Kıl kadar ihtiyar, zerre kadar iktidar

Habibi Nacar YILMAZ

Risale-i Nur'larda İşaratül İ'caz hariç tefsiri yapılan, hakikati anlatılan âyet ve hadîslerin başta genellikle mealleri verilmiyor. Ancak metnin bütününü okuyup âyetin çarpıcı izahlarına teveccüh ederek, mânayı sindirip anlatılanlardan dersini aldıktan, dersi âlemine yerleştirdikten, metnin incelik, derinlik ve hikmetine ulaştıktan sonra metni, kısa meali ile bütünleştirmek, derse ayrı bir lezzet ve güzellik katıyor. Zihin, başta kısa meale takıldığında ise, anlatılanlarla meal arasında hemen bağ kuramıyor ve insanın istifadesi cüz'i kalabiliyor.Halbuki âyet, farklı açıdan özellikle bu asrın hissesi cihetiyle ele alınmış aklı izana, nefsi teslime götüren izahlar ortaya konmuştur.

Bunun epeyce örneklerinden, özellikle 18. Söz'ü çok çarpıcı buluyorum. Başta verilen Ali İmran Suresi'nin 188. Âyetinin meali ve tefsirine baktığımızda, Hazret-i Peygamberin (asm) sorduğu sorulara yanlış cevap verip hem de yaptıkları kötülüklerle sevinen ve yapmadıkları iyiliklerle övünmekten hoşlanan Yahudilerin konu edildiğini görüyoruz. Üstadın, bu âyete getirdiği, nefs-i emmarelerimizin tüm özellikleri olarak bilinen ve görülen "fahre meftun, şöhrete müptela, medihe düşkün, hodbinlikte emsalsiz" gibi sıfatlarını, kendi nefsi özelinde sayıp "Nefs-i emmareme Bir Sille-i Tedip" olarak gördüğü izah ise, özellikle güzellik ve iyiliklerin nefislere nisbet edildiği bu asra, tam bir ilaç niteliğinde. 

Öyle ya nefse hitaben yapılan girişteki tespitler nasıl isabetli bir insan okumasıdır ki başta kendimizde  test ettiğimizde, bu asırdan süt emen hangimizde eksiğini bulacağız ki? Kendi aynamı özellikle nazara alıp inceliyorum. Hangimiz şöhrete müptela değiliz? Başta kendi adıma tespitim, biri bizi medih etse, övse diye kıvranmadığımız az zaman var değil mi? İstiyoruz ki konuşan arkadaş, iki cümle de olsa bizi bir göklere çıkarsa, şöyle hatta menfi yönümüz de olsa, adımızın geçmesini istediğimiz meclisler bile yok değil.Adam şöhret olayım diye mukaddes mekânları bile kirletmiş diye anlatılır. Hangimiz kendi menfaat ve lezzetimizi  takipte başkasını öne çekeriz? Yine kendi adıma ifade ediyorum. Burnumuzdan kıl aldırmamak için kimbilir hangi tedbirleri, bahaneleri kuruyor, hangi savunmaları ezberliyoruzdur? 

Geçenlerde bir tespitte, "Başta senin, sonra yedi sülalenin gitmiş bitmiş kusurlarını öğrenmek için, eşinin enaniyetine şöyle bir dokun" diye okumuştum. Yanında koyun kuzu gibi bilinen hatta öyle görünen bir kardeşin, enesine bir çift sözle dokununca, nasıl küheylan kesildiğini başta kendimden bilirim. Onun için şefkat insanı Zübeyir abi, kardeşleri hep kendi nefsini muhatap alarak ikaz edermiş. Hatta bir abinin ondan ders almak için "Abi sizin yüzünüz biraz kara" latifesine; "Ne karası  kardeşim zift gibi benim yüzüm." diyerek nefsin kirlerini açık etmesi meşhurdur.

İşte bütün bunlar, Rabbimizin "yapmadıklarıyla övünenler" hitabının içine dolduracağımız hususlar. Niçin öyledir? Çünkü biz insanlar, yapmadıklarımızla, bize ait olmayanlarla övünürüz hep. Acizâne tespitime göre, son asrın belki de önemli keşiflerinden 18. Söz ve birçok yerde geçen "kuru çubuk" benzetmesi, bunu harika bir şekilde anlatıyor. 

Evet üzümün siyah kuru çubuğu, kendisine takılan üzüm meyvesinin salkımlarını kendi hüneri olarak görmesi, hak bir dava olabilir mi? Yani kuru çubuğun bu şurup tulumbası, ceviz içli, kadife kaplı üzüm helvalarını, çamurlu su ile zehirli gazı güneş ışığı ile karıştırıp ben dokudum ve ürettim demesi, bunu dava etmesi doğru mudur? Ne müşkil bir soru değil mi? Evet cevabı cünuna, hayır cevabı ise hakikî fünuna götürüyor insanı. Fakat asrımızda fünun biraz cünun olunca, sapla saman birbirine karışmış vaziyette. Gerçekten cünun (delilik) sayılacak bir cevapla, neticesi bu üzümleri kuru çubuk yaptı anlamına gelecek şekilde zahirdeki bu sebepleri gösterip üzümleri bu sebeplere veren izahlar, cünun âlâmeti değilse ne olur?  Âyetteki mesajın tam anlaşılması için, üzümün ikramında kuru çubuğun etki ve yetkisinin iyice anlaşılması icab ediyor. Çünkü "yapmadıklarıyla övünenler" tespitinin âlemimizde yerleşmesi, kendimize nispet ederek "yaptık, ettik, kıldık, verdik, bağışladık" komutları ile övünmemizin haksızlık ve yersizliğinin anlaşılması, biraz da bu kuru çubuğun üzümdeki hissesinin anlaşılmasına bağlı. 

Bu örnekle neler anlatılmaz ki?  Ya da neler anlatılmamış ki? Fakat biz 18.Söz özelinde gündelik hayatta bizden sudur ettiği için, "gurur, kibir, medih, fahr, şöhret" gibi âfetlerin kaynağı olan kendimize nispet ederek kendi kabiliyetlerimize yüklediğimiz, gerçek sahibi olduğumuzu zannettigimiz nimetlerin gerçekten ne kadarına, ne nispette sahibi olduğumuzu incelemeye, anlamaya bir yönüyle işin kaynağına inmeye çalışıyoruz. Bu meseleyi aslıyla bilmeden, tam anlamadan ulvî ahlak-ı İslâmiyeden olan "tevazu, mahviyet, teslimiyet, ubudiyet, noksan ve kusurlarını görmek, yönünü Hakka çevirmek, ihlas, iyi niyet, rıza-yı İlahi ve emsali hasletleri" sadece dinler, belki özeniriz ama  bunlarla bezenemeyiz, mütelebbis olamayız. İşin kaynağında, bizimle görünen güzelliklerin sadece kuru çubuğu olduğumuzu bilmek, bunların faili, mastarı, yapanı edeni değil; münfail ve mahalli (güzelliklerin göründüğü yer) olduğumuzu, ancak Hayr-ı Mutlaktan gelen hayrı, güzel bir surette kabul gibi yüzde birlik hissemizin olduğunu anlamak yatıyor. Yani biz, cüz'i bir kararımızla bir perdelik konumundayız. 

Kabul edersek, güzellikler bu perdede yansıyor. İyiliği güzelliği kabul etmezsek o zaman da bu reddimizle sebep olduğumuz şerrin ve kötülüğün ana kaynağı oluyoruz. Bir cihetiyle hayrı yaptığımızda hakikî fail değiliz, çünkü senin hissen sadece cüz'i bir karardır. O fiilleri işlediğin cihazların hakikî sahibi ve işleticisi sen değilsin. Mesela senin sadece bir "elhamdülillah" kelimesini söyleyip en az yüz kadar sevap alman için, vücudun bütün zerratı ile beraber kâinat fabrikasının çalışması gerekiyor. Bunların sahibi olmadığın için, bu hasenedeki hissen, sadece bu hasaneyi güzel bir surette kabule denk gelen yüzde birlik bir nispettir. Bu kadar bir hisse ile ne medih bekleyebilir ne de fahr ve şöhrete mecal bulabilirsin. Demek esasların esası, kuru çubuk olduğunu bilmen, anlaman ve bunu dönüp dönüp nefse anlatmandır. Bu da hakikî bir tevhid ile mümkün oluyor. Esbap perdesini yırtıp sebeplerin hakikat noktasında bir hiç olduğunu anlayıp kabul etmeyen bir akıl, kendi hiçliğini anlamadığı gibi, kendinde vehmettiği güç ve hakimiyetin bütün mevcudatta olduğunu kabul ederek ancak rahatlayabilir.

Burdan, baştaki  âyete dönüp bitirmeye çalışırsak, neler diyebiliriz? Fahr ve gururla şöhret ve medihe medar olarak gördüğümüz neyimiz varsa, hakikî anlamda bizim değil. Evet, bin kere bizim değil.O zaman üstadın kendisine hem de kitap lisanı ile sorduğu " Nedir bu gurur, nedir bu gaflet? Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet? (Kendini herkesten beri ve büyük görmen nedir?) 

Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır ve iktidarın bir zerre kadardır. Acaba bu soruların başına kendi ismimizi açıkça koyup ve halka da ilân ederek asırların kucağına korkusuzca, çekinmeden atabilir miyiz? Değil halka ilanı bu soruları fısıldayarak da olsa, kendi kulağımıza duyurabilir miyiz? 

Mesela Kendi hesabıma kendime "Ey Habib senin kıl kadar hissene rağmen bir iki hasenen için gurur  ve enaniyete, medih ve şöhrete bakan cihetlerinden utanmıyor musun diye bir ömür değil bir saat sorsam, ne kadar hazm-nefs edebilirim? Hiç denemedim doğrusu. Deneyecek kadar da mecalim olduğunu da bu halimle zannetmiyorum. 

Evet dostlar, yapmadıklarımızla övünmek ve yaptıklarımızı (yanlış ve hatalarımızı) inkâr etmekle, bu âyetin devamındaki "onlar için elem verici azab" vardır hitabına muhatap olmaktan titremek ve kendimize çeki düzen vermek için daha ne kadar bekleyeceğiz?

Selam ve dua.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.