Bilindiği gibi, ilim kadın ve erkek tüm müminlere farz kılınmış; bir kısmı, farz-ı kifayedir (tıp, hukuk, dil bilgisi gibi…) Bir kısmı farz-ı ayndır (ilmi hal ve bazı şer’i ilimler gibi.) Hatta bazı ilimler mekruh ve bazı ilimler sünnet gibi… Kısacası ilim duruma göre değişir. Ancak önemli olan şudur; insana hem dünyevî hem de uhrevî ilim tahsil etmek farzdır ve Cenab-ı Hak ve yüce Peygamberimiz (SAV) tarafından şiddetli teşvik edilmiştir.
Buraya kadar her şey güzel. Çirkin olan ise, ilmin kötüye kullanılması veya enaniyeti; yani egoyu kabartmasıdır. Bu bağlamda ilmin insanda iki tür tesiri olur. Birincisi ve en kötüsü, ilmin insanı enaniyete ve narsizme duçar etmesidir. Fecaat olan budur ki fecaat yürekleri dilhun eden bir haldir. Peki, neden fecaat diyoruz. Zira ilmî enaniyet insanı Karunlaştırır veya teferunlaştırır; yani Firavunlaştırır. Karun’a ne olmuştu? Cenab-ı Hak, Hz. Musa (AS) vasıtasıyla Karun’a fakirlerin hakkını vermesini emretmişti. Karun ise, enaniyetin zirvesinde bu emre şöyle karşılık vermişti: “Niye ki? Bu servet bana verilmişse, öyle iş olsun diye değil, ancak sahip olduğum bir bilgi sayesinde verilmiştir!” (Kasas Suresi, 78. Ayet) İşte Karun, Allah’ın kendine lütfettiği ilmi ve malı kendisine; yani enaniyetine ve egosuna hamlettiği için, malıyla birlikte yerin dibine gömülmüş ve o feci akıbete duçar olmuştu.
İlim ihlasla ve uygulamayla güzeldir. İhlasın ve uygulamanın olmadığı ilim ise lâf-u güzaftır. Kur’an-ı Kerim bu tür ilmi çok çarpıcı bir ayetle vurgular: “Tevrat’la mesul tutulup da onun hakkını vermeyenlerin durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin (eşeğin) durumuna benzer.” Bu ayet-i kerimeyi Kur’an-ı Kerim’e teşmil edecek olursak, eğer bir Müslüman Kur’an-ı Kerim’i okuyup, O’nun gereklerini yerine getirmiyorsa, yani ayetleri fiile ve uygulamaya çevirmiyorsa, kitap yüklü eşekten ne farkı olabilir ki?
Birinci ilim insanı helâkete götürür. Zira bu tür ilim enaniyeti; dolayısıyla kibri intaç eder. Kibir ise İblis’i şeytanlaştırdığı gibi, insanı da şeytanlaştırır. Malumdur ki, İblis meleklere ders veren bir âlimdi. Ancak kibirle şeytanlaştı. Allah’ın kibriyası, kibirli insanları asla harim-i ismetine dahil etmez. Yani kibir sadece Allah’a mahsus bir sıfattır. İnsanın ilmî enaniyete duçar olması, ihlastan nasip almamış olmasıyla doğrudan ilintilidir. Bu bağlamda “âlimler helak olacak; ihlaslı olanlar müstesna” mealindeki hadis-i şerif oldukça manidardır.
İkinci tür ilim ise, âlimi peygamber varisi şerefine nail eder. Bu tür ilimle âlim, “hayret makamı”na erişir. Nedir bu hayret makamı? Hayret makamı, tefekkür ile ulaşılan ve önce kendi mahiyetini kavrayıp, aczini, fakrını hissedip, Allah’ın bu muhteşem kâinatı yaratma gücünü ve kudretini hissetmek ve hayretle secdeye kapanmaktır. Meselâ gökyüzüne bakar ve der ki, “Ya Rabbi nasıl bu kadar yıldızı ve gezegenleri boşlukta direksiz tutuyorsun.” Allah’ın Kayyum ismini hayretle tefekkür eder. Yine “Ya Rabbi ana rahminde; o karanlık hücrede bir insanı nasıl böyle mükemmel bir şekilde el değmeden yaratıyorsun” diye düşünür ve Bari ismini ve Musavvir ismini tefekkür edip hayretle secdeye kapanır. Bu tür âlimler meyveli ağaçlar gibidir ve meyveli ağacın dallarını yere serdiği gibi, mütevazı şahsiyetlerdir. Faydalı olan ilim işte budur. Bu tür âlimler, kendilerini üzümün kuru çubuğuna benzetirler. Kendilerinde bir şey olmadığını ve kendilerine ilmin Cenab-ı Hak tarafından bir mevhibe-i İlahiye olarak bahşedildiğini ifade ederler. Tıpkı Bediüzzaman Said Nursî hazretleri gibi. Üstad Bediüzzaman Said Nursî bu bağlamda eserlerinin kendisine Cenab-ı Hak tarafından ihsan edildiği ve kendi şahsının sadece Kur’an-ı Kerim’in bir dellalı olduğunu ifade etmiş ve nazarları kendisine değil; hep Risale-i Nur’a çevirmiştir.
Bilhassa Risale-i Nur eserlerini; bilhassa İhlas Risalesi’ni okuyup enaniyetini ve şahsiyetini kevser-i Kur’an’dan süzülen havuzda eritmeyenler, oldukça feci bir duruma duçar olurlar ve o havuzun temin ettiği faydadan mahrum olurlar. Bu bağlamda bir nur talebesi günahkâr olabilir ve tövbe ile vazifesine avdet edebilir; ancak asla kibirli ve ilmi enaniyete sahip olamaz. Zira kibir ve ilmi enaniyet sahibi olan kim olursa olsun, fecaat gayyasına düşmekten kendini kurtaramaz.
Rahmetli Bayram Yüksel abimizin bir hatırası aklıma geldi. Rahmetli, iki nur talebesi abimizin küskünlüğüne son vermek ve barıştırmak için bir araya getirmiş. Her ikisini barışmaya teşvik ettiği halde, ikisi de içtinap etmişler. Rahmetli, bu iki abimiz için şöyle demiş; “Havuza girmişler ama enaniyetlerini ve şahsiyetlerini içinde eritmemişler!” Bendeniz bu bağlamda birkaç yıl önce bu hadiseyle ilintili olarak “Havuzdaki kütükler” başlıklı bir yazı kaleme almıştım.
Cenab-ı Hak bizleri, kibirden, gururdan, bilhassa ilmi enaniyetten uzak tutsun ve ilmimizin bizleri mahviyete, tevazuya, aczimizi ve fakrımızı idrak etmeye sevk etsin. Üstad Bediüzzaman hazretlerinin dediği gibi, münadim olalım ki, vücut bulalım; yani kendimizi yok hükmünde görelim ki, ebedi bir vücudu kazanalım İnşaAllah. Selam ve dua ile…