Kelimeler

İbrahim KAYGUSUZ

Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin Fusus’unun dibacesinde söylediği gibi, “hikmetleri, kelimelerin kalbine indiren Allah’a hamdolsun.”
Üstadımız Yirmi Dördüncü Mektupta “kelime”nin anlam alanını genişletir. Bu genişletme sıfat-ı kelamdan sıfat-ı kudrete doğrudur.

Kâinat bir kitap, kâinattaki her faaliyet o kudretin yazdığı satırlar, eşyadaki her değişim o kitaptaki manidar kelimelerdir.
Hikmetle iş yapan yüce sanatkâr (San-i Hakîm) bir değişim faaliyeti ile kâinatı sessizce konuşturmaktadır. Kâinattaki kelimelerin kalbindeki Hikmet ise “tekellümat-ı sübhaniye”dir. Her kelime Allah’ın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve bütün kemal sıfatlar ile muttasıf olduğunu ilan etmektedir.

Göz önündeki bu kelimeleri nasıl transkribe edeceğiz?
Kâinat kitabına ait kelimeler, çözümü mümkün olmayan girift kitabe satırları gibi midir, yoksa zerreleri adedince şuurlu ilahi yansımalar mıdır?
Duyu organlarımızla gördüğümüz, işittiğimiz, yediğimiz ve kokladığımız bu kelimelerin dilini nasıl anlayacağız ve bu kelimelere ait bilgilere nasıl ulaşacağız?
Ağacın elma vererek, gökyüzünün şimşek çakarak, hava dalgalarının ses ileterek, toprağın tohumları çatlatarak yaptığı şey ile, bildiğimiz et parçasından çıkan anlamlı harf dizilişleri ve onlara ait manalar ( kelimeler) arasında nasıl bir fark var mı?

İslâm hükemasının Eflâtun’u, hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dâhi-i meşhur İbni Sina (Lem’alar) bilgiyi kabaca ikiye ayırır: tasavvurlar ve tasdikler.
Ona göre biz önce, var edilenleri, duyu organlarımızla tasavvur ederiz. Daha sonra bu tasavvurlardan nesnelere uygun olanları aklımızla tasdik ederiz. Aklımız tasdik edilen sonuçlar arasında mücerret bağlar kurarak yeni bilgiler elde eder.

Duyu organlarıyla elde edilen maddeye ait düzey kışırdır (arızi, geçici). Bizim tasavvurlarımız bu düzeye ait bir bilgidir. Hâlbuki bizim aradığımız bu değildir.
Çünkü Üstadın ifadesi ile madde asıl ve hâkim değildir. O zaman ona mürâcaat edemeyiz ve kemâlâtı ondan isteyemeyiz. Yani zahire nazar ederek manayı çıkaramayız. Nasıl ki herhangi bir bilimsel metni transkribe etmek ve ona anlam yüklemek bir düzey atlamayı gerektiriyorsa harfler hükmündeki madde ile kelimeler hükmündeki mana arasında bir bağ kurmak da benzer bir düzey atlamayı gerektirmektedir. Bu düzey marifet ve iman makamlarıdır.

Akıl, kâinat kitabındaki “madde, harekât ve değişim” harflerini bir kelime düzeni içine koyarak geri planında saklı manayı yani “Esma”yı okumak zorundadır.
Evet “Madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemâlât ona takılsın, ona binâ edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir sûrettir” (29. Söz).

Formlar (suretler) manalara giydirilmiş kışırlardır. Asıl ayrıdır, tali ayrıdır; kabuk ayrıdır, öz ayrıdır. Mürekkep, harfin tezahürü için bir sebeptir. Harf kelimenin zuhuru için aracıdır. Kelimeler manalar için vasıtadır. Binaenaleyh kâinat kitabındaki bütün kelimeler ve satırlar “Esma” ve “Sıfat”ı ilahiye için sadece sebeptir.

Kelimelerin harflerine ve o harflerin ana maddesi olan mürekkebe “sebep” dışında bir anlam yüklemek zavallılıktır. Esmanın zuhuru izin aracı olan maddede kuvvet aramak ondan daha büyük bir zavallılıktır. Mana harfte değil isimde aranmalıdır.

Risale-i Nur’daki mana-i ismi ve mana-i harfi kavramları dolaylı olarak bu noktaya vurgu yapmaktadır. Her şeye harf nazarı ile bakmak zorundayız. Maddeye ve eşyaya esmaya taşıyıcı bir sebep dışında anlam yükleyemeyiz, yüklersek zulüm etmiş oluruz. Harfler hükmündeki maddenin kendi başına bir anlamı yoktur, harfler isimlerin manasına bakar, madde de esma-i ilahiyeye bakar ve onun manasını gösterirler.

Maddi harfler arasında doğru bir ilişki kurularak mücerret mana elde edildiği gibi madde, değişim ve hareket ile bunlara ait sünnetullah kanunlarının doğru okunması ile de esma-i ilahiyeye ve ona ait manalara isal edilir. Müthiş bir harika-i hakikat olan Muhyiddin-i Arabi Hazretlerinin “kelimelerin kalbindeki hikmet”ten kasdı buradaki mücerret manadır.

Maddenin geri planındaki ilim, irade ve kudretin izlerini bulmak tasavvurdan tasdike çıkmaktır. İşte iman böyle bir kabul, tasdik ve hatta onun ötesinde “itikad” ameliyesidir
Ayet-ül Kübra risalesinin İkinci Babında Üstadımız aradığımız hakiki tevhidin yalnız “tasavvurdan” ibaret bir marifet olmadığını söyleyerek şunları kaydeder:”Belki ilm-i Mantık’ta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.”

Bilgiyi marifete ve imana dönüştürme sürecinde Risale-i Nur “tasavvur” ile “tasdik” in arasına  “taakkul” katmanını yerleştirir. Yine “Tasavvur”dan önce “tahayyül” süreci bulunmaktadır. Hakkalyakin imana ait süreç “tasdik ile bitmemekte, “iz’an”, “iltizam” ve “itikad” ile devam etmektedir. Tasdik bir doğrulama ameliyesi iken, kalbi taraftarlık “itikad” olarak zikredilmiştir.

Üstadımız, “Risale-i Nur tasavvur değil, tasdiktir, teslim değil imandır” derken benzer birçok manayı kastetmiştir. Fetva vazifesi ile tavzif edildiği imanın Risale-i Nur’daki tefsir düzeyi tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Düzey şehadet ve şuhuttur.  Şahit olmak son mertebedir. Şuurumuz bu mertebeye ne derece taalluk ediyor acaba?

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.