2.1. Antony Flew’in Ateistken Temel Argümanı Neydi?
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, Antony Flew, bugün birçok ateizmi konu edinen tanıtıcı felsefe çalışması olan ve ateistlerin idolü konumunda olan bir filozoftur. Ne yazık ki, ateist olduğu dönemlerde birçok kişinin ateizmi benimsemesine sebep olmuştur. Bu konuda yazdığı eserlerden “Teoloji ve Yanlışlama”, “Tanrı ve Felsefe”, “Ateizm Varsayımı” gibi eserlerle teizme karşı; yani Allah’ın varlığına zıt olarak bazı açılardan, takip eden din felsefesi için bir yol haritası çizerek yeni iddialar geliştirdi. Ateizmi savunan eseri olan “Teoloji ve Yanlışlama” kitabında ateizme gerekçe gösterdiği şu soruyu sordu: “Dinî argümanlar ve ifadeler, nasıl oluyor da anlamlı iddialar oluşturabilir?[1]” Yani dinî argümanlar ve ifadeler, somut delillere değil; soyut farazilere dayanmakta ve test edimiş bilimsel bilgiler olmaktan uzaktırlar, düşüncesini öne sürmüştü. Bu düşünce ile Flew, Allah’ın varlığı bilimsel olarak asla ispatlanamaz; o halde yoktur, sonucuna varmış ve ateizmi tercih etmişti.
Ateistlerin önde gelen ve peşinden birçok ateisti sürükleyen idol düzeyindeki Antony Flew, zamanla bilgelik düzeyinde gelince Allah’ın varlığını hissetmeye başladı. Yani bilgi ile kavrayamadığı bir meseleyi bilgelik ile; yani olgunlaşıp tecrübe sahibi olma sonucunda Allah’ın varlığına ulaşmıştır. Bu bağlamda Flew, Allah’ın varlığına dair önemli argümanlar ve delillere ulaştı. Bunları aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:
Flew, “Yanılmışım Tanrı Varmış,” isimli eserinde “Muhakeme Yolculuğu” isimli bir arayış içine girmiştir. Bu muhakeme yolculuğuna bir hikâye ile başlar ve şöyle der: “Konuya bir öykü ile başlamak istiyorum. Denizin bir uydu telefonunu, daha önce modern toplumla hiç temas etmemiş bir kabilenin yaşadığı uzak bir adaya sürüklendiğini düşünün. Yerliler arama tuşlarıyla oynar ve belirli sıralarda bastıklarında farklı sesler duyarlar. İlk önce bu sesleri çıkaranın cihazın kendisi olduğunu düşünürler. Daha zeki olan yerlilerden bir kısmı; yani kabilenin bilim insanları ve bilgeler, bir kopyasını oluşturarak yeniden tuşlara basarlar. Sesleri tekrar duyarlar. Sonuç onlar için ortadadır. Kristaller, metaller ve kimyasallardan oluşan bu kombinasyon, insan sesine benzeyen sesler oluşturur ve bunun anlamı seslerin cihazın bir özelliği omasıdır.
Ancak kabilenin baş bilgesi; yani tecrübeli kanaat önderi, araştırmayı yapan bilim insanları toplar ve telefon hakkındaki kanısını ortaya atar. Cihazın içinden gelen sesler, kendileri gibi yaşayan ve bilinç sahibi olan ancak başka bir dilde konuşan insanlardan geliyor olmalıdır, diyor. Bilim adamları bu kanıya gülerler ve şöyle derler: “Bak, cihaza zarar verdiğimizde sesler kesiliyor. Yani açıkça görülüyor ki, bunlar, lityum ve basılı devre levhaları ve ışık emici diyotların eşsiz bir kombinasyonunun ürettiği seslerden başka bir şey değil,”
Flew bu öykü ile şunu anlatmak istiyor: “Bu cihaz bir nizamın ve sistemin eseridir. Yani bu cihaz, lityum, basılı devre levhaları ve ışık emici diyot gibi parçaların birleşmesi ile meydana gelmiştir. Ancak bu üçlü kendi kendine; yani içindeki kendine benzeyen varlıkların sebebiyle oluşmamıştır. Bu parçaları; yani sebepleri bir araya getiren ve bu seslerin çıkmasına sebep olan bir müsebbibül esbab vardır. Bu cihaz kendi cinsinden ve içinden kendi kendine vücut bulamaz. Bu cihaz, kendi cinsinden olmayan ve telefona benzemeyen üstün bir varlık tarafından yapılmış bir alettir. İşte Flew’in inanma serüvenin ilk çerağı bu noktada parlamıştır. Flew bu uyarıcı hissiyatıyla şöyle der: “Herşeyden üstün bir hayat kaynağını (Yani Allah’ı) kabul edemeyeceğimize göre, imkânsız olana, yani hayatın kendiliğinden; şanse eseri (yani tesadüfen) maddeden kaynaklandığına inanmayı seçiyoruz!!!”
Bediüzzaman Said Nursî hazretleri, yaratılış konusunda, ateistlerin yaratılışı tabiata, tesadüfe, kendi kendine oluşuma, sebeplerin oluşturduğuna dair safsatalara karşı yazdığı bir şaheser olan “Tabiat Risalesi” isimli eserinde, kâinatın, hayatın, varlıkların oluşmasını dört iddia üzerinde fikir yürüterek ilk üçünü kesin delillerle çürütüp, Flew’in yukarıda tanımladığı “Üstün hayat kaynağı”nın tek bir Allah olduğunu bal gibi ispat etmiştir. Bu bağlamda Bediüzzaman Tabiat Risalesi isimli risalesinde yaratılış konusundaki ihtimaller üzerine şu dört unsuru ortaya atar:
Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz:
- Birincisi: "Evcedethü-l esbab" Yani, "Esbab bu şey'i icad ediyor."
- İkincisi: "Teşekkele binefsihi" Yani, "Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor."
- Üçüncüsü: "İktezathü-t tabiat" Yani, "Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor."
Bediüzzaman Hazretleri, yukarıda sayılan dört ihtimali yüzde yüz çürüten gerekçelerle bertaraf ederek dördüncü unsur olarak “Tek bir Allah; icad ediyor, yaratıyor; yoktan var ediyor” gerçeğini yüzde yüz ihtimalle beyan edip şöyle devam ediyor:
“Evet madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem her mevcud san'atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde ey mülhid! Bu mevcudu, meselâ bu hayvanı ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor; yani esbabın içtimaında o mevcud vücud buluyor.. veyahud o kendi kendine teşekkül ediyor.. veyahud tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor.. veyahud bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur, evvelki üç yol muhal, battal, mümteni', gayr-ı kabil oldukları kat'î isbat edilse; bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan tarîk-i vahdaniyet, şeksiz şübhesiz sabit olur.”
Bediüzzaman Said Nursî hazretleri, ateistleri argümanları çürütmek için üç unsuru analiz eder. Bu üç unsurda aşağıdaki noktaları nazara sunmaktadır:
- Birincisi: "Evcedethü-l esbab" Yani, "Esbab bu şey'i icad ediyor.": Bediüzzaman, ateistlerin argümanlarından biri olan herşey sebepler tarafından yapılıyor, şeklindeki iddialarının çeşitli örneklerle muhal olduğunu ispatlıyor. Bunlardan en önemli ve çarpıcı olan örneği ise çeşitli ilaçlarla ilgili olandır. Şöyle der: “Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayatdar hârika bir tiryak onlardan yapılmak îcab etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayatdar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tedkik ettik. Görüyoruz ki: O kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsus ile, bir-iki dirhem bundan, üç-dört dirhem ötekinden, altı-yedi dirhem başkasından ve hâkeza.. muhtelif mikdarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayatdar tiryakı da tedkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsus ile bir madde alınmış ki, zerre mikdarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hâssasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizan ile alınmış gibi, ayrı ayrı mikdarda eczaları alınmış. Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif mikdarlar, şişelerin garib bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan mikdar kadar yalnız o mikdar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır. İşte bu misal gibi; herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur ve herbir nebat, hayatdar bir tiryak gibidir ki; çok müteaddid eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçü ile alınan maddelerden terkib edilmiştir. Eğer esbaba, anasıra isnad edilse ve "Esbab icad etti." denilse; aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden[2]”
Bediüzzaman hazretleri, yukarıdaki misalle, aklın gereği olan, ilaçların bir kimyager tarafından hassas ölçülerle vücuda geldiğini; yoksa tesadüf eseri olarak ilaçlardaki maddelerin miktarlarının belirlenmesinin mümkün olmadığını vurgulamaktadır. Bu örnekten yola çıkarak herbir zihayatın da birer zihayat macun olduğunu ve bu zihayat macunların; yani hayvanlar ve insanların çeşitli demirş, bakır gibi çeşitli elementlerin ve maddelerin hassas mizanlarla bir araya gelmesinin yüce bir kimyager; yani Allah olmadan kendiliğinden; yani tesadüfen oluşamayacağını, sebeplerin bir araya gelerek böylesine mükemmel varlıkların oluşamayacağını nazara sunmaktadır. Yani tabiatta var olan canlı ve cansiz her mahlukun kanunlar çerçevesinde ve belli ölçülerde (altın oran gibi) meydana geldiği ve bir üstün aklın; yani bir Yaratıcının olmadan bunların tesadüfen meydana gelmesinin mümkün olamayacığın vurgulanıyor.
Bediüzzaman’ın Tabiat Risalesi’nde analiz ettiği ve üç ihtimali yaptığı analizlerle çürüttüğü gerçeğini Antony Flew ise 70 yaşına kadar ateist olarak yaşadıktan sonra keşfedebilmiştir. Bu bağlamda neden ateizme reddiye çekip, bir Allah’ın var olduğuna ve kâinatın O’nun tarafından yaratıldığına dair aşağıdaki sözleri oldukça manidardır[3]:
“Yarım yüzyıldan fazla bir süre boyunca ateizmi açıklayıp savunduktan sonra neden buna (yani Allah’ın varlığına ve kâinatı O’nun yarattığına) inanıyorum? Buna kısaca şöyle cevap verebilirim: modern bilimin ortaya çıkardığı dünya resmi, benim gördüğüm şekliyle böyle. Bilim, doğanın Tanrı’ya (Allah’a) işaret eden üç boyutuna ışık tutuyor:
- Bunlardan ilki, doğanın kanunlara uyduğu gerçeği. (Yani kanun varsa; o kanunu bir koyan var gerçeği.)
- İkincisi, hayat boyutu. Maddeden kaynaklanan ve zekice organize edilip amaca yönelik hareket eden varlık boyutu. (Yani hayat varsa; hayatı var eden bir Muhyi; yani hayat veren olmalı. Hayat ise tesadüfe asla yer vermeyen ve zekice tasarlanmış olarak vücuda geliyor. Zekice tasarlanıp vücuda gelen şeyler bir Musavvire ve Yaratıcıya işaretler ediyor.
- Üçüncüsü ise, doğanın varlığı. Yani bir şey var ise ve bir fiille meydana gelmişse, mutlaka onun bir faili olmalı. Hiçbir fiil failsiz olamaz. İşte o fail Allah’tır.
Antony Flew’in 70 yaşına kadar ateist olarak yaşaması; bihahare yukarıda saydığı gerekçelerle bir Allah’ın varlığını kabul ederek, kâinatın O’nun tarafından yaratıldığını kabul etmesi çok da kolay olmamış ama sağlamcı bir şekilde ateizmden İlâhi yaratılış olgusuna ulaşmıştır. Ba bağlamda şöyle der:
“Ateizmden vazgeçmem, yeni bir fenomen ya da iddia nedeniyle olmadı. Son yirmi yıldır, bütün düşünce çerçevenm hareket halindeydi sürekli. Bu da, doğayla ilgli kanıtları sürekli olarak değerlendirmemin bir sonucuydu. Sonunda bir Tanrı’nın (Allah’ın) var olduğunu kabul ettiğimde, bu bir paradigma değişimi değildi, çünkü Republic adlı eserinde Plato’nun Socrates için yazdığı gibi, benim paradigmam halâ aynı yerde: “İddianın götürdüğü yere gitmeliyiz.[4]”
Antony Flew burada çok önemli bir konuya parmak basıyor. O da, eğer bir şeyi iddia ediyorsanız, boş laflarlarla iddia etmeyin; altını doldurun. Hukukda bir kural vardır: “Her müddei iddiasını ispatla mükelleftir,” diye. Şimdi ateistlere can alıcı bir soru: “Allah’ın varlığını ve kâinatın O’nun tarafından yaratıldığını inkâr ediyorsanız, o zaman bütün kâinatı tarayıp iddianızı delillerle ispatlayabilir misiniz? Bunu yapamazsınız ve asla yapamayacaksınız. Çünkü kâinat muhteşem bir sanat eseridir. Bu sanat eserinin bir Sanatkâr olmadan vücuda gelmesi mümkün değildir. Yine bu kâinatta son derece hassas mizanlar ve kanunlar işlemektedir. Bu mizanlı ve kanunlarla işleyen kâinatın bir Kanun Koyucu; yani Allah olmadan idamesi mümkün değildir ki, Antony Flew’i ateizmden bir Yaratıcının varlığına ve bu kâinatı O’nun yarattağı fikrine ulaştıran da bu düşüncedir.
- Bediüzzaman’ın Tabiat Risalesi’nde analiz ettiği yaratılış ile ilgili ikince ihtimal: "Teşekkele binefsihi" Yani, "Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.": Bediüzzaman hazretleri bu ihtimalin de mümteni; yani imkânsız olduğunu çok güzel bir misal ile şöyle ispatlıyor: “Senin vücudun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki; her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine başbaşa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha acibdir. Çünki o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalb ve manevî letaiften kat'-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir a'zâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i müvazene ve intizam ile başbaşa verip, hârika bir bina, fevkalâde bir san'at, göz ve dil gibi acib birer mu'cize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi' birer memur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil hem hâkimiyet noktasında zıd, hem yalnız Vâcib-ül Vücud'a mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyed hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad'in eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal belki yüz muhal olduğunu derkeder.”
Bediüzzaman hazretleri, yukarıdaki misalle mesela bir insannın kendi kendine olmasının imkânsızlığını . “Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi' birer memur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak hem herbirisine mahkûm-u mutlak..” ifadesiyle işaret ediyor. Yani bir vücudun meydana gelmesi için o vücuttaki zerrelerin birbirlerine hem emredici hem de emir alıcı; hem hükmedici hem de hüküm altındaki zerreler olması söz konusu oluyor ki, bu muhal bir hezeyandır. Bir vücudu teşkil eden zerreler birbirlerine hem emredici hem de emir alıcı olamazlar; hepsi de bir Yaratıcının emrinde ve O’nun “OL” emriyle meydana gelebilirler. Bir varlığın kendi kendisini planlaması, tasvir etmesi ve teşkil etmesi imkân harici bir iddiadır ve bu iddiayı yapanlar da büyük bir hezeyan içindedirler.
- Bediüzzaman hazretlerinin analiz ettiği üçüncü iddia ise: "İktezathü-t tabiat" Yani, "Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor." Yaratılış konusunda ortaya atılan bu iddia da oldukça mantık dışı bir hezeyandır. Bediüzzaman çeşitli misaller vermekle birlikte en çarpıcı misali şudur: “Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen basîrane, hakîmane olan san'at ve icad, Şems-i Ezelî'nin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse lâzım gelir ki; tabiat, icad için herşeyde hadsiz manevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahud herşeyde, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet dercetsin. Çünki nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki; bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zahiren küçük, manen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücaciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi.. -aynen bu misal gibi- mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelî'nin cilve-i esmasına verilmezse, herbir mevcudda, hususan herbir zîhayatta hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdeta bir ilahı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhalatın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinat'ın san'atını, mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir[5].”
Bediüzzaman yukarıdaki örnekte “nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler, semadaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki; bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zahiren küçük, manen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrat-ı zücaciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği… ifadesiyle kaynağa dikkatlerimizi çekiyor. Yani güneşin akisleri tüm parlak şeylerde yansıyınca, kaynağı güneştir. Eğer o parlak yansımalar güneşe isnad edilmezse, o zaman her bir parlak şeyin güneş olduğu iddia edilmiş olur. Aynen bu misal gibi, eğer mahlukat tek bir Allah’a ve Allah’ın Halik, Musavvir, Cemil, Bari gibi isimlerini verilmezse, herbir zerreye halikiyet isnad edilmiş olur ki, bu da akılla ve mantıkla izah edilecek bir durum değildir.
Aslında Antony Flew, çok daha önceleri Tabiat Risalesi’ni okumuş olsaydı, asla ateist olmazdı. Çünkü Antony Flew çok iyi bir bilim adamı ve sürekli araştıran bir insan. Zaten araştırmalarının sonucunda da Allah’a ulaşmış bir insandır. Yalnız Allah’a ulaşmak için uzun bir süre araştırma yapmış ve kâinatı ve mahlukatı inceden inceye inceledikten sonra ancak 70 yaşında Allah’a ulaşabilmiştir. Eğer Tabiat Risalesi’ni incelemiş olsaydı, 70 yaşından çok önce ateistliği bırakıp Müslüman olurdu. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserleri iman konusunda günümüzün insanlarına eşsiz deliller sunarak her meseleyi muhteşem bir üslupla ispat etmektedir. Meselâ Yaratılış konusunda Tabiat Risalesi; haşir konusunda 10. Söz, şimdiye kadar hiçkimsenin bu kadar sarih bir düzeyde izah edemediği kadar güzel bir şekilde deliller sunmuştur. Her kim bu eserleri okusa, yaratılışa da, haşre de kesin bir şekilde kanaat getirerek iman edecektir.
(Devam edecek)
[1]Flew; Antony, Yanılmışım Tanrı Varmış, PK (Profil Kitap) Yayınları, İstanbul, 2024, s. 8
[2]Nursî, Bediüzzaman Said, Tabiat Risalesi, https://risaleoku.com/oku/tabiat/9 Erişim Tarihi: 17.05.2024
[3]Flew, a.g.e., s. 91/92
[4]Flew, a.g.e., s. 90
[5]Nursî, Bediüzzaman Said, Tabiat Risalesi, https://risaleoku.com/oku/tabiat/9 Erişim Tarihi: 17.05.2024