Kulluğun “hiçlik” boyutunda “insan” olmak

Yavuz BAHADIROĞLU

İnsan olarak pek-çok şeye kadir olduğumuzu düşünürüz... Çok şey yapabildiğimizi zannederiz...
Oysa sınırlı yeteneklerimiz, algılarımız, duygularımızla âciz varlıklarız.
Pek çok şeye bağımlı yaşarız.
Ama yeteneklerimizi abartır, ampulü bulmakla yahut uzaya çıkmakla övünürüz.
Yazık ki, küçücük bir virüsün (nezle) üstesinden hâlâ gelemedik...
Kuş gribi, deli dana, domuz gribi, AİDS, deprem ihtimali derken, ölümün gölgesinde ecel terleri dökerek yaşıyoruz! Bu korku, hayatın tadını adamakıllı kaçırıyor.
Günün birinde, kendimize ait sandığımız her şeyi terk etmek zorunda kalma kâbusu hayatı acılaştırıyor.
Bu konuda mü’minler biraz daha talihli sanırım: Çünkü ölüm gerçeği, hakiki mü’minin nazarında vuslatı çağrıştırıyor. Öteki dünyada daha iyi bir hayatın beklediğine inanmak son derece rahatlatıcı...
Ya inançsız insan için ölümün ifade ettiği mânâ nedir? Yokluk... Hiçlik... Toprakta yitip gitmek... Tüm sevilenlerden ve sevenlerden kopmak... Mezar: Ebedî zindan...
Çok zor! Ölümü düşünüp ölü karşısında acz ve fakrımızı hatırlamamız gerekirken, biz kendi kendimizi kandırarak ölüm gerçeğinden saklanmaya çalışıyoruz...
Akıbetimizle ilgili her türlü düşünceden kaçınıyoruz. Aslında düşünmekten kaçıyoruz. Çünkü düşünen insan kendi gerçeğini aramaya çıkan insandır.
Yaratıcımızı tanımak, sevmek ve bizim Onsuz bir şey olmadığımızı, Onun yardımı olmadan hiçbir şeye sahip olamayacağımızı anlamak üzere fıtratımıza yerleştirilmiş olan kabiliyetlerimizi de boğazladık...
Kendimizi oyalamak üzere kendimize bir program yaptık: Vur patlasın, çal oynasın!

Sinema, televizyon, tiyatro, bale, opera filan... İnsanları azamî derecede meşgul etmek, oyalamak üzere düşünüldü.
Keza talih oyunları da heyecan pompalamak ve suni heyecanlarda insanları oyalamak için uyduruldu.
Çok mu kuşkucuyum diyorsunuz?
Belki: Ne de olsa ben de bu eğitim kıskacından geçtim. Eğitimimiz gözle görünmeyen her şeyi şüpheyle karşılamayı öğretti bize.
Sonuçta kendi varlığımızdan bile şüpheye düştük.
Descartes “Düşünüyorum öyleyse varım” derken, sanırım farkı fark etmiş. Diğer varlıklarla insanın farkını bir güzel ortaya koşmuş: Düşünebilme yeteneği!
Mantığın merkezi Kur’an: “Hiç düşünmezler mi?” diye azarlıyor.
Şu halde düşünmek, insan olmanın şartlarından biri!
İşte bu yüzden düşünce özgürlüğünü sınırlamak, Allah’ın hükmüne karşı çıkmak anlamına gelebiliyor!
Acaba ifade özgürlüğünü sınırlayan devletlerin geri kalmışlığı bununla izah edilebilir mi?

Henüz düşünceler kontrol edilemiyor, ama modern iletişim imkanları kullanılarak, insan, istenilen istikamette şartlandırılabiliyor.
Bu yüzden aynı filmleri izleyen, aynı şarkıları dinleyen, aynı sanatçılardan hazzeden, aynı kitapları okuyan, aynı yerleri gezen, aynı şeyleri yiyip içen ve aynı şeyleri giyen bir topluluğa dönüştük.
Farklarımız kayboldu... Farklarımız kayboldukça renklerimiz de kayboldu...
Farklarımız ve renklerimiz güzelliğimizdi, güzelliğimiz kayboldu.
Bunun adı: “Moda!”

Teknoloji ve moda, işbirliği halinde insanı, yaratılış hikmetinden koparıp “kukla”ya dönüştürdü.
Alâ-yı illiyinden esfeli safiline düşürdü...
Hem esir, hem ecîr (ücretli) olduk!
Oysa Bediüzzaman hazretlerinin tespiti müthiş: “İnsan esir olmak istemediği gibi ecîr olmak da istemez” diyor.
Yani insan ne ücretsiz köle olmak ister, ne de ücretli köle...
Yaşasın “kulluk”ta varlık!

Vakit

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.