Şu dünyada, bir yandan çok şiddetli sarsıntılara; diğer taraftan bir çiçeğin narin desenine şahit oluyoruz. Aynı zamanda semaların ürpertici gürültüsüne, bülbülün nefis bestesine kulak veriyoruz. Her şeyin gayet ince hesaplarla yaratıldığı açık. Her şey, O’nun kudretiyle hayat buluyor. “Büyük Patlama” diye adlandırılan olay aynı Kâdir’in eseri. Şu çiçek bahçesinin ince motifleri de... Aslında kâinat, Rabbimizin Celâl ve Cemâl tecellilerinin bir eseridir.
Böylesi bir âlemin gözde misafiri insanı, yüce Allah imtihana tâbî tuttu. “Her şey zıddıyla bilinir” kuralınca iyilerle kötüleri yan yana getirdi. İnsan cevheri, bir sınama ateşiyle imbiklerden geçti. Beşer madeni, yandı yandı. Dağlar gibi curuf yığınları bir yana ayrıldı. Elmas kıymetindekiler diğer tarafa... Boyunlara takılan kolyenin macerasına, soframızın mis kokulu ekmeğinin hikâyesine dikkat edelim. İnsanın kemale ermesi de kolay olmasa gerek.
Tarih neler kaydetti, neler. Vahyin ulaşmadığı coğrafyalarda kimileri hür, efendi; bazıları da köle, hizmetkâr idi. Hatta Aristo: “İnsanlar iki grup halinde doğarlar; hizmet edenler, hizmet edilenler.” diyordu. Batı, bu anlayışı hep canlı tutmuştur.
Nihayet, zaman en talihli günlerine vasıl oldu. “Medine Sözleşmesi” ile farklı inanç sahipleri barış içinde yaşama imkânı buldu. Çünkü o sistem, “Aslah tarik musalahadır” yolunu esas alıyordu.
Güneşin battığı yerde durum çok farklıydı. Bugün de vaziyet aynı değil mi? Ülkeleri, tek kıvılcımla patlayacak birer bomba haline getirip sonra da o yangının hesabını sormak hangi mantıkla izah edilebilir? Ve gelsin ardından hümanizm nutukları, barış çığlıkları, demokrasi lafları…
11 Eylül, perdeyi bir derece araladı. Ekranlara yansıyan şu minik söyleşi ne kadar da manidar: Büyük adamın yumrukları çalışmıyor artık. Muhammed Ali’den söz ediyoruz. Spiker soruyor: “İkiz Kulelere saldıranların Müslüman olması sizde neler düşündürüyor?” Cevap yumruklarından daha etkiliydi Ali’nin: “Hitler’in, Hıristiyan olması sizde hangi duyguları uyandırıyor?” Diline, gönlüne sağlık çikolata tenli adam.
Bir yazarımız: “Batı’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak, yüz kızartıcı bir insanlık suçudur.” Sözüyle bu sakat anlayışı tenkit eder. Cemil Meriç: “Batı Batı deriz. Bugün hangi ülke Batı değil ki?” demişti. Doğru. Dünya Avrupalaştı. Her yerde yaşananların silik bir kopyası bizde de yaşanıyor. Kendimize has ekstra haksızlıklar da cabası. İnsanın en doğal hakkı; yaşama, fikirlerini ifade edebilme özgürlüğüdür. Bir çileli mazlumun, konuşmanın zor olduğu günlerde: “Ben ekmeksiz yaşarım fakat hürriyetsiz yaşayamam” Sözleri kalın hapishane duvarlarından yükselmiş, hürriyet aşkıyla yananların sinelerinde yankılanmıştı.
Sayısız tecrübelerden geçtik. Çok şeyler öğretti bize zaman. Ebemkuşağına dokunmak için sıçradık. Renklerin dünyasına dokunamadık. Yine de ayaklarımızın yerden kesilmesiyle heyecanlandık. Uzakdoğu’da yetişen moso ağacı, ilk beş sene içinde tek santim uzamazmış. Sonra birden bire her gün 40-45 cm. uzarmış. Nihayet altı hafta içinde 27 metreye ulaşırmış. Aslında mosonun ilk beş yılı, yere kök salma günleriymiş. Göklere yükselen bu dev ağaçların temelinde işte o derin sabır, sağlam bir geri plan vardır.
Şimdi, düşünen beyinlere bir iş düşüyor: Milletimizin geleceğini şekillendirecek “sevgi”yi anlamış kuşaklar yetiştirmek. Büyük düşünür, sanatkâr, siyasetçi kıtlığının üstesinden ancak böyle gelebiliriz.
Düşünmesi sınırlanan, hakları kısıtlanan insanlardan ne beklenir? Toplumun huzurunu bozmayan girişimlerin önü tıkanmamalıdır. Yasakların hükümferma olduğu milletlerin, mezar taşları bile kalmamıştır.