin bağlı olduğu Samanyolu galaksisi ise, Güneş gibi 200 milyarı aşkın Güneşleri bünyesinde barındırır.
-Samanyolunun bu muazzam büyüklüğünü fehme takrib ettiren şu nisbete bakın: Işığın hızı bir saniyede üçyüz bin kilometre ve ışık bu hızla, samanyolunu bir uçtan bir uca ancak yüzbin yılda katediyor.
-Son bir bilgi notu: Kainatta samanyolu gibi 100 milyar tane daha galaksinin olduğu ve her galakside ortalama 100 milyar gezegen olduğu, bu galaksilerin bazılarında ise trilyonu aşkın gezegen olduğu tahmin ediliyor.
Ancak dış çerçevesini işaretleyebildiğimiz bu alanın 'muhtevasındaki' diğer mahlukatları düşünmek ise hayalimizi yıpratmaktan öte bir şeye yaramıyor. Bu azâmet, bu kibriyâ insanın başını döndürüyor ve insan ne kadar da küçük, öyle ki, yok hükmünde ..Var denemez ona. Hicab ederiz, varız demeye bu azamet karşısında. Ama yine de varız. Var edilmişiz. Rabbimizin biz insanoğlundan, hayalimizin istiab edemeyeceği kadar büyük olan bu türden mahlukatı olduğu gibi, yine hayallere sığışmayacak derecede küçük olan mahlukatları da vardır.

'Güneş' cesametinde gözlerimiz olsaydı eğer, dünyamızda yaşayan insanları herhalde zerre boyutunda görürdük veya göremezdik.
Bize göre 'Güneş' ne ise, bizi 'Güneş' mesabesinde gören varlıklar için de biz birer Güneşiz. Bizi 'Güneş' azametinde gören varlıkları da 'Güneş' boyutunda gören varlıklar var ve bunun daha da ötesi ... 'Büyüklük' içinde 'büyüklük', 'küçüklük' içinde 'büyüklük'... Allahu Ekber sırrı..

* * *

Esmâi ilâhiyenin en âzâm mertebede tecellîgâhı olan insanoğlunun, bu sağîr cisminin cürmüne, kainattaki hiçbir mahlukat yetişemiyor. O meleklerden daha ulvi olabildiği gibi hayvanlardan da daha sufli olabiliyor. Çünkü, zîşuur. Çünkü, kısmi de olsa ihtiyar sahibi. 'Emaneti' yüklenme kabiliyetine liyakatı var. Çünkü, intihabtaki ihtiyar mevzuunda serbest bırakılmış. Ve ulvi ferman buyuruyor ki :"Ben insanları ve cinleri sadece bana ibadet etsinler diye yarattım." Ayette emrolunan ibadetin İntihabındaki ihtiyar bizdedir.

Mahlukat denilince görülebilen, elle tutulabilen varlıklar anlaşılır ilk etapta hep. Oysa ki, müşahhas varlıkların yanında mücerred varlıkların da ne kadar çok olduğu inkar edilemez bir gerçekliktir. Ve sevgi duygusunu yaratan Allah olduğu gibi, korku hissini yaratan da Allahtır. Şefkat hissini yaratan O olduğu gibi nefret duygusunu yaratan da O'dur. Rabbu-l aleminin mahlukatı çeşit çeşittir. Dilimizde güzel bir söz vardır. 'Rabbim tesirini halk etsin inşallah' denilir. Çünkü tesir-i hakiki O dur. Tesiri de halkeden O, yani 'tesir' de mahluktur.

Bu hadsiz kainatı cenab-ı hak iç içe bir gül goncasını andırır bir surette yaratmıştır. Âlemler içinde âlem vardır. Birbiriyle temas halinde olan, birbiriyle alakadar olan milyarlarca âlem vardır da biz bunların farkında değilizdir. Farkında olan ince ruhlar ise, bu farkındalıkları ile sermest ve hayret içinde bu tecellileri tefekkür ederek, bu nazarlarının hamdını ve şükrünü 'herşeyin sahibine' karşı eda ederler.

Takdis ederiz o zatı ki, cesametli mahlukatında tecelli ettirdiği sanatını, esmasını, zerrede de aynı şekilde tecelli ettiriyor ve biz faniler bu tecelliyatı idrak eder etmez, kendiliğimizden, O kudretli sultanın huzurunda bel büküp yüz süremiyorsak, tefekkürümüzde ve ihlasımızda noksanlıklar var demektir.

"Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn" Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur. Ayette geçen ve kesretten kinaye olduğu zikredilen "âlemler" kelimesinin niceliğini müfessirler, rivayata binaen 18 bin adet olarak belirtmişlerdir. Sahibüzzaman olan bediüzzaman ise : “Ben de böyle fehmederim ki: Semavatta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı herbiri birer âlem olabilir. Yerde de herbir cins mahlukat, birer âlemdir. Hattâ herbir insan dahi, küçük bir âlemdir. 'Rabbil alemin' tabiri ise, 'Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir' demektir.” diyerek, yıldızların bir kısmının ve insanların ve yerdeki herbir cins mahlukatın 'âlem' olduğuna ve Rabbimizin Rububiyetine dikkatlerimizi çekmektedir.

Benimki gibi sathî nazarları dahi kendine cezbeden semâdaki bu müzeyyenat, bu esrar, âlem-i semâvattaki bu ulviyet, nisbeten diğer mahlukattan daha kolay okunuyor olmalı. Zira, Sâni-i Hakimin diğer mahlukatının sîretindeki dakîk hüsnün müzeyyenâtını ve esrarını herkes değil ancak, nazarları verâ televvünlü ilhama açık ruhlar hemencecik okurlar. Nazarları verâ televvünlü bu ince ruhlar her varlık karşısında hayretle, tefekkürle, tezekkürle, müncezibtirler.

Her mahlukatın üstündeki manaları okuma konusunda uzman olanlar için, kesret-i mahlukat bir güçlük teşkil etmiyordur kanımca. Okuma konusunda sorunları yoktur onların, çünkü : ''Nasıl ki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zâtın mütenevvi' malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir. Biri, icmâlî, âmiyânedir ki, "Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi değil ki sahip olabilsin." Fakat böyle âmî bir adamın nezâretinde çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahip çıkabilir. İkinci çeşit odur ki, her denk üzerinde yazıyı okur, her bir top üstünde turrayı tanır, her bir ilân üstünde mührünü bilir bir sûrette, "Her şey o zâtındır" der. İşte şu halde, her bir şey o zâtı mânen gösterir. " sözünde tanımlanan derinliğe erişmişlerdir onlar. Kesreti vahdete nisbet etmenin sırrına erenler, kesrette takılıp kalmazlar. Bilakis kesrette okunan manalar, onları daha çok vahdete yaklaştırır. 'Bir'in sırrına erenler, birden başkasını bilmezler, görmezler. Gördüklerini ve Bildiklerini ise ' bir 'de eritirler. Kesret-i mahlukatı okuma kılavuzu Hakim-i Kuran: "Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin" ayetiyle, bütün mahlukatın vazife-i asliyelerinin ne olduğunu bizlere ders vermektedir.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.