Kayıp Kuşağa Mektuplar

Yusuf TOSUN'un yazısı...

 
Kayıp Kuşağa Mektuplar-3

 

Sevgili dost,
Global bir dünyada yaşamanın insanı derinden etkileyen sancıları, hala üzerimizde kalıcı izler bırakmaya devam ediyor. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde (1985-2000) dünyada yaşanan teknolojik-ekonomik-sosyal kırılmadan/buhrandan en çok da dünya literatürüne “X Kuşağı” olarak geçen “kayıp kuşak” etkilendi. Aslında söz konusu dalgalanmanın etkileri  her siyasal/sosyal kesime/grup/cemaate…vs. farklı farklı yansıdı. En çok da ideolojik/siyasal faaliyetler içerisinde olan gençlik bu değişimden nasibini aldı. Hayata gözlerini açtığında gördüğü renkler, tattığı yiyeceklerle; gençliğinin baharında gözlerine görünen renkler ile önüne sunulan tatlar farklı olunca, ister istemez bünye sosyal/psikolojik/biyolojik bir kırılma yaşadı. Kimisi bu şoku kısa sürede atlatıp yaşamına devam ederken, kimisi de bir aşk sancısı gibi yaşamı boyunca yaşadıklarını unutamadı ve söz konusu ataleti üzerinden atamadı. Önemli bir kısmı da, üzerine çöreklenen o rehavetin sebebini çözemeden kayıplara karıştı.

Sevgili dost,
Kuşakları; yaşamış oldukları şartların siyasal, sosyal, ekonomik durumuna göre sınıflandırırken karşımıza renklerli birbirinden farklı bir tablo çıkıyor. Dünya literatürüne de geçmiş bulunan  X, Y, Z kuşaklarının yanı sıra, son demlerde yeni bir kuşak tanımlaması ile karşı karşıyayız: C Kuşağı… Bilindiği gibi 1965-1980 yılları arasında doğan her insana Generation X (X Jenerasyonu) dendi. Yani namı meşhur  Kayıp Kuşak…  Akabinde  1980 ve sonrası  doğumlular geliyor: Y Kuşağı, “Generation Youth”, yani "Genç  kuşak". Y Kuşağının en belirgin özelliği; kazanmadan tüketen, alışveriş ve marka tutkunu bir nesil olmasıdır. Yani hazır tüketici, yiyici bir jenerasyon. 2000 sonrası doğumlulara ise; “Z kuşağı” “Zero Generation“(Next Neneration) deniyor.  Yalnızlık tehlikesi ile karşı karşıya  olacağı tahmin edilen teknolojinin ürünü bu kuşağın durumu ise daha vahim görünüyor. Söz konusu  C kuşağı ise çok yeni bir kavram değil.   1988-1993 yılları arasında doğan ve tüketimi  temsil eden gençlerin oluşturduğu bir jenerasyon.  Aslında C kuşağı bir “ara devşirme kuşak” olarak da tanımlanabilir. Yani Y kuşağı içerisinde özel bir kuşak. Belki de Z kuşağının geçiş jenerasyonu. Y Kuşağının daha genç kesiminden oluşan bu kuşak; daha çok teknolojinin ürünü bir kuşağa benziyor. Rahat ve sorumsuz bir kuşak yani. 

Sevgili dost,
Yukarıda ifade edilen kategorik kuşak tanımlaması ile birlikte dünya ölçeğinde yaşanan olayların bölgelere yansımaları farklı farklı oluyor haliyle. Özelde ise, yaşadığımız coğrafyada 28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan ve Türkiye siyasi tarihine  kimilerine göre bir dönüm noktası olarak geçen siyasi, idari, hukuki ve toplumsal alanlarda yaşanan değişimlere neden olan “28 Şubat” her şeyin müsebbibi olarak yorumlandı. 28 Şubat, sürecin önde gelen komutanlarınca "Demokrasiye bir balans ayarı olarak" tanımlandı, basında ve kamuoyunda sık sık  "postmodern askeri bir müdahale" olarak anıldı. Bizzat sürecin önderlerinden olan Çevik Bir de süreci "Postmodern askeri bir müdahale" olarak tanımladı. Elbette ki söz konusu yaşanan değişimde 28 Şubat’ın etkisi olmuştur. Ancak bütün yaşananların müsebbibinin 28 Şubat olarak yorumlanması, biraz da kolaycı bir yaklaşım gibi geliyor bana. Her ne sebeple olursa olsun, dünya literatüründe X kuşağı olarak bilinen, özelde ise “kayıp kuşak” olarak tanımladığım kuşağın talihsiz bir süreci yaşadığını kimse inkar edemez. Yaş itibariyle aslında en verimli çağında olan bu kuşağın hasılatı olan, kısmi de olsa  Y Kuşağının emarelerini üzerinde taşıyan ve hala buruk bir havayı soluduğunu tahmin ettiğim bu kuşağın hal-i pür melalini geçtiğimiz günlerde katıldığım yemekli bir toplantıda yakından müşahede etme imkanına kavuştum: Kışın tam ortasında sürgün veren kardelen çiçekleri gibiydiler. Kar, fırtına dinmiş; kış güneşinin sarı ışıltılarıyla parıldıyordu gözleri. İçlerine sığmayan umutları, yüzlerinden akıyordu. Mahcup bir yürek ile kapı aralığından seyrettim onları. Aslında hiçbirini tanımıyor, sadece siluetlerine takılıyordum. O yüzlerde,  kendi yüzümü gördüm. Al al yanaklar, yerini benzi soluk bir yüze bırakmıştı. Zoraki gülümseyen ama hala geleceği azimle süzen bir yüz... Korku ve umudun aynı tuvalde aynı fırça ile birbirine karıştığı bir yüz... Alnında artan çizgilerle yılların eskitemediği kadim bir yüz aslında. O surat benim, o yürek benim, o umutlar benim. Anladım ki; ben oyum, o da ben. O “ben”den bir parça. Öylesine takılıp kaldı yüreğim o saf ve berrak yüzlere. Akıp gittim bir başka zaman tüneline.

Sevgili dost,
Baharın erken sinyal verdiği Mart ayının ilk pazar gününün  akşam üzeri katıldım onlara. Gençtiler, delikanlıydılar…Kendilerini 98 kuşağı olarak tanımlıyorlardı.  Yani Y Kuşağı… Abi diye hitap ediyorlardı büyüklerine. Salon hınca hınç doluydu. Salonlara yansıyan silüetleri buruktu. Büyük hülyaların ilk nüvelerini verdiği gönüllüler olarak üniversite kapılarına dayanmışlardı. Çoğunluğu taşradan gelmişti bu metropol şehre. Anlatılanlara bakılırsa şehir büyülemişti onları. Deniz, vapurlar, büyük binalar, durmadan akan kalabalıklar, yankesiciler, tinerciler, çıpıldak kızlar… şaşkınlıklarına sebep  olmuştu ilk bakışta. Ama alışmışlardı onlar da diğerleri gibi. Alıştırırlar! Alıştırırlar! Ne de olsa -içlerinde kanayan yarayı göremezlerse de -ağabeyleri vardı onlara kol kanat geren. Anfilerde, kantinlerde, kampüslerde dik bir duruşları vardı sonu görünmeyen. Bir süre sonra kaderleriyle baş başa kaldıklarında renkleri daha sahici olarak birbirlerinden ayırt etmeye başladılar. Abilerinden gördükleri ilk şefkati de göremez oldular bir süre sonra. Okulun hangi hızla başlayıp bittiğinin farkına varmadan, kimi çoluk-çocuğa, kimi  işe-güce karıştı. Şimdi ise yıllardır göremedikleri arkadaşlarını dostlarını bir masa etrafında, bir akşam yemeğinde, toplu olarak görmek istiyorlardı. Salon hınca hınç doluydu ama, sevinçleri buruktu her nedense. Yarım kalan bir hikaye, yarıda kesilen bir şarkı gibiydi yaşadıkları. Duygulu, hararetli, umutlu, serzenişli sözler dökülüyordu dudaklardan. Ağabeylerini de görmek istiyorlardı. Kendilerini ilk kol kanat geren fakat şimdilerde nerde olduklarını bilmedikleri ağabeylerini. Yani kayıp olan ağabeylerini…”bekliyoruz, gelecekler inşallah diyorlardı.” Hala bir umuttu heybelerinde berkittikleri. Bir akşam yemeğinde bir çeyrek asır yaşadım. Yarım ömürlük filmi geriye sardım. İçinde aşkın, hüznün, sevincin, umudun olduğu sayfaları tek tek çevirdim. Yüzlerine yansıyan buruk tada rağmen, 98 kuşağını daha umutlu, daha zinde gördüm. Umudun dalgalandığı bir inancın haritası yeniden tuvalime düştü. Sardım, sarmaladım onu. “Selametle kardeşler…Elbet bir gün kaybolanlar da gelecekler!” sözleri gayri ihtiyari döküldü dudaklarımdan.
 Elbet bir gün gelecekler..Selametle kalın. O’na emanet.
 

Edebiyat Haberleri