Lucy'nin miracına inanır, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) miracına inanmaz

Ahmet AY

"Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz'ü olan meyvesidir. Malûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüz'üdür." Sözler'den.

Ahmed kardeşinizi bilirsiniz. Yeni birşey duyduğu zaman, o şey, küpteki altın gibi öylece durmaz. Sirke gibi sızar. Hareket eder. Tatlı bir rahatsızlık verir. Suya atılmış taş gibi dalgalar oluşturmaya devam eder. Doğrusunun da bu olduğunu düşünür. Kanaatince: Bu, bilgi almak değil, bakışaçısı almaktır. Öğrenilen her yeni şeyde daha önce kuşanılmamış bir bakışaçısının eksikliği de vardır. Vardır ki daha önce görülmemiştir.

Bilgisi aynen saklanır (o bir güzellik) amma bakışaçısı göze ve kafaya kuşanılmış halde işlemeye devam eder (bu nazarımda daha bir güzellik). "Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır..." ayetinin böyle bir dersi olduğunu da hissediyorum ben: Hüner biriktirmekte değil çoğaltmakta. Rahmet çoğaltıcıdır. Berekettir.

Asıl sorumuza gelelim: Sidretü'l-Münteha nedir? Sidretü'l-Münteha bir makam. Miracta Aleyhissalatuvesselamın çıktığı en yüce mertebe. Düz bir karşılık olarak sidre 'kiraz ağacı' anlamına geliyor. Münteha ise 'son.' Böyle bakınca 'son sedir' yahut da 'son kiraz ağacı' gibi bir karşılığı var. (Bazıları da 'tenhadaki sedir' anlamına gelebileceğini söylüyorlar. Arapçam yok. Nakilciyim.) Metin Karabaşoğlu abi, Siyer Okumaları'nda, bu makamın tarifine dair bilgiler naklederek, meseleyi esmaü'l-hüsna ekseninde ele aldı. Ve ilgili makamın Allah'ın esmasının tüm renkleri ve çeşitliliğiyle temaşa edildiği bir makam olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu tarif bence de pek güzel. Fakat dediğim gibi: Duyduğum şey zihnimin denizine atılmış bir taştır. Ve Metin abinin attığı taşın dalgası da ta gidip Bediüzzaman'ın külliyat içinde sıkça kullandığı bir ifadeye kadar dayandı: Şecere-i hilkat. Yani 'yaratılış ağacı.' Fakat bu konuya dönmeden önce size 2014 yapımı Lucy filminden birazcık bahsetmek istiyorum:

Luc Besson işçiliği olan Lucy ilginç bir konu etrafında şekilleniyordu. Lucy (Scarlett Johansson) isminde bir kadının, sentetik bir uyuşturucunun kuryeliğine karışarak yaşadığı bilim-kurgu öykü "İnsan beynini tam kapasitede kullanırsa neler olabilir?" sorusuna hevaperest bir cevap arıyordu. Batı'nın Yunan mitolojisinden beri teolojik arkaplanını oluşturan (ve 'tanrının oğlu İsa' anlayışıyla bir derece Hristiyanlığa da taşınmış bulunan) insan-tanrı motifi, bu sefer de farklı bir yoldan, sentetik bir uyuşturucunun beyinde yaptığı yan etkiler vasıtasıyla 'olabilir' gösterilmeye çalışılıyordu.

Her neyse. Hızlı geçelim. Ben asıl size, finale yakın bir kısımda, Lucy'nin beynini kullanma kapasitesi yüzde 100'e ulaşırken kainatı görüş şeklini tarif etmek istiyorum. Lucy giderek evrenin dışına doğru uçuyordu. Sadece mekansal olarak değil zamansal olarak da. En başına gidiyordu varoluşun. Sözde big bang'e değil sadece. Ondan da öncesine... Herşeyin varoluşunu güya aklının gözleriyle takip etti. Bize de izletti. Bedeni de değişim geçirerek bu yolculuğa eşlik etti. Ve en sonunda şu cümleyi patlattı kulaklarımıza: "Birşey sonsuz hıza ulaştığında hem her yerdedir hem hiçbir yerdedir."

Tabii insan, hayalgücüyle neredeyse seküler bir miracı Lucy'in gözlerinden bize izleten Batı'nın, hakikat-i miracı neden kabul etmediğini anlayamıyor. Sadece onların problemi değil bu üstelik. Müslüman modernistler/ehl-i bid'a da akıllarının kıstaslarını Batı'dan borç aldıkları için nüzûl-u İsa (a.s.) veya mirac gibi hadiselere onların tarzında yaklaşıyorlar. Mümkün mertebe 'olabilir' bir seviyeye indirgemeye çalışıyorlar. "Rüyada olmuştur. Kalben olmuştur. Ruhen olmuştur. Hatta olmamıştır. Sonradan uydurulmuştur..."

Hepsini duyuyoruz artık kelime-i şahadet getiren mü'minlerden. Fakat temeldeki sorun açık: Allah tasavvurlarında bir sıkıntı var. Onların inandığı Allah aslında o kadar da 'ekber' bir Allah değil. Batı'nın seküler aklının uygun gördüğü bazı sınırları var. Öyle her istediğini yapamaz. Fiziğin, kimyanın veya biyolojinin kabul edilmiş kayıtlarına/yasalarına uymak zorunda. "Aşamaz öyle ışık hızını falan. En hızlı şey ışıktır." Haşimoğulları'nın ışığı Aleyhissalatuvesselamı bir gece alıp yüce makamlara çıkaramaz. Üstelik nice olay sonra geri döndüğünde yatağını 'daha soğumamış' olarak bulduramaz. Halbuki yine Bediüzzaman miraca inanmada çekilen sorunların itikatla ilişkisini şöyle tesbit ediyor:

"Mirac meselesi erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miracdan bahsedilmez; evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor."

Demek ki, bir iman etmek var, bir de miraca iman edecek kadar iman etmek var. Yani bir 'Allah' demek var, bir de 'Allahu ekber' diyecek kadar geniş bir imana sahip olmak var. Lafz-ı Allah yolumuzun başlangıcını kelam-ı 'Allahu ekber' ise yolumuzun nihayetini ifade ediyor. Ve şunu sorduruyor her aşamada bize: İnandığın ilahın ilminin, iradesinin ve kudretinin 'aşamayacağı' sınırları olduğunu düşünüyor musun? Eğer böyle düşünüyorsan, senin inandığın Allah 'ekber' değildir. Git. İmanını Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibi yap. Ki o Ebu Cehil ona heyecan içinde koşup "Senin dostun böyle böyle diyor..." dediğinde inanmak için yalnız şunu sormuştu: "Bunu O mu söylüyor?" Onun söylediğinden emin olunca kafasında engel kalmamıştı. Çünkü zaten Allah'a ekber olarak iman ediyordu. Allah dilerse yapardı.

Bu noktada Ebu Cehil'in mirac sonrası tavırları, yani heyecan içinde, mal bulmuş mağribli gibi herkese Allah Resulünün (a.s.m.) ifade ettiği bu hakikati 'inanılmaz bir yalan' gibi yaymaya çalışması çok tanıdık. Bu seküler aklı tanıyoruz. Bugün de twitter'da veya face'te dindarlarımızın dilinden sadır olan 'onlara göre' inanılmaz/kabul edilmez şeyleri aynı insanlar 'tt listelerine' kadar çıkarmıyorlar mı? Nümayişle ve alaycı bir neşeyle yaymıyorlar mı? Çünkü onlar için bunlar kabul edilemez şeyler. Bu noktada diyebilirim ki: Caner Taslaman'a deve idrarını kavanozlatan sırdır Ebu Cehil'i Mekke sokaklarında koşturan.

Marmara Depremi (veya bir başka musibet) hiçbir manevî sebebe bağlanamaz mesela. Olamaz! Hemen dava açılır. Gerekirse bunu söyleyenler 'düşünce özgürlüğü kapsamında sayılmayarak' hapse atılır. Eğer hapse atacak güçleri yoksa mutlaka sosyal medyada şöyle bir linç edilir. Fakat bir mü'minin dünyasında bu telaşın hiçbir anlamı yoktur. Onun için önemli olan meselenin dinî bir delilinin olup olmamasıdır.

Mesela: Senedi sağlam/sahih bir hadis, bir ayet veya bir icma. Yeter. Allah'ın ekber olduğuna inandıktan sonra gerisi kolaydır. En telaşlı olarak içimizdeki ehl-i bid'ayı görürsün bu noktada. Biraz Ebu Cehil kokusu üstlerine sindiğinden belki. Çoğu zaman ehl-i küfürden de önce onlar saldırırlar sana. Neden? Çünkü onlara göre, Lucy isterse bütün varlığı (bir ihtimal ile olsun) görür, ama Allah (hâşâ) bunu bir Kureyşliye yaptıramaz.

Hakkında yazmak istediğim asıl konudan uzaklaştım. Geri dönemiyorum. Yine de bir deneyeyim: Ben şimdi tasavvur ediyorum ki; Sidretü'l-Münteha 'bütün varlığın bir ağaç gibi göründüğü' bir makamın (yani bir yüce yaratılış manzarasının) ifadesi olmasın sakın?

Öyle bir yer düşünün ki oradan eşyanın görünüşü bir şeceredir/ağaçtır. Bakışı öyle bütüncül bir bakıştır. İsmi de şecere-i hilkattir. Nasıl ki; bir yaprağın içindeki damarların görünüşü, bir ırmağın başladığı yerden bittiği yere kadar (ancak yukarıdan bakılınca) seçilen görünüşü, Hz. Âdem'den bugüne insanlığın soyağacının zamana yayılmış görünüşü, bir ağacın dallarının göğe doğru ve köklerinin arza doğru yayılışının görünüşü birbirine benziyor; belki aynen öyle de varın, yokluğun içinde yayılışı da bir sidreye benziyor. Ki müntehadan bakınca belki ona 'sidre' denmiş. Onun göründüğü o yüceliğe de Sidretü'l-Münteha denmiş. Ben mürşidimin kullandığı 'şecere-i hilkat' benzetmesinin böyle bir mirac memesinden süt emdiğini düşünüyorum. En doğrusu ise ancak Allah bilir.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.