3. Delillerle Yaratılış Gerçeği
Yukarıda sayılan ve Tabiat Risalesi ile çürütülen üç iddianın akıl ve mantıkla izah edilecek hiçbir yönü olmadığını gözler önüne seren Bediüzzaman hazretleri, kâinatı ve mahlukatı, Allah’ın yarattığını kesin delillerle ispat etmiştir. Risale-i Nur eserleri bu dellillerle doludur. Bu bağlamda yukarıda sayılan ve Tabiat Risalesi ile çürütülen üç iddianın akıl ve mantıkla izah edilecek hiçbir yönü olmadığını gözler önüne seren Bediüzzaman hazretleri, kâinatı ve mahlukatı, Allah’ın yarattığını kesin delillerle ispat etmiştir. Risale-i Nur eserleri bu dellillerle doludur. Bediüzzaman yaratılışın tek bir Allah tarafından mümkün olabileceğini şu şekilde izah eder: “Sâni-i Zülcelâl, Küdîr-i Külli Şey, esbâbı halketmiş; müsebbebâtı da halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebâtı esbâba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzîmine dâir kavânîn-i Âdetullah’tan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübrâ-yı İlâhiyyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine, yalnız bir âyine ve bir bir ma’kes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tâyin etmiştir. Ve o tabiatın vücûd-u hâriciye mazhar olan vechini, kudretiyle îcad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerine halketmiş… Acaba gayet derecede mâkul ve hadsiz bürhanların neticesi olan bu hakikatın kabulü mü daha kolaydır? Yoksa câmid, şuursuz, mahlûk, masnû, hasit olan o sebep ve tabiat dediğiniz maddelere, her bir şeyin vücuduna lâzım hadsiz cihazât ve alâtı verip hakîmâne, basîrâne olan işleri kendi kendilerine yaptırmak mı daha kolaydır? Acaba imtina’ derecesinde, imkân haricinde değil midir?”
Yukarıda sayılan üç iddianın akıl ve mantıkla izah edilecek hiçbir yanı olmadığı “Çelişmezlik” (adem-i tenâkuz, non-contradiction) ilkesi ile de izah edilebilir. Yani “Bir şey, (aynı zaman ve şartlar içerisinde) hem kendisi hem de bir başka şey olamaz. Bir şeyin, kendisinden başka bir şeyle özdeş olduğunu düşünmek bir çelişkidir. Bu bağlamda bir mahluk hem eser hem de müessir; hem sanat hem de sanatkâr, hem resim hem de ressam vs. olamaz. Ya sanattır ya da sanatkârdır. Yar resimdir ya da ressamdır. İkisinin bir arada olduğunu iddia etmek akıl ve mantıkla izah edilecek bir durum değildir ki, ateistlerin iddia ettikleri argümanlardan biri de budur. Meselâ bir ateist televizyonda “Benim bir Tanrı’yı ihtiyacım yoktur; Tanrı benim; birçok şey yaratıyoruz..!!!” gibi bir hezeyanda bulundu. Bu ifade “ÇELİŞMEZLİK” kuralıyla çemlişmektedir. Aciz bir insan neyi yaratabilir ki? Aciz bir insan kendisindeki değişiklikleri önleyebilir mi? Meselâ ihtiyarlanmayı, kendisine isabet eden bir hastalığı, ölümü vs. sorunları engelleyebilir mi? Bilhassa Tanrı olduğunu iddia eden zat, ölümü yok edebilir mi?
“Hem bilimsel bilgiye hem Allah’ın varlığı bilgisine ulaşmanın temel ilkesi nedenselliktir. Nedensellik ilkesini ortadan kaldırdığımız zaman ortada bilim diye bir şey kalmaz. Hatta bu ilke bize Allah’ın varlığı bilgisini daha kesin bir şekilde verirken, tabiat olayları hakkındaki bilgiyi o kesinlikte vermez. Tabiat ve tabiat kanunları, her zaman Allah’ın müdahalesine açık olduğu halde, Allah’ın varlığı mutlak olup O, hiçbir şeyin müdahalesine açık değildir. Allah’ın varlığı zorunlu, tabiî kanunlar zorunlu değildir. Tabiî kanunlar için zorunluluk, ancak “Allah’ın müdahalesi hariç” gibi bir kayıtla geçerlidir. Dolayısıyla aynı ilke bize Allah’ın varlığı konusunda daha kesin bir bilgi vermektedir. Tabiî kanun olarak “Ateş yakar” deriz. Ancak aynı ateş Hz. İbrahim’i yakmamıştı. Fakat “Allah yaratıcıdır” dediğimiz zaman onun yaratıcılığı konusunda herhangi bir istisna kabul edilemez[1].”
“Nedensellik ilkesi aklın olduğu kadar tabiat bilimlerinin de en temel ilkesidir. Bu ilkenin reddi bütün tabiat bilimlerinin reddi anlamına gelir. Çünkü tabiat bilimleri esası, sebep-sonuç ilişkilerine, başka bir ifadeyle tabiatta meydana gelen olayları “kanun”u bulmaya dayanır. “Tabiat kanunu” dediğimiz ilkeler kabul edilmediği zaman, bilim de kabul edilmemiş olur[2].”
Bilimle din aslında tamamlayıcı parçalardır. Bu iki unsur birbirini takviye edici olup asla birbiriyle çelişme özellikleri göstermezler. Bu bağlamda Bediüzzaman bu iki unsurun birbirinden ayrılması halinde taassubun, hile ve şüphenin oluşacağını ifade etmiştir. Bu konuda Münazarat isimli eserinde şöyle der: “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder." Yani, insan sadece akla hitap eden ve aklı tatmin eden fen ilimleriyle değil; aynı zamanda kalbi ve vicdanı tatmin eden din ilimlerini de tahsil ederek yaşamalıdır ki, hakiki mutluluğa erişebilsin. İkisinden birinin eksik olması ise; birincisi taassubu; ikincisi ise hile ve şüpheyi doğurmaktadır. Yani sadece din ilimleri taassubu; sadece fen ilimleri ise hileyi; yani bilimi insanları aldatmak için kullanmayı ve akıllara şüphe tohumları ekmeyi sunmaktadır. Ancak iki unsurun birleşmesi insana hem dünyada hem de ahirette mutluluğu sunmaktadır. Bu bağlamda vicdanı tatmin eden ve dinde önemli bir yere sahip olan Allah’ı zikretmekle insan mutlu ve huzurlu olmakta ve kalbi tatmin olmaktadır. Bu bağlamda Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla [zikr] huzur bulur. Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle güvene erenlerdir. Biliniz ki kalpler, yalnızca Allah'ın zikriyle güvene erer. Onlar ki iman ettiler; Allah'ın zikriyle kalbleri tatmin olur[3].”
“Yeter-sebep ilkesi”, dış varlıklara ve tabiat olaylarına uygulanırken “Her olayın bir sebebi vardır; sebepsiz bir şey olamaz.” şeklinde formüle edilir. Tabiatta meydana gelen bütün olayların bütün olayların belirli bir sebebi (neden) vardır ve aynı şartlar altında, yanı sebepler, aynı sonuçları meydana getirirler. Suyun kaynaması bir tabiat olayıdır; bunun nedeni, yüz derecelik ısıdır. Isı olmazsa su kaynamaz. Boğazı kesilen her hayvan ölür, ateşe temas eden barut yanar. Burada ölmenin nedeni boğazlanma, yanmanın veya infilâkın nedeni ise ateşle temastır[4].
Sebep ararken sonsuza kadar gidilmez, bir yerde durmak gerekir. Nedensellik ilkesi bir başlangıç noktasını gerekli kılar. Eğer bir şeyin başlangıcı varsa; onu bir başlatan olmalıdır ki, o da Allah’tır. Ateistler ise başlangıcın bir anlık tesadüf ile meydana geldiğini iddia etmektedirler. Halbuki hiçbir mükemmel ve muhteşem bir varlık tesüdüf sonucu oluşamaz. Çok güzel bir resimin ressam olmadan meydana gelmesi mümkün olmadığı gibi, böylesine muhteşen bir insanın kendi kendine bir anlık tesadüf sonucu meydana geldiğini iddia etmek akıl ve mantık ile izah edilir bir tarafı bulunmamaktadır. Ayrıca şurası da önemli ki, bir trenin en arkasındaki vagonu onun önündeki çeker, bunu da onun önündeki çeker. Fakat lokomotife gelince “O, kendine has gücü, kuvveti, yapısı ve işleyişiyle kendi kendini çeker ve kendi kendini hareket ettirir” deriz. İşi zincirleme uzatıp durmak makul bir şey değildir. Bu bizi mantıklı bir sonuca götürmez[5]. Bu bağlamda, kâinat muhteşem işleyen vagonlar sürüsü ise, tabiri caizse, bu vagonları çeken sonsuz kudret sahibi lokomotif var; biz ona ALLAH diyoruz.
İslam âlimleri ve kelâmcıları Allah’ın varlığı ve kâinatı ve bütün mahlukatı O’nun yarattığını nakli delillerle de ispat etmişlerdir. Bu bağlamda onların “ispat-ı vacib” yani Allah’ın varlığının vacib olduğu, doğmadığı; doğurmadığı, yaratılmadığı; herşeyi O’nun yarattığı mevzuunda kullandıkları delillerin çoğu, “Ey insanlar, Allah’ın size ihsan ettiği nimetleri hatırlayın. Allah’tan başka size gökten, yerden rızık veren bir yaratan var mıdır?! Hayır, O’ndan başka tapacak (ibadet edecek) yoktur. O halde niye dönüyorsunuz[6]?” gibi ayet-i kerimeler gibi ayetlerdir. Bu bağlamda Cenab-ı Hak hudus, imkân, inayet, hikmet gibi delilleri düşünmemizi ihtar eder ve aklımıza havale eder. Bu yüzden, ayetlerin bir kısmı hudusa, bir kısmı inayete ve bir kısmı da hem hudus ve hem de inayet delillerine delalet eder[7]. Yani bütün mahlukat hadistir ve sonradan ihdas edilmiştir. Sonradan ihdas edildiğine göre mutlaka bir ihdas eden vardır ki, biz O’na Allah diyoruz.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de bu konuda şöyle der: "Evet, Kadîr-i Zülcelâlin iki tarzda icadı var:
"Biri ihtirâ' ve ibdâ' iledir. Yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım herşeyi de hiçten icad edip eline veriyor."
"Diğeri inşa ile, san'at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve maddeleri, rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır."
"Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ', hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı 'Yoğu var edemez'. diyen adam, yok olmalı![8]"
“İbda: Allah’ın, eşyayı ve mevcudatı benzersiz ve modelsiz bir şekilde, hiçten ve yoktan var etmesine denir. Allah’tan başka hiçbir şeyin olmadığı bir hengamda, yarattığı ilk varlık ya da varlıklar buna misaldir. Aynı zamanda varlık içinde ilk kez vücuda gelmiş nispi sıfat ve arazların da vücuda çıkması, buna örnek teşkil eder.
Mesela; bir insan suretinin ana hatları, yani yüzündeki aza ve organları, bir kalıp ve model olarak öncekilere ve sonrakilere benzer, bu yüzden ana hatları ile insanın yaratılışı ibda değil inşadır. Ama insanlara hiç benzemeyen, kendine mahsus yüz kimliği, sesi, kokusu ve parmak izi itibari ile insan; ibdadır. Yani; benzersiz ve modelsiz olarak hiçten yaratılıyor. Öyle ise ibda tarzı yaratmak; hali hazırda sürekli olarak devam ediyor. İlk varlıkların yaratılması ile bitmiş bir yaratma şekli değildir.
İnşa: İnşa; var olan mevcudat ve eşyadan, yeni vücut ve eşyaların yaratılması demektir.
Mesela; var olan topraktan bitkilerin, bitkilerden de meyvelerin yaratılması buna örnek teşkil eder. Kainatta en çok icra edilen yaratma şekli inşadır. Her bahar mevsiminde milyonlarca örneklerini gözümüz önünde görüyoruz[9].”
Kur’an-ı Kerim yukarıda sayılan unsurları nazarımıza sunarken, aklımızı kullanmamızı da ihtar ediyor. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim, sadece mucize olsun diye hiçbir açıklama yapmamaktadır. Fakat Kur’an-ı Kerim’in dikkatimize sunduğu gerçekler, Peygamberimiz (SAV)’in Asr-ı Saadet döneminde bilinmesi imkânsız ilmî gerçeklere dayandığı için aynı zamanda mucize olmaktadır[10]. Bize düşen ise aklımızı kullanarak bu mucizeleri tahlil ederken, Allah’ın yaratmasındaki harikaları düşünüp, bunların kendi kendine tesadüfen meydana gelmediğini ve kudreti sonsuz bir Allah tarafından yaratıldığını düşünmektir.
[1]Bakkal, Ali, https://sorularlarisale.com/makale/bediuzzamana-gore-allahin-varligina-iliskin-bilginin- Erişim Tarihi: 27.05.2024
[2]Bakkal, Ali, https://sorularlarisale.com/makale/bediuzzamana-gore-allahin-varligina-iliskin-bilginin- Erişim Tarihi: 30.05.2024
[3]Ra’d Suresi, 28 Ayet.
[4]Emiroğlu, Ana Hatlarıyla Klasik Mantık, s. 23./ Bakkal, Ali, https://sorularlarisale.com/makale/bediuzzamana-gore-allahin-varligina-iliskin-bilginin- Erişim Tarihi: 30.05.2024
[5]Emiroğlu, Ana Hatlarıyla Klasik Mantık, s. 23./ Bakkal, Ali, https://sorularlarisale.com/makale/bediuzzamana-gore-allahin-varligina-iliskin-bilginin- Erişim Tarihi: 30.05.2024
[6]Fatır Suresi, 3. Ayet.
[7]İzmirli, İ. Hakkı, Muhassalu’l Kelâm, s.46/Bekir Topaloğlu, Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), Diyanet Yayınları, Ankara, 1992, s. 25
[8]Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar 23. Lem’a.
[9]https://sorularlarisale.com/kadir-i-zulcelalin-iki-tarzda-icadi-var-biri-ihtira-ve-ibda-iledir-digeri-insa-ile-sanat-iledir-izah-eder-misiniz Erişim Tarihi: 05.06.2024
[10]Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize, İstanbul Yayınevi, 52. Baskı, İstanbul, 2018