Bir insan nefs-i mardiyye makamına erişirse, Allah ondan razı olur. Allah’ın razı olduğu bir kul ise hem dünyada hem de ahirette en yüksek makamlara ulaşır ve Allah onu Firdevs Cenneti ve rüyeti Cemalullah ile şereflendirir. Bir de Allah’ın Vehhab ismi vardır ki, Cenab-ı Hakk bu isimle, karşılıksız ihsanlarda bulunur. Bu ihsanların şahı ve padişahı ise, bizleri insan ve daha da önemlisi Müslüman olarak yaratması ve bunu meccanen lütfetmesidir. Biz bu lütuf için herhangi bir karşılık ödemedik. İrademizle cinsiyetimizi, şekli şemailimizi seçmedik. Bu konuda hür olmadık. Tamamen Cenab-ı Hakk’ın takdiriyle tasvir edilip yaratıldık. Yine Cenab-ı Hakk’ın takdiriyle bu dünyadan göçüp gideceğiz. Yani ölümümüz konusunda da hür değiliz. Tamamen ihtiyarımızın dışında ecelimiz vaki olacak.
Daha birçok konuda hür değiliz. Sadece cüzi bir ihtiyar ve meyil sahibiyiz. Geri kalan her şey Cenab-ı Hakk’ın külli iradesiyle vuku buluyor ve yaratılıyor. Ateistler bunu bir türlü idrak edemiyorlar. Onlar insanı tamamen Allah’ın iradesinden beri ve hümanist bir anlayışla insanı kendi fiilini yaratan bir ilah konumuna koyuyorlar. Tıpkı Celal Şengör’ün dediği gibi… O ne demişti? “Bizim bir Tanrı’ya ihtiyacımız yok. Tanrı biziz (sümme haşa; tövbe neuzübillah) birçok şey yaratıyoruz!!!” Öyle mi bay Şengör. Hz. İbrahim’in Nemrut’a dediği gibi, “Benim İlahım güneşi doğudan yükseltip; Batı’dan batırıyor,” haydi sen de tersini yap da görelim!!!”
Ateistlerin insan hürriyeti konusunda argümanı şu; “din, insanları korku içerisinde bırakarak onların özgürleşmelerine ve kendilerini gerçekleştirmelerine müsaade etmemektedir. İnsanlık büyüyüp geliştikçe din ve Tanrı gibi kurgusal varlıkların ve kurumların yardımına ihtiyaç duymayacak ve kendisini gerçekleştirme imkânına kavuşacaktır. Yani dinden azade olarak kendi özünü yine kendisi belirleme imkânına kavuşacak ve hür olacaklardır.”
Varoluşçuluğun ateist kısmından olan ve düşüncelerinde Nietzche'yi takip eden J. P. Sartre'da ise, "Tanrı yoktur"dan çok "Tanrı yok olmalıdır" düşüncesi hâkimdir. Sartre de benzer görüşle, insanın özgürlüğü için Tanrı'nın yok olması gerekmektedir. Çünkü ona göre; eğer, Tanrı varsa insanın özü belirlenmiş ve dolayısıyla özgürlüğü elinden alınmış demektir. O halde, insanın hürriyetinin elinden alınmaması ve kendi özünü oluşturması için Tanrı yok olmalıdır.
Oysa insan her halinde zaten kuşatılmış bir varlıktır. Şöyle ki, doğumu, büyümesi, ihtiyaçları olan gıda ve diğer şeylerin kendi iradesi dışında oluşumu, ölümü gibi hadiseler insan hürriyetinin oldukça kısıtlı olduğunu göstermektedir. İnsan ölümü öldüremediğine göre ve sonsuza kadar yaşama hürriyeti olmadığına göre, ölümden sonraki hayatın kendisine ne gibi sürprizler getireceğini de düşünmek zorundadır. Bu da fiziksel olgularla değil; metafizik olgularla izah edilebilir ancak. Yani “Ben kimim, nereden geldim ve nereye sevk olunuyorum,” gibi sorulara cevap aramak zorundadır insan. Bu soruların cevapları ise fiziksel değil; metafizik gerçeklere dayanmaktadır ki, bu da insanı bir YARATICI’nın olmasının zaruri olduğu düşüncesine yöneltmektedir.
İnsanın her işte hür olmaması ise, cüzi iradesini keyfemayeşa; yani sınırsız bir şekilde kullanmasına müsaade edilemeyeceği gerçeğini doğuruyor. Öyle ise bu gerçek insanı, cüzi iradesini Allah’ın külli iradesi ile irtibatlandırıp, O’nun emir buyurduğu doğrultuda kullanması gerektiğiyle karşı karşıya getiriyor. Yani biz hür irademizle bu dünyaya gelmediğimiz gibi, hür irademizle de bu dünyadan göçüp gitmeyeceğiz. O halde hayvanlar gibi başıboş; adeta saldım çayıra Mevlam kayıra misali serseri gibi davranamayız. Mutlak güç sahibi ve bizi her şeyimizle çepeçevre kuşatan bir Rabbi Rahimimizin rızası doğrultusunda hareket etmek zorundayız.
Yahu niye şunu bir türlü nefsimizi yediremiyoruz? Biz hastalık, musibet, ölüm gibi konularda hür değiliz. Mutlaka öleceğiz ve ölümden sonra nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bilemiyoruz. Bunun için mutlaka kafa yormamız gerekmiyor mu? Biz ot muyuz, hayvan mıyız; duygularımız bize ebedi olmamız konusunda sürekli telkinatta bulunmuyor mu? Eğer içimizde ebedi olma duygusu varsa, ölümden sonra da ebedi bir hayat olduğu gerçeği nasıl göz ardı edilebilir? Tıpkı midemizdeki iştihanın varlığı yiyeceklerin varlığını gerektirdiği gibi, içimizdeki “ebed ebed” sesleri, ebedi hayatın varlığına bir delil değil midir?
Evet, kıymetli dostlarım. Biz bizim dışımızdaki yüce bir Kudretin iradesiyle raptedilmişiz. Biz öyle her şeyde hür değiliz. Hayvan gibi her istediğimizi yapamayız. Yapsak da hemen dönmeli ve tövbe kapısına yönelmeliyiz. Yoksa ölümden sonra, dönüş yok. Ebedi pişman olmadan bir an önce yüce Yaratanımızla barışmalı ve O’nun emri doğrultusunda amellerimizi düzenlemeliyiz. Aksi takdirde ebedi pişmanlık içinde Cehennem gibi bir hapisle cezalandırılmakla karşı karşıya kalabiliriz. Rabbim o hale düşmekten biz imanlı Müslümanları muhafaza eylesin. Amin.