Külliyatı anlamaya dair

M. Nuri BİNGÖL

Yol açıp hedef gösterme, yön tâyin etme ve “ tecdid” hareketi istikametinde te’lif ettirilmiş eserleri , “ gazete gibi” okuma aymazına düşmeden, onu tam bir “ külliyat” bütünlüğü şuurunda kalarak muhafaza edip, “ tefhim” edebilmek, önceki devir ve dönemlerden daha büyük bir zarûretle bizim, bugünün “ kâmil insan”ının daha sarsıcı ve sarıcı, aynı zamanda da yorucu bir problemi hâline gelmiş de geçiyor bile...

Böyle bir “ mesele”nin - ya da “ vahdet-i mes’ele”nin - idrâkinde bulumnuş, kişileri topyekün “ümmet” hukukunu - “ hukuk-u ibad”ı - üstlenmek gibi bir vebalin altına iter, “ kul hakkını” sırtlamak gibi bir azim “ teklif” sırrına  mazhar eder.
Halbuki “ en âzâm mesele olan iman” ı   kurtarma , muhafaza etme, takviye ve kemâle erdirme gibi vazifeler, hem vicdanî, hem de “ hikmet, hakikat” noktasından her vakit ön plandadır; aklın - târifi Muhakemat’ta- ve “nakl”in bunu iktiza ettiği de bir bedahet hissiyle zihinlerdedir.

“Bu zamanda en büyük bir vazife, imanı kurtarma ve muhafaza etme vazifesidir”  ifadesiyle sırt sırta vermiş pek çok beyân hadiseye parmak basar, “ takva ve amel-i saliha” denilen meselenin, “ ferâizi yapmak” şeklindeki yönlerini gözardı ediş gibi bir hâle düşülmediği de ayan beyan görünmektedir. “ İman mücmel bir tasdikten ibaret değildir. Amel-i saliha dahi imanın cüz’üdür.” Şeklindeki İşaret’teki izah, ne muhteşemdir.

Risale-i Nur Külliyatı’nda bir “ tek kanatlılık” düğümü ve gözboyaması bulunmadığı hâlde, bir kısım “ ehl-i diyanet”te yaygınlaştırılmış öylesi bir kanaatın kaynağını anlamakta zorlanmamız, biraz da güzel zannetme gibi bir vecibeyle karşı karşıya olduğumuza verilmelidir. Şahsî faziletinden veya yaptığı hizmetin fonksiyonundan ötürü , Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin , “ Seni kırk senelik bir talebem olarak kabul ediyorum.” dediği Zat’ın ve “çevresinin” , Külliyat’tan istifade etmiş zümreleri “tek kanatlılık” ile tenkit etmelerini düşündürücü buluyoruz.

Bü tür aykırılık ve tutarsızlık kokan düşüncelerin temel saikinin sâdece bir tane veya “ yegâne “ olarak görebilen, “ muhakeme-i akliyede noksan” itabına mâruz kalmak istemeyenlerdeniz. Fakat içlerinde en büyüğünün “ meselenin künhüne vâkıf” ve vâkıf olunan hakikata da “ teslim” olamama gibi bir eksiklikten geldiğini farzetmekte de bir beis görmüyoruz.

“Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, ‘ Benden ders alıp sevahp kazandırsınmlar.” Düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.”   Öylesi bir idrâk kuvvesine zıt hâlle hemhal kişileri insafa çağırmak, hem bir boyunborcumuz, hem vicdanî vazifemiz...

“ Çok emarelerle anlamışız ki , bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz” ve “... risaleler kendi malım değil, Kur’an’ın malı olarak , Kur’an’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz” gibi “mecburiyet tahtında fâşedilmiş” beyânlardan da anlıyoruz ki Risale-i Nur Külliyatı’nı indî görüş ve dünyevî, “ arzî” - veya akademik- bakışlar altında “ tefhim” etmenin imkân ve ihtimali yoktur.

“Ehl-i siyaset eserleri tam anlamaz. Anlasa da yanlış mânâ verip ilişir” şeklindeki ihtar da meselenin ne olduğunu ayan beyan gösterir. Günümüzdeki pek çok anlayış öylesi bir zaviye ile mânâlandırmalarda bulunmasında, anlamamalarında veya yanlış ve bozuk anlamalarında pek o kadar şaşılacak bir hâl yoktur doğrusu...
***
Herhangi bir müellifin Külliyat’ını bile anlamak, “ tefhim” ve idrâk için, nce onun hâdiselere ve insan hislerine hangi bakış açısıyla yaklaştığını iz’an mecburiyeti - herhalde - tartışma bile götürmez. “.......Bilmecburiye ilan ediyorum ki , ihtiyarımız ve haberimiz olmadan birisi bizi istihdam ediyor. Biz bilmeyerek bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki , şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyata ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise inayetleri bağırarak ilan etmeye mecburuz.”   şeklindeki temel bakış açısına sahip olmadan Külliyat’ı anlamaya çalışma gayretinin adı, “ tefhim” değil, ancak “ te’vil “ olabilir. Öyle bir te’vil ki, “ akılla naklin çatışma hâli” (Muhakemat) ortaya çıktığında mevzubahs naklin, “ nüsus ve ahkâmın” ruhuna ters düşmeyecek bir mânâlandırma; “kıymetlendirme” değil de, “ zarûret var zannı ile” hareket eden çağımız insanının , yani nefis ve hevaların hâdiseyi “ kendine yontma”, - “ kendini avukat gibi müdafaa etme” - bedbahtlığını çizip hakikatı tersyüz eden bir te’vil!

İslâm müntesiblerinin hem ferdî, hem içtimaî münasebetlerinde “ su-i zann ve su-i niyyet” gibi menfiliklerden azâde olma mesuliyeti içinde bulunma şartını idrâk edenlerdeniz. Pek çok tenkit sahibinde, bu bakış açısına inanmama hâdisesine şahit olduğumuzu dememiz bir mahzur doğurmaz kanaatındayız.

Böyle inanmamıza ve kabul etmemize rağmen, bu nevi tenkitlerden habersiz ama kendini - her şeye rağmen - talebe bilen bir kısım insanımızın bile aynı “ safiyâne” anlayışı sahiplenir görünmesi, meseleyi gündeme taşıma ihtiyacı doğurdu diyebiliriz. Hem “ önceki”, hem “ sonraki”, hem de “bugünkü” tefhim eksikliğini, böylesi bir “ saffet”e - aflarını istirham ederek diyoruz ancak- bağlamak gereği, içtimaî dünyamızın hassas yapısının mânialı arazinin sonuna yaklaştığını hesaplamamızdan kaynaklanıyor.

“Tefhim” hâdisesine tam tamına yaklaşamamış olmamızın temel saiklerinden biri de, Külliyat’ı bir bütün olarak ele almayıp, sâdece hususi ve indî mülahazalarla, belli “ bir kısım” beyan ve ifâdeleri, Risale ve mektupları “ referans” verme mecburiyeti içinde sıkışıp kalmak olmalıdır.

Böylesi bir tavrın, belli bir zaman dilimi içinde, Risale-i Nur gibi bir pırlanta hakikatı bütün vatan ahalisine mal etme yolunda bize ne gibi mesafe aldırdığını düşünmek, talebeliğin bir şartı değil midir? ( Murakebe- teyakkuz- meşveret esasları gereği...) Bediüzzaman gibi bir “ zaman-ı dehr”in bütün Müslümanlarca kabulünü önlemeye, bilvesile bütün insanlığı ondan mahrum etmeye kimin hakkı var ve - gerekçesi, mazereti ne olursa olsun- bu vebalin altından nasıl kalkacaktır?

İtiraz eden düşünceleri - şu an- duyar gibi oluyoruz; yukarıda denildiği gibi bir “ kabul etmeme” hâdisesi yok ki böyle denilsin diye...  Çok değil, biraz doğrudur denilen... Görünüşte ve kupkuru sözlerde, ardı arkası kesilmeyen konuşmalarda öylesi bir “ inanmama” ve “ kabul etmeme” gibi bir hâl gözlenmiyor, tek tük istisnaların dışında da hiç bir vakit gözlenmedi, görülmedi. Umum âlemi tatmin edebilecek eserler silsilesi “ tefhim” edilmeye, anlaşılmaya da kalkılmadı ama!..

Birini sevip saymakla, bunu sloganlaştırıp kalıp sözlere dökme arasında herhangi bir irtibat olabilir mi? Eğer onun dediklerini, edip eylediklerini, gösterdiği hedefleri iz’ana, anlamaya, “ tefhim” etmeye çalışmaz da, sadece kendi yorumlarınıza “ referans” malzemesi olarak yanlış zanlar çizerseniz zihinlerde, gerçek bir muhabbetten söz edilemeyeceğini de hemencecik kavrarsınız.

“O bîçareler, ‘ Kalbimiz Üstad ile beraberdir.’ fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın, ‘ Kalbim sâfidir, Üstad’ımın mesleğine sâdıktır.’ demesi, bu misâle benzer ki, birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona, “ namazın bozuldu.” denildiği vakit, o diyor: “ Neden namazım bozulsun, kalbim sâfidir.”  beyânıyla açığa kavuşturulan hâdisenin , sadece dünün değil, dar bir dairenin hiç değil, “ umum ümmet”e şâmil olması ilmin gereğidir. İcabatı bunca geniş görülebilen bir hâdiseye “eğri büğrü” ayna tutma yükünün altından kalkmak, kimbilir hangi babayiğidin harcı olacaktır?

Sadede dönelim; indî ve hususi niyetler neticesi Külliyat’tan “ referans” gösterme mecburiyetinde kalmış olmak, acaba Külliyat’ın bize gösterdiği bir usûl müdür? Kanaatımızca hayır. Külliyat’ı şöyle bir karıştırınca bile hiç bir zaman böyle bir “ ayıklayıcı” - yahut seçkinci- bir anlayışla karşılaşamıyoruz. Hakikat ve nassların sâdece “ bu asrın idrakine” uygun şekilde “ tebeddül-ü esma” ile gösterildiğine şahit oluyoruz. Böylesi bir bakış açısıyla yüzleşmemiz herkesten önce bizleri memnun etmelidir.

Bir diğer hakikat da, Risale-i Nur Külliyatı’nda yapılan tefsir ve izahlardan sonra Din-i Mübin-i İslam’ın öz kaynakları Kuir’an ve Hadis’e atıfta bulunulması; Selef-i Salihin ( R.A. )‘in mevzuyu açıcı beyanlarına yer verilmesi, hatta Selef-i Sâlihîn ve Evliyâ’dan bazıları için “ Üstadlarım...” denilmesi, Külliyat’ı “ tefhim” gayretinin hangi merkezlerden hareketle gerçekleşmesi gerektiğinin de işareti değil midir?
 
mnbingol@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.